DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 25-06-2025 16:18

Abdülmecit / Hıfzı Topuz

Topkapı Sarayı’ndayım. Zaman durmuş gibi. Her taşın altına gömülü bir fısıltı her pencerenin pervazında hapsedilmiş bir bakış var. Görüyorum, duyuyorum. Sarayın bahçelerinde yürürken içimde tanımadığım bir aidiyet hissi. Çok tuhaf. Sanki orada bir ömür yaşamışım da yeniden dönmüşüm gibi...

Ama Dolmabahçe bambaşka bir dünya… Topkapı, bir efsane gibi fısıldıyorsa Dolmabahçe bir rüyayı bağırıyor.

Ve işte Dolmabahçe Sarayı’ndayım. Boğaz’ın kenarında mermer merdivenlerde durup yukarı bakınca başım dönüyor: kristal avizeler, Fransız mobilyalar, tavan işlemeleri, sütunlar ve her biri ayrı diyarlardan gelmiş fildişleri, postlar, halılar...

Devasa salonlarda gezinirken fark ettim; sağ ile solun birbirine küsmeden durduğu, bir aynanın içinden yansıyan dünyaların birbirini taklit etmediği aksine tamamladığı o büyülü çizgiyi… 

Simetri, ruhu dengeye çağıran estetik yasası. Zihnin huzuru. Gözün gıdası. Evrenin sessiz matematiğini içinde saklayan bir biçim değil sadece, niyetin de düzeni. İki gözümüz vardır, iki de kulağımız. İnsan kendi içindeki dengeyi dışarıda arar. Kaosun içindeki güzelliği görebilmek ise ancak denge ile mümkün olur.

Sultan Abdülmecit de bunu anlamış olabilir. Topkapı’nın iç içe geçmiş labirent gibi kurgulanmış gizeminden sıyrılıp Dolmabahçe’de ölçülü zarafetini aradı belki de.

Sarayın bahçesinden Topkapı Sarayı’na baktım ve hayal ettim o eski zamanları...

Bir yaz günü sabahında Sarayın kubbeleri kara bulutlarla kaplı, Haliç’in suları donmuş gibi hareketsiz, rüzgâr sarayın taş merdivenlerinde çekine çekine dolaşıyordu...

Hünkâr dairesinin içinde ürkütücü bir sessizlik vardı. Dışarıda ise fısıltılar giderek çoğalıyordu. Kapıkulu askerleri kalkanlarını gökyüzüne çevirmiş gibi susuyor, haremde cariyelerin yüzleri birer gölgeye dönüşüyordu.

Veliaht Abdülmecit henüz on altı yaşında, sesi ince, bakışları tedirgin bir delikanlıydı. O sabah haremin bahçesine çıktığında gökyüzüne baktı uzun uzun. Martılar bile uçmuyordu.

Ve sonra bir haberci koşarak geldi. Ayak sesleri taş duvarlarda yankılandı. Harem kapısından içeri girdiği anda tüm dünya sustu;

“Sultan Mahmud Han vefat etti…”

O an içinde bir ses hissetti. Gözleri bir an boşluğa bakar gibi oldu Abdülmecit’in. Kırılan çocukluğunun son cümlesi sadrazamın titrek sesiyle tamamlandı.

“Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye’nin 31. Padişahı, Sultan Abdülmecit Han hazretleri, Allah ömrünü uzun kıla…”

Çocuklukla hükümdarlık arasında, çizgisi kesin belli olmayan bir sınırda duran Abdülmecit tahta çıktığında devlet bir harabeden ibaretti. Göz gözü görmeyen bir pusun içinde doğmuştu onun saltanatı. Nizip’te ordu darmadağın olmuş, donanma ise Ahmet Fevzi Paşa’nın ihanetiyle Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya teslim edilmişti.

Sarayın duvarları arasında yankılanan ilk adımında yanında babasının son sadrazamı Hüsrev Paşa vardı. Lakin Abdülmecit, her şeyi bir tek kişinin bakışıyla görmek istemedi. Vaktiyle sadaret makamında bulunmuş paşaların fikirlerini dinledi; eski defterleri açtı, eski yüzleri yokladı. Ancak bir kişi eksikti orada; Londra’da görevli Mustafa Reşit Paşa...

Bir mektup gönderildi hemen ardından. İstanbul’a dönmeliydi Reşit Paşa. Ve döndü de. Yorgun ama dirayetli bir duruşla girdi Saraya. Sultan’a yalnızca politik yolları değil, bir zihniyet devrimini de önerdi. Ona göre; Avrupa’nın desteğini almanın, gayrimüslimleri devlete bağlamanın, aydınların taleplerini yatıştırmanın, milliyetçiliği törpülemenin ve belki de bir daha donanmasını kaybetmeyecek bir devlet yaratmanın tek yolu vardı...

Tanzimat...

Ve Kasım 1839’da Gülhane Hattı Hümayunu okundu. Genç Abdülmecit’in tahta çıkışından sonraki ilk icraatı, kelimelerle kurulan bir adalet vaadi olmuştu.

Sarayın duvarlarının ardından bir rüzgâr esiyordu. Bu rüzgâr bazılarına göre Batı’nın rüzgârıydı bazılarına göre de yozlaşmanın ta kendisi. Saraydan çıkan kadınlar, mesire yerlerinde, çarşılarda daha serbest dolaşır oldular. Bu değişim, gelenekçi çevreleri rahatsız etti. Çarşılarda, camilerde, kahvehanelerde mırıldananlar çoğaldı, “Sultan gâvurlaştı!” diyenler oldu.

Kadınların mesire yerlerinde görünmesi, boğazda ihtişamlı sarayların yükselmesi, halkın gözünde birer israf ve sapmaydı. Ama öte yandan kölelik yasaklanmış, yargısız infazlar kaldırılmıştı. Hukukun sesi, ilk kez halkın kulaklarına ulaşmıştı.

“Babam öldü. Ve ben henüz on altı yaşındayım. Bu tahta yalnızca kaftanla değil, ağır bir yükle çıkılıyor. Nizip’te alınan yenilgi gözlerimde. Donanma, haysiyetimizle birlikte teslim edilmiş. Sarayın duvarları kadar soğuk içim. Hüsrev Paşa önümde eğiliyor, ama ben onun gözlerinde korkuyu değil, kuşkuyu okuyorum. Bu saltanat, yıkılmamak için yenilenmeli!” diye düşündü Sultan Abdülmecit, Tanzimat’ın ilan edildiği günün gecesinde...

Hüsrev Paşa ise odasındaydı ve kuşkuluydu; “Genç bir padişah… Ve yelkenler çoktan Batı’ya döndü. Ben eski bir askerim; fetih çağını gördüm, şiddetin hüküm sürdüğü zamanları… Bu Tanzimat lâfı bana yabancı. Reşit Paşa, elçiliklerden devşirme bir fikirle geliyor. Ama ya devletin ruhu ne olacak? Saraydaki kadınların sefahati, askerlikten soğuyan gençler, rüşveti kılıfına uyduran memurlar… Bu çocuk, devleti taşıyabilir mi? Ben sadığım, ama aklım endişe dolu. Çünkü bu devlet, yalnızca kılıçla değil, akılla da ayakta kalmalı!” diye söyleniyordu kendi kendine.

İstanbullu bir Yahudi olan Moşe; “Ferman çıktığında hanemde dualar okundu. Can güvenliği… Mal güvenliği… Sözlerle gelen bu iyilik kalıcı olur mu? Askerlik geldiğinde gençlerimiz ne olacak? Tefecilik yapanlara ‘Avrupalı’ denip biz hâlâ ‘öteki’ miyiz? Ama yine de oğlumun bir gün kadı huzurunda Müslüman bir tüccarla eşit yargılanacağını düşünmek… Bu bir mucize gibi. Belki de gerçekten bir şeyler değişiyor. Belki…”  derken,

“Bu Tanzimat denilen bid’at, İslam’a sırtını dönmektir. Şeriat dururken beşerin kanunu mu adaleti sağlar? Gayrimüslime verilen ayrıcalıklar, ümmeti zayıflatır. Padişah efendimiz gençtir; şeytan, kulağına Batı’dan fısıldıyor. Bu ferman bizi millet olmaktan çıkarır, ümmeti parçalar. Ben bu sözleri minberde dile getirdim, ama kulaklar sağır. Belki de kıyamet, reform adıyla gelir!” diyordu başka bir mahallede oturan Şeyh Ali Efendi.

Ve sonunda anlaşılacaktı ki kelimeler toplumsal hafızayı dönüştürmek için yeterli değildi...

Sultan’ın Batı’ya dönük yüzü, sarayın içinde gölgeler yarattı. Saraydaki cariyelerine duyduğu derin ve zaman zaman zayıflık noktasına ulaşan aşk, kız kardeşlerine olan aşırı bağlılığı, bu kadınların harcamalarını dizginleyememesine yol açtı.

Fakat tüm bunların bedelini devletin hazinesi ödedi. Ve hazine her gün biraz daha boşaldı.

Sultan Abdülmecit, Osmanlılık fikrine inandı. Ayrı dinlerden, dillerden, etnik kimliklerden gelen insanları tek bir çatı altında, eşitlik ilkesiyle birleştirmek istedi. Ancak bu düşünce, Fransız İhtilali’nin milliyetçilik kıvılcımıyla yanmakta olan gayrimüslim cemaatlerde karşılık bulmadı. 1856 yılında “Islahat Fermanı” ile verilen ayrıcalıklar, Müslümanların tepkisine neden oldu; gayrimüslimler ise bu ayrıcalıklara rağmen askerlik yükümlülüğüne karşı çıktılar. Bir yandan da Batılı devletlerin kışkırtmalarıyla her cemaat kendi yoluna gitmek ister oldu.

Saltanatının günleri ilerledikçe, çevresi kalabalıklaştı ama sesi git gide azalıyordu. Sadrazamlar, seraskerler, şeyhülislamlar, kendi menzillerinde yürüyorlardı. Onları hizaya getirecek bir Mahmud şiddeti yoktu Abdülmecit’te. O, daha ziyade kalbiyle hükmeden bir hükümdardı. Ve o çağda, kalbiyle hükmeden birinin kaderi çoğu zaman yalnızlıktı...

Bir gece Sultan Abdülmecit yalnız kalmak için sarayın küçük odalarından birine sığındı. Işık yakmadı. Pencereden dışarı baktı. Bahçede tek tük lamba yanıyordu. Uzaktan bir ney sesi duyuldu. O anda, kendi gençliğini hatırladı.

Babasının ölüm haberini aldığı sabahı...

O karmaşayı...

Tahta çıktığı gün gözlerini sabit bir noktaya dikip “Artık çocuk değilim!” deyişini...

Sonra, Avrupa’ya gidişini ve dönüşte Dolmabahçe Sarayı’nın merdivenlerinden Reşit Paşa ile çıktıkları o ânı hatırladı...

Dolmabahçe Sarayı’nın duvarları aynıydı, halılar aynıydı, mermerler aynıydı… Ama kendisi aynı değildi artık. “Gördüm, Paşa…” demişti merdivenleri çıkarken; “Bizde olmayan ne varsa, onda büyülenmişler. Ne varsa bizde olan, ona körleşmişler…”

Reşit Paşa susmuştu. Ne söylese yetersizdi. Çünkü Avrupa’nın süsleri, zenginliği, ilimleri kadar yozluğu, kibri ve sömürüsü de gözünden kaçmamıştı.

Babasının resmine gözü takıldı...

"Babam… Mahmud Han… Sana benzemeye çalıştım hep. Hiddetini değil ama inancını alayım istedim. İnkılaplar seninle başlamıştı, bense devam ettirmek istedim. Ama her adımda başka bir dirençle karşılaştım.”

Avrupa gezilerinden sonra Abdülmecit’in reformları bir başka çehreye büründü. Artık sadece Batı’ya öykünmek değil; Doğu'yu unutmadan kendi yolunu bulmak istiyordu. Ne var ki bu niyet, devletin taş duvarlarına çarparak geri dönüyordu.

Sadrazamlar değişiyor, saray içinde entrikalar artıyordu. Ulema memnun değildi. Yeniçerilik gitmişti ama eski düzenin ruhu hâlâ yaşıyordu. Bürokratlar arasında, “Padişah fazla yumuşak!” diyenler artıyordu.

Ve Abdülaziz...

Her geçen gün daha çok güç topluyordu kocaman gölgesiyle.

Yalnızdı Sultan Abdülmecit...

Bazı romanlar vardır ki tarih kitaplarının suskun kalan anlarını dile getirir, bazı karakterler vardır ki kendi zamanlarının ötesinde bir yalnızlıkla anılır...

Ve işte Hıfzı Topuz da “Abdülmecit” romanında Osmanlı’nın bunalımlı, Tanzimat’ın kırılgan zamanlarında, Batı ile Doğu arasında salınan ince bir sarkaç gibi duran Sultan Abdülmecit’i anlatır.

Kendisini gazeteci olarak tanımlasa da UNESCO’da, TRT’de önemli işlere imza atan ve dünya çapında bir bilgi birikimine, keskin bir gözlem gücüne ve yaratıcı bir kalem gücüne sahip Hıfzı Topuz, anı kitaplarının yanı sıra tarihi romanlar da yazmıştı.

1998 yılında yayımlanan ilk romanı “Meyyale” ile gördüğü ilgiden sonra; “Taif’te Ölüm”, “Paris’te Son Osmanlılar”, “Hatice Sultan”, “Gazi ve Fikriye”, “Çamlıca’nın Üç Gülü”, “Devrim Yılları”, “Hava Kurşun gibi Ağır”, “Başın Öne Eğilmesin”, “Özgürlüğe Kurşun”, “Elbet Sabah Olacaktır”, “Vatanı Sattık Bir Pula”, “Çılgın ve Özgür” adlı romanlarında yetkin Türkçesini kullanıp; tarihsel olayları ve kişileri özel yaşamlarıyla, duygu ve düşünceleriyle anlatmıştır.

Abdülmecit, tarih kitaplarında çoğu zaman ağabeyi Abdülaziz’in gölgesinde kalmış ya da oğlu II. Abdülhamid’in sert gövdesi altında unutulmuş gibidir. Ne askeri zaferleri ne de keskin siyasetiyle değil; daha çok zarafeti, sanat merakı ve Batı’ya duyduğu romantik ilgisiyle hatırlanır. Ancak Hıfzı Topuz bu unutulmuşluğu kabul etmemiş ve onu kendi çağına yaraşır bir duyarlılıkla yeniden inşa etmistir.

"Abdülmecit" romanı, ilk bakışta bir padişahın yaşam öyküsü gibi gözükse de Osmanlı’nın modernleşme sancılarının, içsel çelişkilerinin ve kimlik arayışının da edebi bir panoramasıdır aslında. Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği, köleliğin tartışıldığı, matbaanın yaygınlaştığı, kadınların daha görünür olmaya başladığı bir dönemdir bu.

Abdülmecit’in kişiliği roman boyunca bir tür melankoliyle çevrelenmiştir. Kendisini “Batılılaşmaya çalışan bir Doğulu” olarak konumlandırırken, ne Batı’nın ne de Doğu’nun tam anlamıyla kabul ettiği bir figür hâline gelir. Sanata olan tutkusu, ressamlarla kurduğu ilişkiler, Dolmabahçe Sarayı’nın ihtişamında saklanan estetik arzuları… Bütün bunlar bir padişahtan çok, duyarlı bir sanatseverin ruhunu yansıtmaz mı?

Ancak onun bu hassasiyeti, siyasi arenada bir zayıflık olarak görülür. Sadrazamların kurnazlığı, saray entrikaları ve Avrupa devletlerinin sinsiliği arasında, Abdülmecit âdeta kendi dünyasında incelikle yürümeye çalışan bir figürdür.

Hıfzı Topuz’un bu romanında yalnızca padişah değil, çevresindeki kadınlar ve aydınlar da oldukça güçlü şekilde betimleniyor. Dönemin ilk kadın dergilerini çıkaran kadınlar, Paris’teki sürgünlerde çürüyen aydınlar, Babıali’nin labirentlerinde savrulan idealistler… Hepsi de, bir çağın değişimiyle kendi içlerinde hesaplaşan portreler olarak karşımıza çıkıyor.

Abdülmecit’in kadınlarla ilişkileri ise oldukça incelikli anlatılmış. Onlara yalnızca “harem” penceresinden bakmayan, iç dünyalarına temas eden bir hassasiyetle yaklaşır Sultan Abdülmecit... Bu yönüyle zaten o, Osmanlı padişahları arasında neredeyse bir istisna sayılır.

Hıfzı Topuz, deneyimli bir gazeteci ve tarih tutkunu olarak tarihle kurmaca arasındaki dengeyi oldukça usta bir şekilde inşa eder. Olaylar, gerçek tarihe dayanıyor ancak karakterlerin iç sesi ve romanın sezgisel yönü, okuyucuyu kuru tarihçiliğin ötesine taşıyor. Bu da Hıfzı Topuz’un yalnızca olanı anlatmakla yetinmediğini, olabilecek olanın da izini sürdüğünü gösteriyor.

Görünen odur ki olabilecek olan Sultan Abdülmecit’in yalnızlığıydı. Ben de öyle hayal etmiştim o yılları...

Zaman geçmşti, gölgeler uzamıştı. 1861 yılında, İstanbul bir sabah sükunetle uyanmıştı. Saray kapısından kara bir haber yayılmıştı dışarıya...

"Sultan Abdülmecit Han vefat etti!"

Cevdet Paşa; “Babası II. Mahmud’un ölümünde şehirde bir korku vardı, ama Abdülmecit’in vefatında İstanbul hüzünle ağladı.” dedi sonrasında...

Geride, çok eşli bir saray hayatı, kırk iki çocuk, gösterişli saraylar ve boş bir hazine bırakmıştı belki. Ama aynı zamanda, kanunla yönetilen bir devletin ilk adımları, Tanzimat ve Islahat Fermanları, hukukun ışığına açılan ilk kapılar, hürriyet ve eşitlik üzerine atılmış kelimeler, cümleler ve umutlar da ondan geriye kalmıştı...

Kardeşi Abdülaziz tahta geçtiğinde, Dolmabahçe’nin duvarlarında hâlâ onun adımları yankılanıyordu. Saray, hâlâ onu bekliyordu sanki. Reformlar duraksadı. Belgeler çekmecelere kaldırıldı.

Ama rüzgâr hâlâ Boğaz’dan esiyordu...

Ve o rüzgâr, belki de yıllar sonra bir gün, başka bir genç adamın kulağına fısıldayacaktı...

"Bir devleti değiştirmek, bir tahtı taşımaktan daha ağırdır…"

Ama bu kez, o genç hiçbir zaman yalnız olmayacaktı…

***

TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE  KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...

Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz. 

NELER SÖYLENDİ?
@
Sergül özkan 2 hafta önce
Bir gecede cahil bırakıldıklarını söyleyerek eskiyi yad edenler gökteki meleklerin cinsel organlarını gözetliyor diye yıldızları ve astronomiyi baltalayan şeyhülislamların yeryüzündeki karanlık gölgeleri.Tanzimat fermanını ve ıslahat çalışmalarını duymak ,öğrenmek işlerine gelmez.Osmanlıcılık oynarken meselenin insanları ayrıştıran kısmı ile ilgilenmek ve bir günah keçisi ilan edip ona yüklenmek daha zevkli.Kindar ve dindar nesiller kolay yetişmiyor üstad.Kalem konuşmuş.Tarih dile gelmiş.Okumak çok zevkli.Mutlu günler.
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Ekmek Arası Keder / Muhammet Çavdar Mucize Dizeler / Gökhan Sağıt Zaman Yolcusunun Düşleri / Dilek Tuna Memişoğlu Mucizeyi Beklerken / Hüseyin Uyar Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları / Hulusi Turgut Yevgeni Onegin / Aleksandr Sergeyeviç Puşkin Denizden Gelen Kadın / Henrik Ibsen Vezir Gambiti / Walter Tevis Ağrı Dağı Efsanesi / Yaşar Kemal Açlık / Knut Hamsun Roma Mermer Şehir / Jona Lendering Mahşer / Stephen King Lysistrata / Aristophanes Zemheri Sıcağı / Hüseyin Uyar Yapı Ustası Solness / Henrik İbsen Yaban Ördeği / Henrik İbsen Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA