DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 09-10-2022 14:42

Toza Sor / John Fante

“Ruhunu yitirmiş biri,
Dünyaya sahip olsa ne fayda? 
Ve küçük bir şiir; 
Dünyanın bütün hazlarını al, 
Sonsuzlukla çarp, 
Cennette bir an hepsine bedeldir. 
Ne kadar doğru? Ne kadar doğru?
Bana doğru yolu gösterdiğin için
Sana minnettarım kutsal ışık.” 

İki üç yıl önceydi. İstanbul’daki bir kitapçı rafında yalnız başına duran ince bir kitabın içine hızlıca göz atarken rastgele açtığım bir sayfanın içinden böyle seslenirken buldum Arturo Bandini’yi ben… 

İyi birşeyler yazabilmeye dair hayalimi gerçekleştirebilmek için her türden kitabı ve her yazarı okumaya çalışıyorum. O gün, farklı birşey bulmanın heyecanıyla almıştım o kitabı.

Uzun yıllar önceydi. Charles Bukowski, yazar olma hayaliyle Los Angeles’ta yaşayan genç bir adamdı. Ayyaşın tekiydi ve akşamları genelde sarhoş olurdu ama o akşam ucuz bir şarap bile alacak parası kalmamıştı, ayıktı o yüzden. Son birkaç akşamdır ev sahibi sinirli bir şekilde kapısına dayanıp birikmiş kiraları ödemesini istiyordu. Aklına ev sahibinin asık suratlı yüzü gelince eve gitmeye dair tüm hevesi kaçtı, hem tuvaleti de gelmişti. Yakın bir yer bulmalıydı. Her böyle akşamda olduğu gibi yine Los Angeles Halk Kütüphanesine doğru yürümeye başladı.

Okuduğu kitapların kendisiyle, sokaklarla, çevresiyle ilgisi olmadığını düşünüyordu her zaman. Geçmiş yüzyılların yazarlarını, devrim öncesi Rus edebiyatçılarını ve kitabı çok satan kim varsa okuyordu ama kitapları bitirdiğinde hep aynı hayal kırıklığını yaşıyordu. Ona göre, popüler olan her yazar, kelime oyunları peşindeydi sadece süslü cümleler kurup aslında hiçbirşey anlatmıyorlardı. Üstüne üstlük bir de bu yazarlar, gelişmiş ve nitelikli yazarlar olarak kabul ediliyorlardı ya işte buna dayanamıyordu; her defasında ağır bir küfür mırıldanıyordu kendi kendine. Ama yine de pes etmiyordu; kendi hayatından izler bulacağı kitapları bulmak için her yolu deniyordu; din, felsefe, matematik jeoloji hatta cerrahi üstüne yazılan kitapları bile karıştırıyordu. 

İşte yine kütüphanedeydi. Acaba bu akşam da diğerleriyle aynı mı olacaktı? İlk bir iki saat her zamanki hayal kırıklığının homurtularıyla geçmişti ki, kitap raflarının arasından bir kez daha gelişigüzel bir kitap çekti. Bu ince kitabın ve yazarının ismini daha önce hiç duymamıştı. 

Kitabı açtığında, bir sayfadan; 
“hayatta değildik aslında, hayatta olmaya çok yaklaşıyor ama olamıyorduk” 
diye seslenen Arturo Bandini başka bir sayfadan; 
“Yaşamak yeterince zor, ölmekse büyük işti” 
deyince çöplükte altın bulmanın heyecanını yaşarcasına kitabı alıp masasına gitti. 

Edebi bir cümbüşün içindeydi. Cümleler üzerilerine giydikleri anlamsal gelgitlerle bir oraya bir buraya salınıyor, konudan konuya yuvarlanıyorlardı. Sayfaların içinde mizah ve acı iç içe geçmişti ama okuyucuyu kesinlikle rahatsız etmiyordu. Her cümlenin kendine özgü bir enerjisi vardı. Evet, işte buydu!! Duygusallıktan korkmayan gerçek bir yazar bulmuştu sonunda. 

Arturo Bandini, tıpkı Charles Bukowski gibi hem büyük bir yazar olma hayaliyle yanıp tutuşan hem de alkolik genç bir adamdı. Düzenli bir işi olmadığından sefalet içinde yaşıyordu. Bütün gün şehirde aylaklık yapıyor, çıktığı uzun yürüyüşlerde, büyük bir yazar olduğunu ve ekonomik olarak refaha kavuştuğu günleri hayal ediyordu. Bir taraftan da çok yalnızdı. O an için hayatta sahip olduğu yegane şeyler; daktilosu ve bir dergide yayımlatmayı başardığı “Minik Köpek Güldü” adındaki öyküsüydü. 

Parayla da tuhaf bir ilişkisi vardı. Parası az iken açlığını, portakal alarak bazen de süt çalarak gidermeye çalışıyordu ama gelin görün ki parayı bulduğu zaman da, olur olmaz yerlere harcayarak anında çarçur etmekte oldukça becerikliydi.

Yaşamanın en alt sınırlarında bir yerde hayatta kalmak için mücadele ederken bir anda annesi veya yayıncısından bir çek aldığında duygusal coşkunun en yüksek noktalarına çıkan aşırı heyecanlı, anlık duyguları ile yaşayan Arturo Bandini’nin para ile olan ilişkisine benzeyen bu karakteristik özelliği, kitap boyunca sevgiliden veya dosttan bir anda nefret edip onları düşmanı konumuna hızla geçirdikten sonra ve tek bir paragrafta tekrar onları eski konumuna geri getirdiği ilişkilerinde iyice açığa çıkıyordu.

Hipnotize olmuş gibiydi Charles Bukowski, kitabı elinden bırakamıyordu. Arturo Bandini karakteri, onun gerçek hayatındaki alt benliği gibiydi. Gözünü cümlelerden ayıramıyordu.

Arturo Bandini’nin aşkı yaşaması da çılgıncaydı. Bir birahanede garson olarak çalışan Camilla ile tutku, iğrenme, ırkçılık, reddedilme ve sürekli değişen güç dinamikleriyle dolu çılgın bir aşk yaşıyordu. İlk görüşte aşık olmuştu ama daha önce hiç sevgilisi olmadığı için kadınlarla nasıl iletişim kurulacağı konusunda tedirginlikleri vardı. Mesela, bir fincan kahve almaya parası olmamasına rağmen, Camilla'nın etnik kökenini, eski püskü sandaletlerini ve kirli önlüğünü eleştirmesi yetmiyormuş gibi onun Meksikalı olduğunu iddia ederek alaylı bir şekilde “Maya Prensesi” diyordu Camilla’ya. 

Arturo Bandini, tüm bunları yapıyordu ama Camilla ile konuşabilmek için hergün o birahaneye geliyor ve aşkını itiraf edebilmek için ona imalı şiirler yazıyordu. Hatta, Camilla’nın arabasından çaldığı, onun ponponlu şapkasına sarılarak uyuyacak kadar da çılgınca aşıktı ona. Hoşlandığı kızın at kuyruğu saçını çeken ilkokul çocukları vardır ya, işte tam da öyleydi Arturo Bandini.

Bir süre sonra Arturo Bandini ve Camilla Lopez, bazen geceleri yakamozların oynaştığı okyanusun serin sularında denize girerek bazen de uzun araba yolculukları yaparak beraber vakit geçirmeye başladılar. Ama bazı hikayelerin, özellikle de karşılıksız aşkların kaderi yarım kalmak üzerinedir. Nitekim bir süre sonra Camilla, birahanedeki barmenlerden Sammy'ye âşık olup Arturo Bandini'yi sürekli reddetmeye başlayınca Bandini, çılgın bir aşk duygusu ile Camilla’yı elde etme isteğine duyduğu nefret arasında gidip gelmeye başladı.

Bu sırada, kütüphanenin kapanış saati gelmişti. Charles Bukowski hemen toparlanıp kitabı ödünç aldıktan sonra uçarcasına evine gittiğinde, kapıyı sarhoş sevgilisi açtı ve gecenin bu saatinde geldiği için ağır bir küfürle karşıladı onu. Bu keyifli geceyi kız arkadaşının mahvetmeye çalışmasına oldukça sinirlenen Charles Bukowski, “Bana orospu çocuğu deme! Bandini’yim ben. Arturo Bandini!” diye bağırdıktan sonra odasına kapanıp yatağına uzandı ve kitabı kaldığı yerden okumaya devam etti. 

