Paris’te kıtlık başlamıştı. Ekmek fiyatları yükselmiş ve yoksul halk açlıkla boğuşuyordu. Bıçak kemiğe dayanmıştı. Jean-Jacques Rousseau’nun ünlü “Toplum Sözleşmesi”nde dile getirdiği “İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur” cümlesi artık bir felsefi söylem olmaktan çıkıp sokakları çınlatan bir haykırışa dönüşmüştü. Voltaire’in hoşgörüsüzlüğe, despotizme ve dinî baskıya karşı kaleme aldığı sert eleştiriler bırakın Paris’i, taşralarda bile kulaktan kulağa dolaşıyordu.
Honore de Balzac : Paris sokaklarında açlığın çığlığı yükselirken ben, yıllar sonra bu çığlığı pansiyonların rutubetli duvarlarında işittim. Sevgili dostlar unutmayalım, açlık yalnızca mideyi değil, insanın haysiyetini de kemirir.
Kral XVI. Louis, şehrin çevresine asker yığmaya başlamıştı. Halk tedirgindi, bu birliklerin “Ulusal Meclis”’i dağıtmak için kullanılacağından korkuyordu.
1789 yılının 14 Temmuz sabahı, Paris halkı kendilerini savunmak için silahlanmaya karar verdiğinde Hotel des Invalides’e gittiler.
Hotel des Invalides, yaralı veya yaşlanan askerlere barınak ve bakım sağlamak amacıyla Kral XI. Louis döneminde, 17. yüzyılda inşa edilmişti.
Paris halkı o sabah, Hotel des Invalides’ten 30.000 tüfek aldı ancak yeterli barut ve mermileri yoktu.
Dar sokak aralarında kıvrılan ekmek kuyruğu o sabah da giderek uzuyordu ve kadınlar, çocuklarını kucağında sallayarak homurdanıyordu. Bir fırının önünde yaşlı bir kadın, sokakta yürümekte olan kalabalığa bakıp mırıldandı.
Yaşlı kadın: Bizde ekmek yok ama kralların sofraları altın tabaklarla dolu. Daha ne kadar susacağız?
O sırada kalabalıktan biri bağırdı.
Adam : Bastille’de barut var! Silahsız özgürlük olmaz! Oraya gideceğiz!
Bastille, Paris’in merkezinde 14. yüzyıldan kalma eski bir ortaçağ kalesiydi. “Lettres de cachet” adı verilen kraliyet fermanlarıyla insanlar yargılanmadan Bastille’e atılabiliyordu. Bu yüzden Bastille, kraliyet baskı rejiminin sembolü hâline gelerek uzun yıllar boyunca kralların keyfi olarak insanları hapsettiği bir yer olarak ünlenmişti.
İnsanlar ellerinde çekiçler, sopalar ve tüfeklerle Bastille Hapishanesi’nin önüne akın ettiler. Kadınlar çocuklarını kucaklarında taşırken bağırıyordu, işçiler terden sırılsıklamdı. Kadın, erkek, yaşlı, genç, eller havada ve sloganlar atılıyordu.
“Özgürlük, eşitlik, kardeşlik!”
Fransız halkı, tarihinde belki de ilk kez bu kadar bilinçli bir biçimde kendi sefaletinin nedenlerini sorguluyor ve tepki gösteriyordu.
Monarşinin ilahi meşruiyetine dayanan eski düzen, aristokrasinin ve kilisenin ayrıcalıkları üzerine inşa edilmişti. Ancak yüzyıllardır biriken toplumsal öfke; kıtlıkların, ağır vergilerin ve adaletsizliklerin gölgesinde büyüyerek işte o gün patlıyordu.
Vakit öğleden sonra olduğunda Bastille’in önünde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Komutan Bernard Rene de Launay’dan silah ve barut istediler. Komutan, halkı oyalayarak zaman kazanmaya çalıştı fakat kalabalık her geçen dakika daha da büyüyordu. Kısa bir süre sonra da çatışma çıktı.
Saatler süren mücadelenin ardından askerlerin de direnişi bıraktığı görüldü. Kapılar parçalandı, Bastille düştü. Komutan Launay linç edildi, kesilen başı zaferin kanlı sembolü olarak sokaklarda taşındı. O gün hapiste bulunan dördü sahtecilikten hükümlü, ikisi akıl hastası, biri aristokrat suçlu olmak üzere toplam yedi mahkum serbest bırakıldı. Tüm bu olaylar krala, aristokrasiye ve mutlakiyete meydan okumanın ve o gün başlayan Fransız Devrimi’nin sembolü oldu.
Honore de Balzac: O kalenin taşları yıkıldığında aslında Fransa’nın yüzyıllardır ördüğü görünmez zincirler de çatırdamaya başlamıştı. Benim romanlarımın insanları işte bu yıkıntıların arasından çıkıp yürümeye başladılar.
Ancak devrimin ilerleyen yıllarında ideal ile gerçek arasındaki uçurum hızla büyüdü. Jakobenler, halkın iradesini temsil ettiklerini iddia ederek iktidarı ele geçirdiler. Maximilien Robespierre ve Saint-Just, “özgürlük için despotizmin gerekliliği” fikrini savunarak tarihe “özgürlüğün istibdadı” olarak geçen politikaları uygulamaya koydular.
Honore de Balzac: Halk adına kurulan mahkemeler, halkın umudunu cellada çevirdi. Ben daha ileriki zamanlarda kalemimle, insan özgürlüğünün çoğu zaman yeni bir efendinin maskesi olduğunu yazdım.
Bu dönemde binlerce kişi giyotine gönderildi. Devrim, kendi çocuklarını yemeye başlamıştı. Balzac yanılmıyordu. Özgürlük adına başlatılan bu hareket, korkunun ve dehşetin gölgesinde bir baskı rejimine dönüşmüştü.
Halk içinse bir şey değişmemişti. Yoksulluk devam ediyordu ve aristokrasinin mal varlıklarına el koyan “burjuvazi” adında yeni bir sınıf doğmuştu.

1799 yılında sahneye Napoléon Bonaparte çıktı. Devrimin kaosunu dindiren, ordu disipliniyle düzeni sağlayan güçlü bir figür olarak halkın gözünde kurtarıcıya dönüştü. 1804’te imparatorluk tacını kendi başına koyarken, aslında devrimin eşitlik ideallerini yeniden bir hanedan düzenine dönüştürüyordu.
Honore de Balzac: Ben taşralı gençlerin sabırsız bakışlarında Napoléon’un gölgesini gördüm. İmparator, hanedanları nasıl aştıysa Rastignac da salonların eşiğini aşacaktı. Ancak biri kılıçla, diğeri ihtirasla yapacaktı bunu.
Napoléon’un dönemi, bir yandan eşitlikçi yasaların, modern bürokrasinin, laik eğitimin gibi devrimci kazanımların kurumsallaştığı bir süreç iken öte yandan da Avrupa’yı kasıp kavuran savaşların, ekonomik yıkımların ve milyonlarca insanın ölüm zamanı oldu.
Fransız toplumu, Napoléon sayesinde aristokrasinin gerilediğini görmüş olsa da savaşların bedelini yine yoksullar ödüyordu. Burjuvazi, bu dönemde de ticaret, bankacılık ve sanayi aracılığıyla zenginleşmeye devam etti. Dolayısıyla, toplumsal güç dengeleri değişmiş görünse de sömürü düzeni varlığını sürdürüyordu.
1815 yılında Napoléon’un Waterloo’da yenilmesiyle Fransa’da Bourbon Hanedanı yeniden tahta geçti. “Restorasyon” adı verilen bu dönemde aristokrasi eski gücünün önemli bir kısmını yeniden elde etti.
1815–1830 yılları arasında Fransa, bu kez de aristokrasi ile burjuvazinin iktidarı paylaştığı bir düzene sahne oldu. Aristokrasi, sembolik gücünü ve kültürel prestijini korurken burjuvazi, ekonomik iktidarın ana kaynağı hâline gelmişti. Bu birliktelik, toplumun alt sınıfları için tam anlamıyla bir felaketti çünkü zenginliğin ve iktidarın el değiştirmesi, halkın yaşam koşullarını değiştirmemişti.
Honore de Balzac: O yıllarda gördüm ki taç değişir, banker değişir ama sefalet ne yazık ki aynı kalır. İnsanlık Komedyası, bu değişmeyen hakikatin kaydıdır dostlar. Zenginlik yalnızca el değiştirir, yoksulluksa hep aynı yüzü taşır. Öyle değil mi?
Haklıydı. O, 20 Mayıs 1799’da Fransa’nın Tours şehrinin kırsalında dünyaya gelerek Fransız Devrimi’nin yarattığı bu büyük çalkantıların tam ortasında doğmuştu.
1789’da başlayan ve uzun yıllar süren Fransız Devrimi, ülkenin siyasal ve toplumsal yapısını kökten değiştirmişti. Cumhuriyetçilerle Kraliyetçiler arasındaki çekişmeler, kanlı ve kansız mücadeleler, sonunda X. Charles’in 1830’da tahtı terk etmesine kadar devam etti. Balzac, işte bu gerilimli dönemin çocuğu ve tanığıydı.
Honoré de Balzac, politik görüşleri bakımından muhafazakâr bir monarşistti. Onun gözünde aristokrasi, Fransa’nın köklü geleneğini ve ulusal ruhunu temsil ediyordu. Ancak bu ideolojik duruşuna rağmen Balzac, eserlerinde asla yalnızca kendi inançlarını savunan bir propagandacıya dönüşmedi. Onun asıl meselesi, insanı, toplumu ve sistemleri gözlemlemek ve bu gözlemlerden gerçeği çıkarmaktı.
Bu nedenle Balzac, politik kimliği ne olursa olsun yazarlık kimliğinde gerçekçiliği ön plana çıkardı. Onun romanlarında karakterler, birer ideolojik kukla değil, etten kemikten insanlardı. Her biri arzuları, zaafları, tutkuları ve çelişkileriyle yaşamın içinden geliyordu. İşte bu tarafsız gözlem gücü ve ilişkileri konu edinmesi, Balzac’ı 19. yüzyıl edebiyatının en önemli figürlerinden biri yaptı ve onun; “Romanın Shakespeare”i olarak tanınmasını sağladı.
Balzac’ın en büyük projesi, 90’nın üzerinde romanın ve birçok öyküsünün yer aldığı “İnsanlık Komedyası”dır. Tahmin edeceğiniz gibi bu başlık, Dante’nin “İlahi Komedya”sına açık bir göndermedir. Ancak Dante, insanın ruhsal kurtuluşunu ve ahiret yolculuğunu tasvir ederken Balzac, insanın dünyevi zaaflarını, tutkularını ve toplumsal ilişkilerini gözler önüne sermek istemiştir. Bu yüzden, aristokrasiden burjuvaziye, küçük esnaftan yoksullara, öğrencilerden memurlara kadar her sınıf ve meslek, onun romanlarında temsil edilir.

1835 yılında yazdığı “Goriot Baba” romanı, Balzac’ın “İnsanlık Komedyası” dizisi içinde özel bir yere sahiptir. Romanın geçtiği yıl 1819’dur yani “Restorasyon Dönemi”nin başladığı yıllar...
Paris, aristokrasinin yeniden güç kazandığı, burjuvazinin altın çağını yaşadığı ama halkın sefalet içinde kıvrandığı bir şehirdir. Bir yanda görkemli salonlarda dans eden, evlilikleri birer çıkar anlaşmasına dönüştüren seçkinler diğer yanda da pansiyonlarda birbirinin kaderine tanıklık eden yoksul insanlar...
Paris’in göbeğinde, Madam Vauquer’in pansiyonunda bir araya gelen bu insanlar, Fransa’nın farklı sınıflarını, zaaflarını ve çelişkilerini temsil ediyordu. Yani Balzac, bu pansiyon aracılığıyla bir toplumsal hiyerarşi haritası çıkarmıştı.
Honore de Balzac: Pansiyonun merdivenlerinden çıkarkenki her adım, aslında toplumun katmanlarını tırmanmak gibiydi. Yukarıda daralan odalar, aşağıda gösterişli yemekler… Benim için bu ev, Fransa’nın minyatür bir maketiydi.
Gerçekten de bu pansiyonda yukarıya çıkıldıkça odalar küçülür, yaşam koşulları zorlaşır. Aşağıya indikçe görece saygınlık vardır ama bu saygınlık da yoksulluğun gölgesindedir.
Pansiyonun en iyi odaları birinci kattadır. İki oda vardır. Daha mütevazı olanında Madam Vauquer, diğerinde ise Fransız Cumhuriyeti sırasında levazım amiri olarak görev yapmış bir adamın dul karısı olan Madam Couture kalmaktadır. Couture, odasını anne gibi yakın davrandığı çok genç bir kız olan Victorine Taillefer ile paylaşır. Bu kat, dışarıdan bakıldığında “saygın” görünen ama aslında toplumun kenarında kalmış kişileri simgeler. Birinci kat, görece rahat bir yaşamın sahnesidir.
Poiret’in silikliği ve Vautrin’in gizemli kişiliği ikinci katta buluşur. Vautrin’in eski tüccar maskesi aslında toplumdaki gizli güç ilişkilerinin ve ikiyüzlülüğün sembolüdür. Burada, geçmişten kopmuş ve kimliğini gizleyen insanlar yaşar.
Dört odası olan üçüncü katın iki odasından biri, Matmazel Michonneau adında hiç evlenmemiş bir hanım, diğeri ise eski bir şehriye, makarna, nişasta imalatçısı olan ve kendine Goriot Baba diye hitap edilen bir adam tarafından tutulmuştur. Diğer iki oda, göçmen kuşlara yani çaresiz öğrencilere ayrılmıştır. O sıralarda bu iki odanın birinde Paris’e hukuk eğitimi almak için gelmiş ve kalabalık ailesinin kendisine güçlükle para gönderdiği genç bir adam kalmaktadır ve adı Eugene de Rastignac’dır. Michonneau’nun yalnızlığı, Goriot’nun sefalet içindeki fedakârlığı ve Rastignac’ın hırslı gençliği bu katta birleşir. Üçüncü kat, hem düşkünlerin hem de umut arayan gençlerin mekânıdır. Burada çöküşle yükselme arzusunun çatışması görülür.
Bu üçüncü katın üstünde, çamaşır asılan bir tavan arası ve pansiyonun ağır işlerini gören Christophe ve aşçı Koca Slyvie’nin yattığı iki odadan oluşan bir çatı katı vardı. Bu kat, toplumun en görünmez sınıfı olan gündelik işçileri temsil eder. Burada hayat ağır ve sessizdir ve emeğin karşılığı çoğu zaman sefalet olur.
Bu romanın belki de en çarpıcı yanı, sınıflar arasındaki iktidar ilişkilerinin değişmezliğini gözler önüne sermesidir. Balzac, devrimlerden, hanedan değişimlerinden, savaşlardan sonra bile toplumun özünde değişmediğini yani güçlünün, daima güçsüzün sırtından yükseldiğini gösterir.
Romanın ana karakterlerinden olan Goriot’nun hikâyesi, bu hakikati temsil eder. Emek vererek zenginleşmiş, kızlarının mutluluğu için servetini tüketmiş, ama sonunda sefalet içinde ölmüştür. Onun emeği, aristokrat damatların ve burjuva salonlarının ihtişamına kurban gitmiştir.
Balzac bu romanında özellikle, burjuvazinin ahlaki çöküşünü hedef alır. Burjuvazi, görünürde eğitimli, entelektüel ve zariftir. Salonlarda edebiyat konuşulur, sanat üzerine tartışmalar yapılır. Ancak perde arkasında çıkarcılık, ihanet ve açgözlülük hüküm sürmektedir.
Goriot’nun kızları, bunun en açık örnekleridir. Küçük yaşta her istedikleri yapılmış, şımartılmış, aristokratlarla evlendirilerek “toplumsal basamak” çıkmaları sağlanmıştır. Ancak evlilikleri sevgiye değil, çıkar hesaplarına dayalıdır. Kocaları onları aldatır, onlar da başka erkeklerde teselli arar. Bu çürümüşlüğün bedelini ise babaları öder.
Romanın ikinci ana karakteri Rastignac’tır. O, taşradan gelip Paris’te yükselmek isteyen genç kuşağın temsilcisidir. Balzac, Rastignac üzerinden “yükselmenin bedelini” sorgular.
Rastignac, başta Goriot Baba’ya karşı büyük bir merhamet besler, onu gerçek bir baba figürü olarak görür. Ancak roman ilerledikçe Paris sosyetesinin cazibesine kapılır. Son sahnede, Goriot’nun mezarı başında Paris’e meydan okuması, yalnızca bireysel bir hırs değil, burjuvazinin iktidara yürüyüşünün sembolüdür.
Balzac, Rastignac’ın yükselişini Napoléon’a benzetir: alt sınıflardan çıkıp toplumsal zirveye tırmanma hırsı. Ancak bu yükselişin ahlaki bir çöküşle birlikte geldiğini de açıkça gösterir.
Rastignac’ın gözünden Paris salonlarına baktığımızda burjuvazinin ikiyüzlülüğü daha da belirginleşir. Orada evlilikler birer ticaret sözleşmesidir. Dostluklar menfaat üzerine kuruludur. İnsanların değerini parası ve soyu belirler. Balzac, bu salonlarda dönen entrikaları göstererek toplumun ahlaki temelinin ne kadar sarsıldığını ortaya koyar.
Romanın en ilginç karakterlerinden biri de Vautrin’dir. Görünürde babacan, yardımsever bir pansiyon sakini gibi davranır ama aslında yasaları hiçe sayan, cinayet planları yapan, “toplum sözleşmesi”nin ikiyüzlülüğünü yüzlere çarpan bir figürdür.
Vautrin, Rastignac’a yükselmenin kısa yolunu gösterir. Bu da Victorine’in mirasına kavuşması için kardeşinin ölümünü ayarlamaktır. Bu ahlaksız teklif aynı zamanda toplumsal düzenin çürümüşlüğünün bir aynasıdır çünkü gerçekten de o dönemde servet edinmenin yolları çoğu zaman entrika, cinayet ya da yasaları manipüle etmekten geçiyordu.
“Toplum, eşitliği ve adaleti vaat eder ama gerçekte güçlü olanı daha da güçlü kılar.”
Vautrin’in bu sözleri, Balzac’ın toplumsal eleştirisinin bir karakter özelinde en sert yansımasıdır.
Pansiyonun sahibi Madam Vauquer, romanın küçük ama sembolik karakterlerinden biridir. Orta yaşlı, hırslı, çıkarcı ve para düşkünü bir kadındır. Onun için insanları değerli kılan erdemleri değil, cüzdanlarıdır. Pansiyonerlerine sözde iyi davranır ama asıl amacı onların ceplerinden fayda sağlamaktır. Kendisi de bir an için Goriot Baba ile evlilik hayali kurar ama Goriot Baba’nın servetinden pay alamayacağını anlayınca ona karşı kin besler. Bu karakter ile Balzac küçük burjuvaziyi, küçük hesapların, para hırsının ve çıkarcılığın temsilcisi olarak resmeder.
Victorine, romanın en masum karakterlerinden biridir. Zengin babası tarafından mirastan mahrum bırakılmış, Madam Couture’un yanında pansiyona yerleştirilmiştir. Victorine, kanaatkârlığı, dindarlığı ve kaderine boyun eğişiyle öne çıkar. Babasının zulmüne rağmen ona nefret beslemez. Rastignac’a platonik bir aşk duyar ama bunu dile getirecek cesareti gösteremez. Victorine karakteri, hakkı elinden alınmış, dışlanmış ama buna rağmen hayatta kalmaya çalışan genç kadınları yani toplumun “sessiz kurbanları”nı temsil eder.
Victorine’in akrabası olan Madam Couture, genç kıza sahip çıkan, dindar bir figürdür. Onu kiliseye yönlendirir, şükretmeyi öğretir. Ancak bu tutum, Victorine’in pasifliğini pekiştirir. Bu karakter, dönemin hayata müdahale etmeyen, kaderciliği teşvik eden, ahlaki değerleri mutlaklaştıran dindar kadın tipidir.
Rastignac’ın dostu olan tıp öğrencisi Horace Bianchon, romanın vicdanlı yan karakteridir. Goriot Baba’ya sadakat gösteren birkaç kişiden biridir.
Christophe, pansiyonun uşağıdır. Sefalet içindeki sadık hizmetkâr figürünü temsil eder. Goriot Baba’nın cenazesinde, Rastignac’la birlikte onu uğurlayan nadir kişilerdendir.
Matmazel Michonneau ve Mösyö Poiret, pansiyonunun yaşlı sakinleridir. Para hırsı, boşboğazlık ve sıradanlıklarıyla onlar da küçük burjuvazinin karikatürize edilmiş tipleridir.
Goriot’un damatları olan Baron de Nucingen ve Kont de Restaud, aristokrasi ve banker sınıfının yozlaşmış temsilcileridir. Eşlerine sadık değildirler, evlilikleri kâğıt üzerindedir.
Romanın merkezindeki devrimlerin sömürü düzenini değiştirmemesi, burjuvazinin ahlaki çöküşü ve yanlış çocuk yetiştirme anlayışından oluşan üç tema aslında evrensel derslerdir.
Balzac’ın kalemi, ideolojiden bağımsız olarak gerçeği resmetme gücüyle büyüktür. Örneğin Goriot Baba’nın açılışında Madam Vauquer’in pansiyonu, nemli duvarlar, dar koridorlar, köhne mobilyalar, ağır yemek kokularıyla neredeyse bir karakter gibi betimlenir. Böylece, Balzac bu betimlemelerle bir mekânı anlatırken o mekânın temsil ettiği toplumsal çürümeyi, sefaleti ve kaderi de hissettirir.
Balzac’ın cümleleri uzun, yoğun ve sembolizm yüklüdür. Okuyucuya doğrudan ahlaki öğütler vermektense mesajlarını bu semboller aracılığıyla aktarır. Örneğin pansiyonun üst katlarına çıktıkça odaların ucuzlaması ama aynı zamanda farelerin cirit attığı sağlıksız alanlara denk gelmesi, toplumun ekonomik ve sosyal yapısının bir alegorisidir.
Balzac’ın eserlerinde olay örgüsü vardır ancak romanlarını tarihe kazıyan asıl unsur, karakter betimlemeleridir. Onun yarattığı karakterler, bir sosyal sınıfın, bir ahlaki duruşun ya da bir toplumsal çelişkinin temsilcisidir.
Öte yandan onun karakterleri, Fransa tarihinin bir dönemini anlatmakla kalmaz, her çağın insanına dokunur. Bu nedenle Goriot Baba, insanlığın trajikomik komedyasının da unutulmaz sekanslarından biridir.
Balzac’ın karakterleri yalnızca tek bir romanda var olmaz. Bir çoğu başka eserlerde yeniden karşımıza çıkar. Bu yöntem, onun dünyasına organik bir bütünlük kazandırır. Örneğin “Goriot Baba”da tanıştığımız “Rastignac” karakteri daha sonra Balzac’ın diğer romanlarında da yolculuğuna devam eder. Böylece 90’nın üzerinde roman ve öyküden oluşan “İnsanlık Komedyası” hem bağımsız romanlardan oluşan bir külliyat hem de iç içe geçmiş dev bir toplumsal harita hâline gelir.

Balzac, edebiyatta gerçekçilik akımının kurucularından biri kabul edilir. Gerçekçilik, romantizmin abartılı duygusallığına ve idealize edilmiş kahramanlarına karşı, insanı ve toplumu olduğu gibi resmetmeyi hedefler. Balzac’ın romanlarında tesadüfi mucizeler, abartılı melodramlar ya da olağanüstü kahramanlıklar yoktur. Onun kahramanları borç batağındaki öğrenciler, çıkar peşindeki bankerler, servet uğruna ruhunu satan kadınlar, sefalet içinde yaşayan babalar gibi sıradan insanlardır.
Balzac, bu gerçekçiliğiyle hem çağdaşlarına hem de sonraki kuşaklara öncülük etmiştir. Gustave Flaubert, Emile Zola, hatta Tolstoy ve Dostoyevski gibi yazarların eserlerinde Balzac’ın yönteminin izlerini görmek mümkündür. Onun gözlem gücü, karakter yaratma ustalığı ve toplumsal çözümlemeleri, gerçekçlğin edebiyattaki temel taşlarını oluşturmuştur.
Balzac’ın gerçekçiliği, toplumsal düzenin hangi isimle anılırsa anılsın, özünde aynı kaldığını göstermektedir.
“Zengin daima daha zengin olur, fakir ise sefaletin içinde kaybolur.”
Honore de Balzac bağımlılık derecesinde kahve tutkunuydu. Günde 60 fincan kahve içtiği ve kahve içmediği zamanlarda ise kahve çekirdeği çiğnediği söylenir.
Goriot Baba romanının sonunda Rastignac’ın gözleri nüfuz etmek istediği o soylular aleminin yaşadığı Vendome Meydanı’nın sütunu ile Hotel de Invalides’in kubbesi arasında sabitlediğini yazdı Honore de Balzac’ın kalemi ve o an Rastignac kendi kendine mırıldandı.
Rastignac : Sıra ikimize geldi.. Bakalım kim kimin hakkından gelecek?
Balzac gülümsedi ve düşünceleri dudaklarından döküldü.
Honore de Balzac: Rastignac’ın gözlerini Vendome sütununa diktiği o an, aslında Fransa’nın yeni çağının da başlangıcıydı. Benim kahvem kaynarken kalemim de onun ihtiraslarını tarihe kaydediyordu.
***
Yusuf Sarıkaya
Bizim Kuşak /4
Mine Çağlıyan
Özgürlük
Sedat İlhan
Sami Çelik Bey’e
Ümmügülsüm Hasyıldırım
Bir Mum Işığına Tutsak
Suna Türkmen Güngör
Ruhun Terazisi
Ümit Polat
Hakan Bahçeci’nin Öykü Yoculuğu
Dilek Tuna Memişoğlu
Sudan Ağlıyor
Ebru Bozcuk
Yaşam Gustoluğu
Musa Aşkın
Sudan’ın Sessiz Çığlığı
Gevher Aktaş Demirkaya
Sakarya Savaşındaki Gazi Kovan'ın Hikâyesi
Mehmet Şahan
Hasene ve Hasenat
Serhan Poyraz
Goriot Baba / Honore de Balzac
Ayşe Parlar Gürkan
Duyguların Matematiği
Hilmi Yavuz
Okuma Takıntısı
Prof. Dr. Nevzat Tarhan
Sevgi Yönetimi
Haluk Özdil
Nazilerin Gizli Silahı Lili Marleen
Ahmet Furkan Demir
Çağımızın Hastalığı: Gösteriş
Hüseyin Uyar
İstanbul Senfonisi
Nevin Bahtişen
Hayata Dair
Ayfer Güney
Dur
Deniz İmre
Anlam Arayışının Sessiz Çığlığı
Hamiyet Su Kopartan
Meşguliyet
Sami Çelik
Ey Zımni
Turan Demirci
Yapılmayacaklar Listesi
Muhammet Çavdar
Bir Uyku Bin Ölüm
Reyhan Mete
Ey Ruh! Geldiysen Üç Kez Tıkla
Esedullah Oğuz
İçimiz Dışımız Suriye
Hakan Cucunel
Türk Edebiyatı ve Türkçe Edebiyat
Cengiz Hortoğlu
Mutlu Olmak mı Nasıl Yani?
Ufuk Batum
Yediği Ayazı Unutmamak
Şükrü Doruk
Alma Ağacı
Uzman Klinik Psikolog, Dr. Ezgi Yaz
Hayat Gökyüzüdür, Bakış Açımız da Teleskop
Demet Mannaş Kervan
Sözde Hayvanseverin Eseri: Sokak Köpeği
Tamer Şahin
Dünyalı Barış Manço
Kadir Çelik
Affet Bizi Güzelhisar