Yıl 1915 Anadolu’nun en zor günleri. Devlet-i Âlî her taraftan kuşatılmıştı. Haçlı Seferlerinin uzantısının 19.yıl versiyonu dalga her tarafı yakıp yıkmıştı. İçte ve dışta fitne kapısı kırılmış, çok kimse bu fitnenin dümenine girmişti. Arap yarım adası, Balkanlar birer-birer yuvayı terk ederek bağımsızlık adına oyuna geliyordu. Tabi bu günlerde geleceği okumak zor olması dolayısıyla herkes bir-bir kopuyordu Devlet-i Âlî’den. Sanıyorlardı ki, bağımsızlığını elde etme heveslisi bu insanlar rahata kavuşacaklar. Ah keşke öyle olsaydı. Ama nerdeee!
İşte bu zor günlerde Anadolu da işgal edilmek için kuşatılmıştı. Hatta bazı bölgelerimiz işgal edilmişti. Tebaa-i Sadıka (Ermeniler) da maalesef düşmanla bir olma talihsizliğini göstermişti. İşte tam bu zaman canı dişe takma zamanıydı. Öyle de yaptı Anadolu’nun yiğit evlatları, mücahitleri.
Elmas Kadın da tıpkı diğer analar gibi küçücük yavrusu Dilber’le yapa yalnız kalmıştı o günlerde. Çünkü eşi Ali Efendi de Kutsal Vatanı savunmaya gitmişti. Çanakkale’den saldıran bu güruha karşı koymak ve Çanakkale de vatan savunmasına katılmak için.
İşte böyle kıtlık ve yokluk günlerinde tarlada ekinini biçmek te, çocuklarına bakmak ta kadınlara kalmıştı. Çünkü Çanakkale savaşına eli silah tutan herkes katılmak zorunda kalmıştı. Elmas Kadın ağustos sıcağında tarlada orakla arpa biçiyordu. Susuz yaz sıcağında bu zor işler O’na kalmıştı. Ama olsun yeter ki vatan sağ olsun. Yeter ki kutsal vatan topraklarına düşman ayağı değmesin. Her şeye katlanmaya çoktan ve yürekten razıydı.
İşte böyle günlerin birinde Elmas Kadının biricik yavrusu Dilbercik tarlanın bir köşesinde kundağında, sıcak ağustos ayında minicik ellerini çıkarmış oynuyordu oynadığını da bilmeden Elmas kadın da tıpkı Hacer’in yavrusu İsmail’e su ararken bir gözünü de kundaktaki yavrusundan ayırmadığı gibi, hep onu seyrediyordu. Bir ara ekin tarlaları arasından birini gördü. Ürperdi bir an. Yakında köylüleri vardı ama yine de genç bir kadın olması nedeniyle telaşlandı. Hâlbuki az önce esen poyraz rüzgârının tarlalardaki olgun ekinleri sağa sola secde ettirircesine esintisi hoşuna da gitmişti. İkindi üzeri çıkan bu rüzgârı pekte severdi Elmas kadın, her çiftçi gibi. Birden tanımadığı bir adamın, üstelik asker giysili birinin doğrudan kundaktaki kızına doğru yaklaşması cız ettirdi yüreğini her ana gibi.
Tanımadığı bu insana baka kaldı Elmas kadın bir müddet. Sonra yavaş-yavaş yaklaştı çocuğuna ve tanımadığı asker kıyafetli bu kişiye doğru. Biraz tereddüt geçirerek zihninden “-Acaba bu Ali olabilir mi? Yok canım ta Çanakkale’den Yozgat’a nereden gelsin. Hem savaş ortamındayken.”
Sonra baktı ki bu yabancı kızının kollarına halkalı şeker geçirmiş onunla oynuyordu. Az daha yaklaşınca tahmin ettiği ama bir türlü ihtimal veremediği bu kişi beyi Ali idi. Yanına yaklaştı uzun hasret nedeniyle genç çift birbirine sarıldı. Koklaştı, koklaştı.
Sonra:
“- Ali, neden buradasın”. Dedi. Ali şöyle cevap verdi:
“- Bu taraflara yakın bir yere görevli gönderdi komutanımız.”
Fazla zamanı olmadığından eve bile gidemeden ağlamaklı ama kutsal vatan borcu için gitmenin de zorunlu olduğunu bilerek ayrıldı biricik eşi Elmas Kadından. Tarlada vedalaştılar yani.
***
Yıllar geçti aradan ama Ali bir türlü dönmüyordu. Elmas Kadın her asker eşi gibi gözyaşlarıyla bekledi yıllarca Ali’sini ancak bir türlü dönmedi. Döneceği de yoktu. Çünkü dönecek olsaydı dönerdi. Zaten Çanakkale’de savaşanlar dönmediler ki! Dönmek için gitmediler ki! Onlar:
“-Yeter ki vatan sağ olsun.” İnancı ile gittiler. Onlar Cennete kuş olup uçtular. Çünkü Şairin deyimiyle onlara makbere de gerek yoktu. Çünkü onları Peygamber karşılıyordu:
“Ey! Şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.”
Daha sonra adı bile unutulmuş bu şehitle ilgili torunu Bekir Hoca anasından babası hakkında bazı sorular sorunca yukarıda anlatılanları anlattı oğluna. Bu bilgileri de anası Elmas Kadın’dan almıştı. Babası ile ilgili tek hatırladığı buydu. Başka bildiği yoktu. Ama her defasında bıkmadan usanmadan bunu anlatırdı:
“-Babam gelmiş, beni sevmiş, kollarıma halkalı şeker takmış ve benimle oynamış.” Derdi hep. Başka bir bildiği yoktu Dilber Ana’nın. Sonrası, çileler. Sonrası ardı arkası kesilmeyen yokluk ve sefaletler. Ama asla inancından bir şey kaybetmeden ve isyan etmeden sürdü gitti bir ömür. Tevekkül abideleri olarak yaşadılar. Asla kimseye yük olmadan ve asla isyan etmeyi aklına bile getirmeden.
“-Ne yapalım bizim kaderimiz de böyleymiş. Yeter ki vatan sağ olsun oğul.” Diyerek kapatır tüm bu acılı günlerin hatıralarını. Bu yokluklarda bile namaz dualarını ezberlemiş, sağlam bir itikat sahibi olarak yetişmişti Dilber Ana.
Daha sonra dedesinin durumunu araştıran Bekir Hoca, Boğazlıyan Nüfus kütüğünden dedesi Ali Efendinin seferberlik için ayrıldığını, ama ondan sonra haber alınamadığını öğrendi. Sonraları Çanakkale şehitleri için hazırladığı bir konuşma için hazırlık yaparken Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın arşivinde yer alan dergilerden. “Yozgat/Boğazlıyan’dan Osman Oğlu Ali, Çanakkale Meydan Harbinde şehit olmuştur.” Dedesinin şehit kütüğünden kaydını tespit etti. Allah makamlarını cennet eylesin. Daha adı bilinmeyen nice şehitlerimiz var. Allah şahadet ruhunu bu milletten eksik etmesin.
“Vatan sevgisi imandandır.” Allah bizi bu şuurdan mahrum etmesin. Birlikten ayırmasın.
Selam ve dua ile…
***
YAZIYI SESLİ DİNLEMEK İÇİN TIKLAYIN