Camilla’nın sevgilisi Sammy de yazılar yazıyordu. Hastalığı ortaya çıkmış ve doktorlar ölmek üzere olduğunu söylemiş olsalar bile başarılı bir yazar olmayı hayal etmekteydi. Camilla, birgün Arturo Bandini’den Sammy'nin yazısını okumasını ve eleştirmesini istediğinde Arturo, Sammy'yi yıkıcı bir eleştiriyle alt etmeyi, hatta üstün edebi hüneriyle Camilla'nın sevgisini kazanmayı düşündü ve sert bir eleştiri kaleme aldı. Ancak yazdığı eleştiriyi o gece posta kutusuna atmadan önce, doğa ve insan arasındaki ilişki üzerine derin derin düşündü. Kutsal bir ışık belirdi zihninde. İnsanlığının ölmesine izin vermemeliydi. Her zaman ölümün kaçınılmaz gelgitiyle savaşan cesur adamlardan biri olmuştu. Bu yüzden, Sammy'ye yazdığı mektubu yeniden yazmaya karar verdi. Bu kez bir yazar olarak gerçek bir eleştiri yazdı. 

Hikayenin sonrasıysa, tozu dumana katan bir final… 

Charles Bukowski ertesi gün bu yazarın izini sürmeye karar verdiğinde John Fante’nin, Büyük Buhran sırasında Los Angeles'ta yaşayan mütevazi bir yazar olduğunu öğrendi. Onu ileride tüm zamanların en iyi yazarlarından biri olarak konumlandıracak olan “Toza Sor” adlı bu harika kitabı 1939 yılında yazmıştı. O dönemde bu kitabı basan yayınevi, “Mein Kampf”ı izinsiz yayınlanması nedeniyle Adolf Hitler tarafından dava edilince tüm bütçesini bu davaya ayırmıştı. Yayınevinin pazarlama bütçesinin kesilmesiyle, Fante'nin bu kitabı çok az tanıtım görmüştü. Hal böyle olunca da, John Steinbeck'in o yıllarda satış rekorları kıran “Gazap Üzümleri” kitabının gölgesinde kalmıştı.

Charles Bukowski, yayınevinin John Fante’nin kitaplarını yeniden yayınlanması için büyük çaba gösterdi. Diğer yandan da, kendi kitaplarında John Fante’den favori yazarı olarak bahsetmeye başladı ve “Toza Sor”un yeni baskılarının önsözünde daha da ileri giderek "Fante benim Tanrım" diye yazdı.

Bu kitabı okumayı bitirdiğim gün, dün gibi aklımda. Türkiye’den yeni gelmiştim. Bir pazar sabahı tek solukta bir iki saatte okumuştum. Hikayenin içinde Sammy, Camilla, Arturo Bandini ve onun karşılıksız aşkı; çölün, tozun ve kum fırtınasının arasına karışmıştı. Başarısızlığın başarısını anlatan toz taneleri gibiydiler. Sonundaysa, kum fırtınasından geriye de yarım kalan hikayelerden düşler ve hayaller kalmıştı.

Kitabın kapağını kapatıp bir süre hikaye üzerine düşündükten sonra camdan dışarı bakmıştım. Yüzölçümünün yarısından fazlası çöl olan bir ülkeydi burası. Sık sık görülen kum fırtınası, o sabah yine aniden bastırmıştı. Toz... Toz… Toz… Her yer tozdu. 

Milyarlarca yıl önce, evrendeki büyük patlama sonucunda toz parçacıklarının sıkışarak soğumasından oluşmamış mıydı üzerinde yaşadığımız bu dünya? Dünya ilk başlarda büyük bir çöldü. Herşeyin başlangıcı tozdu ve sonunda da herşey toz olacaktı. 

Peki ya, hayattaki ilişkiler, maddiyat, hayallerimiz ve yaptıklarımızla, hepimiz evrenin sonsuzluğunda, çöldeki bir toz parçacığından farksız değil miydik? Öyleyse, insanoğlunun birbiriyle olan kavgası, bencilce hırsı, bu sığlık niyeydi? Neden bu kadar zordu insan olmak? Sonunda hepimiz toz olmayacak mıydık?

Ardı arkası kesilmeyen bir sürü soru üşüşmüştü aklıma. Ama o an, hala elimde tuttuğum kitaba baktığımda anlamıştım ki kitabın ismi tüm bu soruların cevabını işaret ediyordu; “Toza Sor”.

NELER SÖYLENDİ?
@
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA