DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 19-11-2022 14:21

Leyla ile Mecnun / Fuzuli

Bundan beşyüz yıl önceki Ortadoğu’nun bir çöl akşamında, meşalelerle çevrili büyükçe bir çadırın içinde usul usul yanmakta olan yağ lambalarının kokusu, Fuzuli’nin ilk cümleleriyle birlikte kelimelerinden sızmaya başlayan büyüyle birleşerek, dinleyenlerin kalplerinde gerçek aşk hasretini alevlendirdi. Onaltıncı yüzyıl divan edebiyatının en önemli şairlerinden biri olan Fuzuli, o gece “Leyla ve Mecnun” mesnevisinin beyitlerini okudukça kalplerden ruhlara nakşediyordu ilahi sevgiyi…

Araplar arasındaki kabilelere önderlik eden, her türlü üstün vasıfları, erdemi, cömertliği ile tanınan bir reisin oğlu; Kays’ı anlatarak başladı, Fuzuli hikayesine… Henüz yeni doğmuş Kays, ileride başına gelecekler malum olmuş gibi öyle bir ağlıyordu ki ilk doğduğunda, dedi ki Fuzuli; “Vücut bir gam tuzağıdır; özgür olanların yeri yokluktur. Kim bu tuzağa düşerse, gama karşı sürekli sabretmesi gerekir, diyordu bu minik bebek..”

Aslında durmaksızın ağlayan bir çocuktu ama içinde sevgi olduğu için güzelleşen şeylere feryat figan etmeden büyüdü Kays ve nihayet okul çağına geldi. Sınıfındaki melek kadar güzel kız çocukları ile hemen arkadaş oldu olmasına; ancak bu kızların içinde peri kadar güzel olan bir tanesi öyle içini ısıtıyordu ki onu ilk gördüğünden beri... Hepimiz biliriz, kızlar oğlanlara yar oldu mu, aşkın pazarda değeri artar. Ah bu kızlar, nergis gözleriyle oğlanları afsunladılar mı onlarda sabır bırakmazlar değil mi? İşte bu ahu gözlü, şirin mi şirin, güzel mi güzel peri kızının adı Leyla idi. Kays’ın içini yakan ateş, onun yanında muma dönen Leyla’yı da eriterek, onun için de adeta bir hayat suyuna dönüşmüştü. Birbirlerinin yanında konuşamasalar da heyecandan bakışları ile yaşıyorlardı aşklarını; ama havadaki sıcaklığın da herkes farkındaydı elbette ve derken ikisi arasındaki bu aşk, dillere düştü ve ağızdan ağıza dolaşır oldu. Dedikoduları duyan Leyla’nın annesi çıkıştı kızına; “Oğlan kısmı aşık olur da, kız kısmı aşık olur mu hiç?” diyerek yasakladı Leyla’nın okula gitmesini. Gözyaşlarına boğulan Leyla üzüntüden, gam çekmekten hastalandı, yataklara düştü. 

Leyla’nın artık okula gelmediğini gören Kays da perişan durumdaydı. Ayrılık, içindeki ateşi daha da alevlendirdiğinden olsa gerek, çektiği acı vücuduna ve ruhuna sığmıyor, gözlerinden yaş olarak akıyordu. Acıdan çılgına dönüp kendinden geçince, etrafındaki herkes ayıpladı onu ve o günden sonra da Kays’a “Mecnun” demeye başladılar.
***
Bundan 23 yıl kadar önce sıcak bir Ağustos gecesinde, uykusundayken karanlığın içinde belli belirsiz bir ses onunla konuşmaya başlamıştı;
“Biliyorum çok özlemiştin onu. Bütün gün bildiğin tüm neşeli şarkılar dudaklarından döküldü. Heyecanlandın, sabırsızlandın, için içine sığmadı, her yeri temizledin, hayal kurdun, en sevdiğin elbiselerinden birini giydin, onun en sevdiği yemekleri yaptın…

Ama sonra akşam tek başına içerek acını, üzüntünü boş kadehe doldurduğun şarabına aroma yaptın. Durduramadın kendini ağlamaya başladın; geçmişteki güzel anların duyguları içinde yalnızlaşınca canını acıtsa da, doğacak günün o güzellikleri geri getirmesini diledin gökyüzünden, ağlamaktan yorgun düşüp sızıncaya kadar…

Ama üzülme! Sen bugün gerçek bir gün yaşadın. Aşkın içinde ısıttığı tüm duyguları, yani tüm duyguların en gerçeğini sonuna kadar yaşadın. Her zamanki gibi yarın da gününü sana ait duygularla yaşayacaksın. 

Hassas bir kalbin var ve bu yüzden de sürekli acıların hedefindesin. Ama yine de içindeki o ritmik sesleri dinlemekten vazgeçmiyorsun çünkü çok iyi biliyorsun ki gerçek mutluluk için aslolan kalptir. Kalp sesinin ne demek olduğunu bilmeyenler ya da bilseler bile duymak istemeyenler acıtsa da içini, unutma sen yaşadığın sürece o kalp var olacak içinde. Sen yeter ki koru kalbinin güzelliğini ve sana ait, seni sen yapan duygularını.
Elbet bitecek birgün güneşe hasret bu günler. Ve o zaman, bu geceki gibi duygularının soğuk kutuplarında şimdi yaşatmaya çalıştığın cılız minik otlar değil, sımsıcak güneşin can verdiği türlü renkte çiçekler kaplayacak gönül bahçeni.”

Sevda, yatağının kenarındaki kepengin aralığından süzülerek yüzüne vuran sabah güneşinin güçlü ışığıyla gözleri kamaşarak uyandı. Uyku sersemiydi ama bir an içi ürperdi, tüyleri diken diken oldu gördüğü rüya aklına gelince. Rüyasında ilahi bir ses onunla konuşmuştu. 

Anneannesinin küçükken ona rüyaların anlamları ile ilgili söylediği şeyleri düşünürken, pencere önündeki yüzünü güneşe dönmüş kırmızı ve pembe çiçeklerin tac yaprakları arasından kırılarak kepengin aralığından süzülen pembemsi ışık hüzmesinde kayboldu bakışları…

Kısa bir an sonra irkildi ve hafifçe yatağında doğruldu, derine çekip içine hapsettikten sonra sessiz bir şekilde özgür bıraktı nefesini. Hayat, nefeslerin içine sakladıklarıyla devam ediyordu ve yeni bir gün başlamıştı bile işte…
***
Günler, haftalar, aylar geçtikçe Mecnun kendi benliğini Leyla’nın benliği içinde kaybetmeye devam ettiğinden, gerçek aşkın tarifini bilmeyen diğer insanlar onun aklını yitirmek üzere olduğunu düşünmeye başlamışlardı. Oysa ki, onun içinde sadece Leyla’sı vardı ve nereye baksa onu görüyordu. İnsanlar onu anlamadığı için kimselerle konuşmak istemiyor, tüm sırlarını yeşilliklere açıyor, laleye niyaz ediyor, nergise bakarak Leyla’nın gözlerini hatırlıyor, bülbüllere aşkını anlatıyordu. 

Leyla da eve kapanmıştı, kimselerle görüşmüyordu. O da Mecnun’a benzer durumdaydı; ateşin varlığını erittiği mumlarla konuşuyordu, tüm gücüyle dört dönen pervaneye dert yanıyordu. Evde herkes uyuduğunda, geceleri aya bakıp içini döküyordu. Sabah olunca da seher yeline sesleniyordu, ona Mecnun’undan haber getirmesi için. Sabaha kadar ağıtlar yakarak ağlayan Leyla, gündüzleri de sessiz ve bitap bir şekilde perde arkasına çekiliyordu.

Mecnun, bu hallerini kimse anlamadığından ve anne babasına da acı çektirdiğini bildiğinden, babasına mektupla veda edip sevdasını doyasıya yaşamak için kendini çöllere attı. Yolda karşılaştığı avcılardan yakaladıkları ceylanı ve güvercini serbest bırakması için önce üstündeki elbiselerini sonra bileğindeki inciyi verdi. İnsanoğlunun yaşamı boyunca anlam yüklediği maddi değerlerden kurtuldukça Mecnun, hayvanlarla dost olmaya başladı. Ondan zarar gelmeyeceğini anlayan bütün hayvanlar, kuşlar ona katıldı ve etrafında içinde maddiyatın olmadığı büyük bir topluluk oluştu. 
***
Sevda Gölcük’te yalnız yaşıyordu, sevgilisi Özgür de İstanbul’da. Bir buçuk yıldır birlikteydiler. Doludizgin başlayan aşkları, bir yıl sonra Özgür’ün İstanbul’da iyi bir iş bulmasıyla içine özlem ateşini de almıştı. Görünen o ki, bu durum yalnız Sevda için geçerliydi. Dün akşamdan başlayarak Özgür’ün birkaç günlüğüne Gölcük’e gelmesini planlamışlardı, yarın 17 Ağustos’du ve Sevda’nın doğum günüydü. Ama dün akşam hiç haber alamadığı Özgür’den sabah gelen telefonda, Özgür’ün dün akşam aniden önemli bir iş yemeği planlandığı için ona katıldığını ve yarın sabahki toplantıdan sonra gelebileceğini, yani gelişinin yarın öğleden sonraya kaldığını öğrendi. Özgür haber verememiş, akşam da geç oldu diye aramamış, hazırlık yaptığını bilmiyormuş, doğum gününde telafi edecekmiş, çok özür diliyormuş gibi sözlerle halden hale girmişti ama Sevda hoşlanmamıştı bu cümlelerden… Gerçek aşk bu muydu? Hayatının en önemli iş toplantısına girse de veya iş yemeğine gitse de mutlaka sevdiğini arardı o. Evet gerçek aşk özgür olmalıydı; aşıklar sevgililerinin ruhunda hiçbir sınır tanımadan özgürce eriyip bir bütün oluşturmalıydılar ama Özgür, özgür olmayı yanlış anlıyor diye düşündü çünkü Sevda, aşka çok farklı bakıyordu.

Sevda, daha küçücük bir çocukken saf aşkı meleklerden çalarak hayalinde yaratıp kim olduğunu henüz bilmediği ama yeryüzünde bir yerde var olduğuna emin olduğu gönlü yakışıklı müstakbel ruh eşine sımsıkı bağlanmış ve onu kendisinden kimseler almasın diye gökyüzündeki ayın içine saklamış ve yıllar geçtikçe saf sevgiyle büyütmüştü içinde. 

Geride kalan yıllarda hayatına giren insanlar olmuştu ama gecenin sessiz karanlığında yalnız kaldığı bazı zamanlarda, gökyüzünün karanlığını aydınlatan parlak ay ışığının büyüsünde kaybolarak gerçek aşkın düşüncesinde ona kavuşuyordu. Kimselerin bilmediği yıllar süren bir ritüeldi bu onun için… 

Sevda klasik müziğe tutkundu. Söz olmamasını seviyordu. Her parçayı dinlerken kendine ait sözler yazıyordu çünkü. Çocukluğundan beri favorisi olan Antonin Dvorak’ın CD’sinden “Song to the Moon” aryasını, gözlerini kapatıp dinlemeye başladığında, huzurlu bir teselli buldu içinde. Dün gece hayal kırıklığına uğramıştı ama ne olursa olsun o, gerçek aşka inanıyordu. 

Uyumadan önce aşka dair birşeyler okumak için kütüphanesinin önüne geldi ve Fuzuli’nin “Leyla ve Mecnun” kitabını alarak yatağa uzandı. 
***
Arkadaşlarının ve ailesinin baskılarına dayanamayan Leyla, çok da istemeden süslenerek dolaşmaya başladı dışarılarda. O zamanlar da Arapların arasında soylu, kıvrak zekalı, yakışıklı ve düzgün tavırlı, İbn Selam denen bir genç vardı. Birgün atına binmiş dolaşırken Leyla’yı gördü yolda ve bir bakışta vuruldu ona. Hemen evine dönüp yüklüce parayla, yol erkan bilen birini yanına alıp Leyla’yı istedi anne babasından ve nişanlı oluverdi birden, gözündeki yaşlar yeni yeni kurumaya başlayan Leyla… Ancak, gerdek gecesinde İbn Selam’a anlattığı masalla onu kendinden uzak tutan Leyla, Mecnun’a olan aşkını yaşatmaya devam etti sadece ona ait olan bedeninde ve ruhunda. 

Bir de, Zeyd adında vefalı, erdemli, olgun biri vardı. O da bir dilbere gönül kaptırmış, aşk muhabbetinin cefasını çekmişti. Mecnun’la dosttu bu yüzden. Arada sırada çölde bulur onu, dertleşirlerdi. Birgün Zeyd, Mecnun’a Leyla’nın evlendiğini haber etti ve karşılıklı mektuplarını taşıdı onların… Çölde ölümünü bekleyen Mecnun, öğrenmişti Leyla’sının sadece onun olduğunu. Ama incinmişti bir kere, mektuplardan aldığı vaatlere inanmayı tercih edip ümidini sıcak tutmaya çalışırken bir yandan da mum gibi eriyordu aşkının ateşinden ve sonunda, aşkın binbir türlü cefasıyla yoğrulduğundan sağlığı bozuldu. Artık dünyayla bütün bağlantısı kesilmiş ve sadece ruhuyla yaşar hale gelmişti. Leyla’nın vücudu da dahil olmak üzere bütün maddi varlıklarla ilişkisi bitmişti.

Bu arada, Leyla’sına kavuşmak için gizli gizli minnet çeken İbn Selam da, yanındaki eşine hasretinden eridi, yataklara düştü ve sonunda can verip, Hakk’a ulaşınca bunu fırsat bilen Leyla yas tutup üstünü başını parçaladı üzüntüden.

Ve bir gün derbeder bir halde kendini çöle atan Leyla, Mecnun’u buldu ama Mecnun onu tanımadı ve “Leyla benim içimdedir, sen kimsin?” deyince Leyla, onun ulaştığı mertebeyi anlayıp  evine geri döndü. Kısa bir süre sonra da üzüntüden hasta oldu ve hayata gözlerini yumdu. Leyla'nın öldüğünü öğrenen Mecnun, onun mezarına gidip uzanıp canından can gitmiş gibi hıçkıra hıçkıra ağladı. Yaradana feryat figan dualar ederek canını almasını, kendisini Leyla’sına kavuşturmasını istedi. Duası kabul oldu, göklerin gürlemesiyle birlikte Leyla’sına kavuştu aşıklar aşığı Mecnun.
***
Diğer “Leyla ve Mecnun” hikayelerini de okumuştu Sevda. Kitap kurdu olduğu için, bu tarz edebi metinlerin tek başına ve bağımsız olmadıklarını biliyordu. Her metin kendi döneminin başka metinleriyle ya da daha önce yazılmış öteki metinlerle yer yer biçim, içerik, tür ve anlatım özellikleri bakımından alıntı, yakınlık, benzerlik ilişkisi içinde bulunurdu. Yani edebi metinler, sürekli bir ilişki içinde oldukları başka metinlerin etkileri ve katkılarıyla ortaya çıkardı. Fuzuli de, dünyevi aşkı tarif eder gibi görünse de tasavvufi öğelerden beslenerek sonunda Allah aşkına ulaşmaya vararak vahdet-i vücud inancını ortaya koymuş ve diğer Leyla ile Mecnun mesnevilerinden farklı olarak sevgilileri kavuşturmak yerine ölümü, bu aşkın tamamına erdiği yer olarak ifade etmişti. 

Saat geç olmuştu, okumayı bitirdiği kitabı başucuna koydu ve uykuya daldı Sevda. Birkaç saat sonra büyük bir sarsıntı ile uyandı. Yatak sanki altından kayıyor gibiydi. Panik içinde kapı eşiğine koştu ve  çömeldi, şoktaydı; sarsıntı hala devam ediyordu, eşyalar devrilmeye başlamıştı. Soluna baktı; yatağının sarsılarak hareket ettiğini ve yatağının başucundaki komidinin devrildiğini gördü. Leyla ile Mecnun kitabına gözü ilişti, yerdeydi. Sağına baktı; salon camından gökyüzündeki ayı görür gibi oldu. Camlar patladı birden, ev yıkılmaya başlamıştı. Çömelir vaziyette başını karnının içine doğru bastırıp bildiği tüm duaları okuyarak Allah’ına sığındı ve …

O gece deprem, İstanbul’da da şiddetli bir şekilde hissedilmişti. Yatağın şiddetli sarsıntısından irkilerek uyanan Özgür, kendini hemen kapı eşiğine attı. Sarsıntı bir türlü bitmek bilmiyordu, Sevda’sını düşündü ve yaşlar gözlerinden akmaya başladı. Ona sarılmak istiyordu, neden onun yanında değildi ki? Her yanı toprak kokusu sarmaya başladı ve sarsıntının azalmayan şiddeti duvarların yıkılmaya başlamasına neden oldu. Sevdasını ihmal etmişti son zamanlarda ve işte herşey bitiyordu... Üzerine düşen bir beton parçası ile oracıkta can verdi Özgür de…

O gece binlerce ev yıkılmış, binlerce can da ebediyete göç etmişti. İnsan hayatı, iki nefesimiz arasına sığacak kadar kısa gerçekten de; doğarken aldığımız ve ölürken aldığımız iki nefes ya da herhangi bir anda aldığımız iki nefes aralığı kadar kısa… Bazen elimizde olmadan kaderin acı oyunlarıyla bazen de insan tabiatına özgü davranışlarla gerçeğinin kalıcı kokusu yerine anlık geçici kişisel hazlar, bencillikler veya egolar uğruna sevdalar yitip gidiyor. 

İnsanoğlunun tabiatını anlamak gerçekten zor; hem gerçek aşkın hayalini kurup hem de kişisel bencilliklerle veya egolarla ona ulaşamayıp, gerçek duygulara olan hasretini ölümsüz aşkı anlatan kitaplar ve filmlerle gidermeye çalışıyor. Gerçek aşk sadece filmlerde veya kitaplarda mı kalmak zorunda? 

Değil aslında… Size olan sevdasından mecnun olan birisiyle karşılaşınca çok da leyla! olmamak lazım aşkın içinde özgür olacağım diye.. Evet zordur kendinize ait tüm sıfatları, statüleri bırakarak fedakarlık yaparak kendine ait pekçok şeyden, bir başka ruhun ve kalbin içinde bir olarak varolmak…

Ama kelimelerde can bulan bir eşyanın ya da kişinin tasviri değildir ki aşk.. Bir artı birin iki değil bir olmasıdır duyguları en ilahi şekilde yaşayarak… 

Mecnun’un sevdası gibi…

NELER SÖYLENDİ?
@
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA