DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 18-03-2024 20:07

Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın

Genç bir kız, Selin Geçit…

Şu an şarkı söylüyor, izlemekte olduğum video klipte; babası da gitarıyla eşlik ediyor. YouTube’da birkaç yıldır varmış bu baba kızın videoları, ben daha yeni keşfetmişim…

Diğer videolarına da baktım. Hepsinde de, kitap dolu bir kütüphane, arka fon. Söylenen şarkılar, seksenli yılların gönül telimizi titretenlerinden...

En güzeli senin kadar sevilmedi
Kimler geldi kimler geçti
Bilmem ki bu akşam sen de bir hoş musun?
İçmeden, hatıralardan sarhoş musun?
Ellerin sanki bak hala ellerimde
Yanıyor duyuyor musun?

İşte buyrun, seksenli yıllarda Ajda Pekkan’ın yorumladığı, Sol Raye’nin “If we were free (Eğer özgür olsaydık)” şarkısının Türkçe uyarlaması olan “Kimler geldi, kimler geçti” bu kadar mı güzel söylenir?

Hem Z kuşağı bir gencin X kuşağı bir babanın gençlik yıllarına ait bir parçayı bu kadar güzel yorumlaması, hem şu an uzakta olan kızımla yapmak isteyeceklerimi yapan baba-kız bir ikili olmaları, hem de bu kitap kokulu atmosfer, bu klibi nostaljik bir müzik şölenine dönüştürüyor benim için…

Zaman aldıkça ve geliştikçe üzerine koyacağı belli olan o buğulu, harika ses, benim de çalmayı çok sevdiğim gitarın hüzünlü tınılarıyla dansa başlayınca, tüm duyguları ayaklanıyor insanın… İçinde kendisine ait zamanın ayarları ile oynanıyor ve unutulmakta olan şarkılara doğru yolculuğa çıkıyorsun…

O yıllanmış şarkıları dinledikçe; “Şimdilerde, şarkılar da ne çok değişti. Nerede o eski şarkılar?” diyesi geliyor insanın, ister istemez...

İşte buyrun, Sezen Aksu’nun “Minik Serçe”si çalmaya  başladı şimdi de…

Ümitlerime geliverdi ilkbahar
Gözlerimde bahar sevinci var
Bir başka mutluluk müjdeliyor sanki çiçekler
Yeni açan tohum yeşeren toprak ve ağaçlar.

Bak işte, bir minik serçe
Benim gibi neşe içinde
Anlaştık biz hiç konuşmadan
Minik serçe ile göz göze geliverince…

Bak seni sarıverdi mutluluk
Zaman durdu bak işte sonsuzluk
Bir başka dünyanın açıldı sanki kapıları
Sevgi seli akıyor şimdi oluk
Bak işte, bir minik serçe
Benim gibi neşe içinde
Anlaştık biz hiç konuşmadan
Minik serçe ile göz göze geliverince…

Var mı şimdilerde, gerçek aşkı bu kadar güzel anlatan bir şarkı?

Masalımsı… “Anlaştık biz hiç konuşmadan, minik serçe ile göz göze geliverince…” diyor şarkı, baksanıza…

Ne kadar farklı iki kişi olsak da, karşımızdakini kendi duygularımızın düşüncelerimizin içine hapsetmeden, aşkından başka her şeye sağır ve dilsiz olmanın ifadesinin en güzel hali değil mi bu?

Ah, gerçek aşk…

Koşulsuz, alabildiğine tutkulu ve en derinden sevmek ve sevilmek…

Senin olduğu için değil, o olduğu için sevmek karşındakini…

Toplumun ya da hayatın sana dayattığını değil de; ruhunu, kalbini hissettiğini en saf halinle sevmek, gerçek sevgi dışında her şeyin boş ve geçici olduğunu bilerek…

Düşünmeden, akılsızca sevmek, deli gibi sevmek…

Bu dünyanın maddi hırslarından, şekilcilikten arınıp başka bir boyutta sevmek, özgür olmak duygularında…

Şimdi bazılarınız; “Böyle aşklar eskiden yaşanırmış, şimdi öyle sevmek ancak masallarda olur.” diyecek, biliyorum. Doğru, belki de siz haklısınız; gerçek anlamda aşk, masallarda olur sadece…

Peki, bize pek çok duyguyu aynı anda yaşatan, gerçeklere ayna tutan, dilden dile dolaşan, büyüsü hiç bitmeyen masal nedir? Aşk neden onun içine gizlenir?

Masal, Türk Dil Kurumu’na göre; “Genellikle halkın yarattığı, ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa sürüp gelen, olağanüstü kişilerin başından geçen olağan dışı olayları anlatan öykü türü” dür. Yani masal, içinde barındırdığı hayali dünyaya rağmen, bu masalları yazan insanların her biri, gerçek hayatta gördüklerini sanal kahramanlara ve kurbanlara çevirerek yazmışlar.

O halde, masallar mı yoksa şu an içinde yaşadığımız dünya mı, gerçek olan? Karmaşık bir paradoks içeren bir soru gibi görünse de, cevabı basit aslında…

“Dünya değişti, hiçbir şey eskisi gibi değil” diyoruz hepimiz… Ama, acaba gerçekten değişen dünya mı?

Hayır. Dünya, aynı istikamette dönmeye devam ediyor; her sabah güneş aynı yerden doğup, her akşam aynı yerden batıyor, geceler hep aynı gece; gündüzler hep aynı gündüz. Hatta, her şey aynı ve sabit bir şekilde yaşandığından parçalara ayırabiliyoruz zamanı. Saat, gün, hafta, ay ve yıl diye isimler veriyoruz, o zaman dilimlerine. Herkesin üzerinde hemfikir olduğu, insanları belli kalıplar içinde hareket etmeye zorlayarak toplumsal düzenin devamlılığını sağlayan, zamanın o nesnel hali işte...

Ve dünya nesnel zaman içinde devinip durdukça; saatler, günler, haftalar, aylar ve yıllar birbirini kovalamaya devam ettikçe; dünyanın ruhu şekilleniyor.

Ancak gelin görün ki, bu sabit nesnel zaman içinde, bir de öznel zamanlar var, farklı farklı hızlarda devinip duran. İnsan, bilimsel olarak kodlanabilse de, ruhunda her türlü duyguyu barındırdığı için sabit bir hızda  akmakta olan nesnel zamanı, farklı şekillerde ve hızlarda deneyimliyor ruhunda… Kolumuza taktığımız saatin gösterdiği zaman, nabız atışlarımıza göre akıyor bir yandan da. İçimizdeki duygular, düşüncelerimizle etkileşince dinamik bir oluş başlıyor içimizde. Zamanın öznel hali…

Ve nesnel zamanın içinde öznel zaman devinip durdukça, kültürel değerler, ahlaki normlar oluşuyor ve zamanın ruhu şekilleniyor.

Zaman bu iki sarmal üzerinden ilerlerken, insanoğlu daha çok bilgiye ulaştıkça, çözümledikçe sırları, yaratıcılığı keşkinleştikçe ve yarattığı maddelere manalar yükledikçe, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, doğru ile yanlışın, kendi ruhunu yoran zorlu bir savaş başlıyor içinde… Bu da, hapsolduğu mutsuzluk prangasından kurtulmak adına özünden uzaklaşan, uzaklaştıkça da özünü bulmaya çalışan insanı ortaya çıkarıyor. Yani, aslında değişen dünyamız değil, ilerlemekle olan zamanın içinde değişen bizleriz.

O halde, yaşadığımız dünya değil de masallar gerçek ise, biz bir masalın içinde mi yaşıyoruz? Ne dersiniz?

Öyle ya, masalın içinde de iyiler, kötüler, kurbanlar, kahramanlar, zengin ve fakirler, hastalar ve genç kuvvetli olanlar vardır, tıpkı yaşadığımız dünyada olduğu gibi…

Hem, hiç dikkat ettiniz mi? Masallarda da mutlaka bir değişim vardır. Bu değişim, istenen, adil ve ileriki yaşam için gerekli olan bir değişimdir. Çünkü masallar bizi anlatır, bazen olduğu gibi bazen ufak bir parça olarak… İç dünyamızdaki parçaları sanki başka bir tablonun içinde resmeder. Unutulmuş zamanlardan gelen masallar sadece geçmişi değil, bugünü ve geleceği de bize anlatırlar tıpkı bir ayna gibi… Bu ayna varolanı daha ilginç kılarak bize sunar. Aynada gördüklerimiz aslında kendimizde görmekten kaçındıklarımız bile olabilir;  ama nedense gördüğümüz sadece kendimiz oluruz.

Özetle, masalımsı hayatlarımız içinde herkesin anlatacak bir masalı vardır. Tabii, dinlemesini bilene… Hayatım nerdesin??.

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.

diye başlayan bir kitap…

İşte buyrun, masalların gerçek olduğuna ve hepimizin birer masalın içinde yaşadığına dair en güzel anlatımlardan biri, Bayram S. Taşkın’ın “Unutulmuş Zamanların Hikayesi” kitabı...

Hepiniz bilirsiniz masallarda kahraman olarak insanlar, hayvanlar ve gerçeküstü varlıkların yer aldığını… Bazen insanüstü hatta tabiat üstü davranışları ile, masalların vazgeçilmez kahramanı devler olur ve genellikle yer altında, karanlıklar ülkesinde veya yaşarlar. Devler yer altında yaşıyor olmasalar bile anlatıcı, masal içinde bir yolunu bulup onları yer altına yani asıl yaşadıkları veya bulunması gerektiği yerlere gönderir.

İşte, karanlık bir kilise, bir mağaranın içinde. Duvarlarında, Meryem Ana ve Hz.İsa tasvirleri. Ve karanlığın içinde bir dev, kambur bir dev; kaçmasın diye sımsıkı tuttuğu genç bir kıza, Sümbül’e, masallar anlatıyor.

Masalın kahramanı olan bu Kambur Dev, Reşit Ali ile Gülcihan’ın oğlu. Yani doğuştan engelli bir insan; iri vücudunda bir kamburu var, doğuştan sağır ve dilsiz. Doğumuyla annesi Gülcihan’ın ölümüne yol açtığı için babası Reşit Ali tarafından hiç sevilmeyen ve sonunda görünüşü nedeniyle bir sirke sattığı Davut, gerçek ismiyle. Anlayacağınız üzere, bir masal kahramanı ama bir o kadar da gerçek hayatın içinden biri aynı zamanda…

Sevme özürlü, aşkı basitleştiren, sürekli tüketen, fedakarlığı hep karşısındakinden isteyen halleriyle duygusal anlamda pek çok kambur insan yok mu aramızda, çevremizde?

Ve hikayemizin kahramanı Kambur Dev’i unutulmuş zamanların aşkını içinde yaşayan günümüzün o aşkı yaşayamayan engelli bir insanlarından biri işte…

Bakın, her şey o kadar gerçek ki bu kitabın içinde, karakterlerinin hiçbiri aslında birer hikaye kahramanı olduklarından bile haberi yok. Bunu zaten anlatıcı da bizzat kendisi söylüyor bize…

Kambur Dev Sümbül’e aşık. Kambur Dev’in unutulmuş zamanlarında babası Reşit Ali de, Kalaycı Beki ile Bohçacı Dürdane’nin kızı olan annesi Gülcihan’a aşıktı ve bu aşkını, temizleyip boyadığı bir kafesin içine koyduğu serçe ile ilan etmişti.

Kafeste bir serçe… Aşk…

Doğru, Gülcihan uzaktan sevdiği Reşit Ali’ye olan sevgisini uzun süre özgürce ifade edemediği, belli edemediği için bastırdığı duygularıyla kafeste bir serçe gibiydi.

Kambur Dev de Sümbül’e serçe diyordu. Ama onun serçesi farklı bir hapsolmuşluk yaşıyordu. “Bırak beni, ben kalabalıklara şarkı söylemek istiyorum! Ne olur, herkesin duymak için can attığı sesimi, seninkinin yanına hapsetme! Allah’ını seversen yapma! Beni kendin gibi sağır ve dilsiz koyma!” diyen bir serçeydi.

Ah ne çok var şimdilerde, bu serçelerden öyle değil mi?

“Bir an kapıyı açıp ya da camı sonuna kadar indirip dışarı kanat çırpacağını sanıyorum. Çırpmıyorsun. Anlıyorum ki henüz serçe olduğunun farkında değilsin” diyen Kambur Dev’in, unutulmuş zamanların aşkını yaşayamadığı için serçesiydi oysa Sümbül...

Okuyanı, geçmiş ile bugün, masal ile gerçek arasında büyüleyici bir şekilde sürükleyen hikayede sadece bu karakterler yok. Bir metre yirmi santim boyunda, otuz beş kilo ağırlığında bir cüce olan Küçük Aziz ve onun sirk kahramanları. Hepsi de, hem masal kahramanı hem de gerçek hayatın içinden fırlamış gibi...

Yazar Bayram S. Taşkın, öyle güzel kaleme almış ki nesnel zaman ile öznel zamanın içimizde devinip durmasını…

Gerçekten de hayat durmuyor, su gibi akıp gidiyor zaman, sonsuzluk içinde. İnsan için üç günde yaşanıyor gibi; dün, bugün ve yarın…

Her şey, göz açıp kapayana kadar geçip gidiyor. İnsan yaş aldıkça anlıyor; akıp giden hayatı içinde bir o yana bir bu yana savurduğu parçalarını eğilip yerden toplayamayacağını…

“Artık her şey için çok geç” demek istesen de, değil aslında…

Unutmayın, masallar hep mutlu sonla biter. Ee, hayat bir masal gibi yaşanıyor ve kendi masalımızı da biz yazmıyor muyuz?

Ne diyor Bayram S. Taşkın “Unutulmuş Zamanların Hikayesi” kitabında?

“Korkma, insan korktuğunu sevemez”…

Bu kitabın hissettirdikleri, kendi masalımı anlatmakta olan yüreğime öyle bir şey bıraktı ki tarif etmek de zorlanıyorum aslında… Bakmayın, bu kadar yazdığıma, dahası da var içimde.

Pekala, o zaman, haydi açıyorum yeni bir video daha…

Her şey seninle güzel, yolda yürümek bile
Olmayacak düşlerin peşinde koşmak bile
Her şey seninle güzel, bu toprak bu taş bile
İçimdeki bu korku, gözümdeki yaş bile.

İşte buyurun, Selin Geçit ve babası, yine kitap dolu kütüphanenin önünde…

Ve; “Her şey seninle güzel”in büyüsü kulaklarımdan girip kalbimi, ruhumu okşamakta…

Kitap kokulu aşkla kalın…

NELER SÖYLENDİ?
@
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA