DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 16-10-2022 16:52

Gılgamış Destanı

Sular yükselmişti yüzyıllar önce… Issız bir karanlık çökmüştü her yere insanoğlunun ve diğer canlıların neredeyse tamamının yok olmasının ardından… Ve bir süre sonra bir ışık yükselmeye başladı doğudan milattan önce dörtbinli yıllar boyunca… 

“Bereketli Hilal”in Mezopotamya’sının kalbinde görüldü bir grup insanoğlu… 

Sümerliler, Akadlar ve haklarında neredeyse hiçbirşey bilmediğimiz çeşitli küçük etnik gruplar bir araya gelerek zaman içerisinde dünyanın en harika uygarlıklarından birini oluşturdular ve adına “Babil” dediler ülkelerinin…

Kültürel çeşitliliği bol demografik yapı, beraberinde getirdiği yaratıcılıkla uygarlığın görkemini parlattı yıllar boyu ve dünyanın yedi harikasından birine sahip olmakla takdir gördüler kendilerini pek çok açıdan örnek alan Helen kültüründen… 

Elbetteki herşey tozpembe değildi bu diyarlarda. En başından beri fitratı hiçbir zaman değişmemiş olan insanoğlu yine aynı insanoğluydu. Konu hükmetmeye gelince, güç ve iktidar kavramlarının zehri kalpleri etkisiz hale getirip zihinleri, ruhları ele geçiriyordu ve yaratıcılık yerini yok etmeye bırakıyordu. Nitekim dünyanın en görkemli uygarlıkların biri olan bu uygarlık, bir süre sonra Kent-Devletleri adı verilen ve kralların yönettiği bağımsız küçük idari bölgelere ayrıldı. 

Bu Kent-Devletlerinden Bağdat-Basra arasındaki bölgenin ortalarında bir yerde kurulmuş olanına da “Uruk” dendi ve bir söylence yayıldı kuşaktan kuşağa Uruk’ta. Alışılmışın dışında farklı bir söylenceydi bu, olağanüstü varlıkları ve olayları konu edinip imgesel öyküler anlatmak yerine milattan önce üçbinli yılların ilk yarısında Uruk’u yönetmiş ve ölümünden sonra tanrısallaştırılan gerçek bir insana ait olmasıyla...

Otuzbeş yüzyıl önce bir gün, kim olduğunu tam da bilmediğimiz ama şair-yazar yeteneklerine sahip bir adam, atalarından duyduğu ölmek istemeyen kralın söylencesini, elinde çivisiyle kil tabletlere yazmaya başladı kağıt, kalem, şiir, kitap ve edebiyat nedir henüz bilinmezken…

Öyle bir yazdı ki tabletlere, kullandığı dilin yüceliği, okuyanda bıraktığı etki­si, konusunun seçkinliği ve evrenselliği üstün bir destan haline getirdi anlattıklarını. Sevgi ve ölümün destanıydı bu. 

İşte o yıllarda, bu tam olarak tanımadığımız adam dört kısıma ayırdı anlatacaklarını ve ilk kısımda bize Gılgamış’ı tanıttı, üçte ikisi tanrı üçte biri insan, kaslı vücuduyla oldukça iri, tuttuğunu parçalayacak kadar güçlü ama aynı zamanda zalim bir kraldı diye. Öyle bezdirmişti halkını bu kral, Uruklular tanrılara şikayet etmişlerdi onu. Gılgamış, halkına acımazsız davrandığı için çok öfkelenmişti tanrılar ve anne babası olmadığı için iyi eğitilmeyen, dolayısıyla hiç de medeni olmayan, iri yarı vücudundaki kıllarla ve kontrolsüz cesaretiyle adeta vahşi bir hayvana benzeyen Enkidu’yu yaratıp Gılgamış’ın üzerine saldılar. Gecenin bir yarısı kentin sokaklarında karşılaştı Gılgamış ve Enkidu. Dövüştüler tüm güçleriyle, en sonunda Gılgamış kazanıncaya kadar. Ölüm çıkmadı bu kavgadan, aksine delicesine yaşanacak bir dostluk başladı Gılgamış ile Enkidu arasında. 

O tanımadığımız adam, ikinci kısımda Gılgamış ve Enkidu’nun maceralarını yazdı tabletlere. Gılgamış, şan ve şöhret kazanıp hem ölümsüz olmak hem iktidarını daha da güçlü kılma düşüncesinin ateşli ihtirasına kaptırınca kendini, yola koyuldu dostu Enkidu ile beraber devasa sedir ormanına doğru. Humbaba adında sihirli güçleri olan bir canavardı bu ormanın bekçisi. Enkidu’nun zekası ve Gılgamış’ın gücü alt etti Humbaba’yı. İki dostun bu görkemli başarısı bir anda şöhretlerini parlattı. Güçlü ve yakışıklı Gılgamış’ı gören tanrı Anu’nun kızı, aşk tanrıçası İştar etkilendi ve evlenmek istedi Gılgamış ile. Ancak evlilik teklifi reddedilen İştar öfkeden çılgına dönüp babasının yanında aldı soluğu ve Gılgamış’ı şikayet edip zincire vurulu azgın canavar boğayı Uruk’a göndermesini istedi. Uruk halkı birşey yapmadığı için ilk başta kızının bu talebini reddetse de tanrı Anu, kızından duyduğu “cehennemde yaşayan ölüleri serbest bıraktırabileceği” tehdidinin etkisiyle saldı canavar boğayı gökyüzünden Uruk üstüne. Gılgamış ve Enkidu, kentin yakınında  bir yerde canavar boğa ile boğuştular ve Enkidu’nun yardımıyla Gılgamış boğayı öldürdüğünde şan ve şöhretin coşkusu bir kez daha onları kucaklamıştı Uruk meydanlarında, ikinci kısım tabletlerde sona ererken.

Tanrılar, Gılgamış ve Enkidu’nun yaptıklarından rahatsız olmaya başlamaları ve sonrasında konseyde Enkidu’nun ölümüne karar verip bunu ona bir rüya ile bildirmeleriyle başladı üçüncü kısım. Enkidu öleceğini anlayınca üzüntüden hasta oldu ve bir süre sonra can verdi dostu Gılgamış’ın kollarında. Gılgamış ağıt yaktı yedi gün yedi gece ağlayarak dostu geri gelsin diye. Ama olmadı. Gılgamış, sevgi ile ölüm arasındaki tezatlığı, ölümün sevdiklerimizi geri dönülemeyecek şekilde aldığını deneyimledi acı bir şekilde. Bir ürperti sardı içini, korktu. Kendisi de mi aynı kaderi yaşayacaktı birgün? Ölüm korkusu düşünce içine, duyduğu bir efsanedeki ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek için Utnapiştim’in yanına gitmeye karar verdi. 

Birbiri ardına tabletlere yazmaya devam ediyordu, o tanımadığımız adam. İlk iki kısımdaki şan,şöhret ve fetih sarmalında yuvarlanan ölümsüzlük arayışı, üçüncü kısmın sonunda metafizik bir arayışa dönüşmüştü. 

Maceralarla dolu dördüncü kısım, Gılgamış’ın kutsal diyarlara yaptığı ve Utnapiştim’den ölümsüzlüğün herhangi bir sırrı olmadığını öğrenmesi ve kendisine acıyan Utnapiştim ve karısının gençlik otunu Gılgamış’a vermeleriyle son bulacak gibi gözükürken bir yılan çaldı gençlik otunu Gılgamış’tan.. Destanın sonunda, yazgısını kabullenen Gılgamış’ın elinde ne ölümsüzlük ne de gençlik kalmıştı ama Uruk’a geri döndüğünde yüksekçe bir tepeden şehrine baktığında, o an sahip olduklarının güzelliğinin ışıl ışıl parladığını fark etti. 

O tanımadığımız şair-yazar birçok tablete yazmıştı bu destanı.. Tabletlere yazdığı insanlık tarihinin ilk yazılı edebi metni ilgi görmüştü belli ki, elden ele dolaştı ki tüm dünya kültürlerini etkiledi. Bu tabletlerin hepsi bulunamasa da ya da bir kısmı oldukça hasarlı olsa da bulunan tabletlerle dünya kültür tarihinin içindeki pekçok şeyi anlamlandıran bir şaheserdi bu destan…

Tufan miti.. İncil’in Nuh tufanı ile birebir aynı olmasının yanısıra antik Yunan mitolojisinin Pryyha ve Deukalion’un hikayesindeki tufan da Gılgamış destanındakiyle aynı.  Sadece İncil ve antik Yunan değil, dünya üzerindeki tüm kültürlerin mitolojilerinde olan bir mit, tufan miti. Mesela, Kelt mitolojisindeki tufanda somon balığına dönüşüp sualtındaki bir mağarada bir yıl yaşadıktan sonra binlerce yıl hayatta kalmaya devam edip, önce bir kartala, ardından bir şahine ve sonunda da insana dönüşen druid Fintan gibi. Altay destanı Maaday Kara’da da tufan miti ve benzeri olaylar anlatılır.

“Rüya ile mesaj iletme” kavramı... Antik Yunan mitolojisinde krallara, ya da yarı tanrısal varlıklara tanrılardan mesajları ileten bir rüya tanrısı vardı. Tanrı Morpheus’du adı ve hiç şüphesiz ki bu tanrının görevi olan rüya ile mesaj iletme kavramı, Gılgamış destanından esinlenilmişti. 

“Akrep-insanlar, ölüm denizi ve uzak diyarlara yapılan yolculuk” kavramları… Gılgamış’ın yaptığı tehlikeli yolculuk ve yaşadıklarına dair benzer temaları yine antik Yunan mitolojisinde Altın Post’u ele geçirmek için Yunan anakarasından Karadeniz’in doğu ucuna yapılan bir yolculuğun olduğu Jason ve Arganautlar mitinde de görürüz. Aynı tehlikeli yolculuk yine bir Yunan miti olan Odysseia’da da vardır. Tıpkı Gılgamış gibi, tüm tehlikeli aşamaları atlatır Altın Post peşindeki Jason ve Truva’dan dönen Odisseus. Çok açıktır ki bu antik Yunan mit karakterlerinin atası da Gılgamış’tır.

“Şifa-Yılan ve Hırsız-Yılan” kavramları… Asklepios, Yunan mitolojisinde tıbbın ve sağlığın tanrısıdır. Bir eliyle etrafına yılan dolanmış asasını tutan, göğüs kısmı açık uzun bir pelerin giymiş ve bu asası ile yürüyerek şifa dağıtan bir tanrı olarak tasvir edilir. Yine antik Yunan mitolojisinde, Hermes ise gezginlerin, tüccarların, hırsızların tanrısı ve Zeus’un habercisidir. Yunan tanrılarının en kurnazı ve en hızlısıdır. Hermes de üzerinde yılanların dolanmış olduğu sihirli asasını elinden hiç düşürmez. 

Gılgamış destanının geneline baktığımızda, destanın dört kısımda anlatılmış olduğunu görürüz. Tıpkı tragedya kavramını dünyaya hediye eden Sophokles’in tüm tragedyalarını dört perde yazması gibi. Sophokles demişken ünlü eseri Kral Oidipus da, tıpkı Gılgamış destanında olduğu gibi, insanoğlunun kendine ait kaderini kabul etmesi gerektiğine dair bir anafikre sahip değil miydi? 

Daha birçok başka tema ve kavramlara sahip evrensel bir destan, Gılgamış destanı… Bir ilk... Okuma ve yazma açısından öncesi yok… Edebiyatın başlangıcı… 

Bundan üçbinbeşyüz yıl önce yazılmış ama sanki çok yakın bir zamanda yazılmış gibi. Ahlak dersi vermiyor, bilgece şeyler söylemiyor. İnsanoğlunun ölümlü olmaya dair durumlarını kabul etmesi gerektiğine dair basit bir düşünceyi felsefik bir anlatımla sunuyor okuyucusuna. 

Mesela, Tanrılar Enkidu’yu yarattıkları zaman, Enkidu çırılçıplaktı, maymun gibi kıllıydı. Yerden yemek yiyor, suyu eğilip yerden ağzıyla içiyordu. Konuşamıyor, sesler çıkarıyordu, adeta bir hayvan gibiydi. Birgün “Yosma” adında bir güzel bir kadın, Enkidu’yu gördü ama korkmadı ondan. Ona ne yapacağını çok iyi biliyor gibiydi. Önce onunla bağ kurdu, ardından traş etti onu, sonra yıkayıp temizledi. Yosma kendi elbisesini parçalayarak hem kendine hem Enkidu’ya yeni elbiseler yaptı. Konuşmayı, elle yemek yemeyi öğretti. Yedi gece boyunca Enkidu ile yattı ve Enkidu’yu kendine aşık ettiğinde artık medenileşmişti Enkidu… Birisine aşık olduğumuzda, hareketlerimize konuşmalarımıza hatta kıyafetlerimize çeki düzen vermez miyiz? Yani aşk bizi medenileştirmez mi?

Öte yandan bu kısım, acaba Enkidu Gılgamış’ın alter egosu muydu diye de düşündürtüyor. Enkidu dünyaya gönderildiğinde bir ilkel benlik gibiydi ve Yosma, Enkidu’nun kendisinden hoşlanmasından da faydalanarak onu medenileştirdi. İd, ego, süper ego ve alter ego kavramları hücum etti düşüncelerime.

Mezopotamya’dan yükselen kültür ve medeniyet ışığı, binlerce yıl tüm dünyayı aydınlatmaya devam etti. Bu uygarlığın yaşatılan izlerini binlerce yıl sonra hala görmek mümkün. Gılgamış destanında, Humbaba’nın koruduğu binlerce yıl yaşayan sedir ağaçlarının bulunduğu o devasa orman, bugünkü Lübnan’ın bulunduğu bölge ve Lübnan’ın bayrağında yeşil bir sedir ağacı sembolü bu yüzden var. 

Ve Bahreyn, şu an benim yaşadığım ülke… Binlerce yıl önce Sümerlilere göre denizaşırı kutsal ülke… Eski adı Dilmun olan Bahreyn, Gılgamış destanında ölümsüzlüğün sırrına sahip oldukları düşünülen Dilmunların ülkesi. Bahreyn’de bulunan “Qal’at al-Bahrain” kalesi ve “Dilmun Burial Mounds” Unesco Dünya Kültürel Miras listesinde yer alıyorlar. 

Sadece Lübnan, Bahreyn veya Mezopotamya bölgesinde yaşayan insanlar değil bir destanın kalıntıları üzerinde yaşayan… İnsanoğlunun dünya üzerinde yaşadığı her toprakta, tanıdığımız ya da tanımadığımız insanların bıraktığı izler var. Kimisi yeryüzünde havadaki duman ya da köpükten daha büyük bir iz bırakmamış kendinden, kimisi ise kendinden öyle bir iz bırakmış ki, ışık olmuş diğerlerine… Tıpkı çivi ile tabletlere yazarak edebiyatın temellerini atan o tanımadığımız adam gibi… 

Ve bu adamın yazdığı destanının ana fikri ışığında, iki nefesimiz arasına sıkışmış o kısa hayatlarımızda sahip olduğumuz güzelliklerin kıymetini bilip, yaptığımız iyi şeylerle toplumumuzun ve dünyamızın medeni yaşantısına kalıcı izler bırakmak değil midir aslolan? Bugüne kadar bunun insanoğlunca ne ölçüde başarılabildiği tartışılır ama görünen o ki, daha çok okumalıyız. 

O halde, henüz okumadıysanız Gılgamış destanını okumak, okuduysanız da etrafınızdaki herkese okumalarını tavsiye etmek iyi bir fikir gerçekten de…
 

NELER SÖYLENDİ?
@
Nihayet Durukanoğlu 2 yıl önce
Gılgamış Destanını okurken çıktığım yolculuğa bu güzel yazı ike devam ediyorum. Çok güzel kurgulanarak okuyucu ile paylaşılmış bir yazı. Emeklerinize sağlık. Kaleminiz dert görmesin ve bize güzel yazılar armağan etsin ✏️ ✍️
Göker 2 yıl önce
Yazıyı okurken destanın içine bir dalıp bir hayata dönüyorsunuz. Emeğinize elinize sağlık muazzam olmuş.
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA