DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 23-11-2023 16:30

Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen

Dört yıl kadar önce, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Rusya soruşturmasıyla ilgili bir raporun New York Times gazetesinde yayımlanan özetiyle ilgili başsavcı William Barr'ın endişeleri olduğunu özel danışmanının kendisine bildirmesi üzerine, o dönemin devlet başkanı olan Donald Trump, bu gazeteyi eleştirdi ve yayımlanan raporu "sahte haber gazetesi raporu" olarak nitelendirdi.

Bir gün sonra Donald Trump, Washington Post gazetesini hedef aldı ve bu haber kuruluşunu da "çılgın ve sahtekar" olarak nitelendirdi.

Yine aynı günlerde, Donald Trump bu kez de, sosyal medya hesabından; “Basın, ‘Amerika’yı Yeniden Büyük Yap’ deyiminin ihtişamıyla mücadele etmek için elinden geleni yapıyor! Bu yönetimin ilk iki yılında neredeyse diğer tüm yönetimlerden daha fazlasını yaptığı gerçeğine dayanamıyorlar. Onlar gerçekten halk düşmanıdır!” açıklamasını yaptı.

Yüz on yıl kadar önce, bir öğretmen ve şair olan ve devrimci ve idealist fikirleriyle başta Mustafa Kemal olmak üzere birçok aydını etkilemiş olan Tevfik Fikret, “Han-ı Yağma” şiirini yazdı, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecindeki yönetimde nüfuz sahibi olan İttihat ve Terakki’yi halk düşmanı olarak ilan edercesine…

Bu sofracık, efendiler ki bekler yutulmayı
Huzurunuzda titriyor şu milletin hayatıdır
Şu milletin ki acılı, şu milletin ki can çekişir!
Fakat sakın çekinmeyin; yiyin, yutun hapır hapır

Yiyin efendiler yiyin; bu doyumsuz sofra sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Efendiler, pek açsınız, bu çehrenizde bellidir;
Yiyin, yemezseniz bugün yarın kalır mı, kim bilir?
Şu nimetler sofrası bakın, gelişinizle övünür
Bu hakkıdır gazânızın, evet, o hak da elde bir...

Yiyin efendiler yiyin; bu iç açıcı sofrası sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bütün bu nazlı beylerin, ne varsa ortalıkta say:
Soy sop, şeref, gösteriş, oyun, düğün, konak, saray
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay;
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır kolay kolay...

Yiyin efendiler yiyin; bu doyumsuz sofra sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı, yok zarar;
İhtişamın gururu var, intikamın sevinci var.
Bu sofra iltifatınızdan işte böyle ısınır ve ışıldar
Sizin şu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...

Yiyin efendiler yiyin; bu can katan sofra sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Verir zavallı memleket, verir ne varsa malını,
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayâlini,
Olanca rahatını, gönlünün tüm dileğini,
Hemen yutun, düşünmeyin haramını, helâlini...

Yiyin efendiler yiyin; bu doyumsuz sofra sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çatırdayan ocak!
Bugün ki mideler sağlam, bugün ki çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak

Yiyin efendiler yiyin; bu cümbüşlü sofra sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

2019 yılında Donald Trump basını; 1912 yılında Tevfik Fikret hükümeti; daha birçok coğrafyada birileri birilerini halk düşmanı ilan etmişti belki ama, 1882 yılında içeriği aradan geçen yüz yıldan uzun süreye rağmen güncelliğini koruyabilen ve sahnelendiği ülkeler ve toplumsal yaşam biçimlerine göre de uyum gösterebilen “Bir Halk Düşmanı” adında bir piyes yazmıştı, Norveçli yazar Henrik İbsen…

Bir akşam, çok sevdiği şehrinin halkına; “Bütün manevi yaşam kaynaklarımız kirlenmiş ve bütün toplumumuz bu hastalıklı zemin üzerinde yükseliyor. Şu anda güç sizde, çoğunlukta ama hak sizde değil, haklılık bende.” diye sesleniyordu Dr. Thomas Stockmann…

Ama; “Halk düşmanı! Halk düşmanı!! Halk düşmanı!!!” diye bağırmaktaydı ona, öfkeli kalabalık…

Kimdi Dr. Thomas Stockmann ve niye halk, ona bu kadar öfkeliydi?

Dr. Stockmann, uzun süre yurtdışında bir kırsalda yoksulluk içinde yaşadıktan sonra memleketine; doğduğu kasabaya döndüğünde Katherine ile evlenmiş ve biri kız, ikisi erkek, üç çocukları olmuştu. Mutlu bir evliliği ve geçim endişesi olmayan, müreffeh bir hayatı vardı artık... “Halkın Postası” adındaki gazetede hakkında tıbbi makaleler yazarak hem yapımı için fikir babası olduğu, hem de kasabanın turizm kaynağı olmasını sağladığı bir kaplıcada doktorluk yapıyordu.

Dr.Stockmann, yoksul hastalara bakan idealist bir doktor, evinde misafir ağırlamaktan zevk alan, son derece dışa dönük, insan canlısı ve heyecanlı biriydi. Dr. Stockmann’ın eşi Katherine, kasabanın deri fabrikalarının sahibi olan Morten Kiil’in kızıydı. Katherine, kocası aldığı kararlarda aceleci davrandığında onu ailesini düşünmeye teşvik eden, evine ve kocasına oldukça sadık bir eşti.

Thomas ve Katherine'in kızı Petra, mevcut yasalar onun inanmadığı şeyleri öğretmesini gerektirse de, başarılı bir öğretmendi. Anlayacağınız üzere Petra, babasının kızıydı; idealist ve çalışkan…

Dr.Stockmann’ın bir de erkek kardeşi vardı; Peter Stockmann… O; hem kaplıcanın yönetim kurulu başkanı, hem de ihtiyatlı olduğu kadar zaman zaman da acımasız olabilen belediye başkanı olan bir politikacıydı.

O kasabanın sol görüşlü yerel bir gazetesi vardı; “Halkın Postası” adında… Bay Hovstad, biraz yozlaşmış olmasına rağmen, özünde politik bir radikal olan editörüydü bu gazetenin… Ilımlı olmayı kişisel ilkesi olarak benimsemiş olan Bay Aslaksen de; hem bu gazetenin yazı işleri müdürü, hem de kasabanın küçük işletme sınıfını temsil eden “Ev Sahipleri Derneği”nin başkanıydı.

Dr. Stockmann, en başlarda Halkın Postası’nda kaplıcayı yerli ve yabancı bir turistlere tavsiye eden, kaplıcadaki koşulların sağlık için ne kadar iyi olduğunu anlatan yazılar yazmıştı. Bu kaplıca bir süre sonra, kasabanın “can damarı, beyni” haline gelerek kasaba halkı tarafından “küçük bir altın yatağı” olarak görülmeye başlanmıştı.

Ne var ki, kaplıca faaliyete geçtikten sonra suya girenlerde “bulaşıcı, mide bozucu” birtakım hastalıkların görülmesi üzerine, suyun zehirli olabileceğinden şüphelenen Dr. Stockmann, kimsenin haberi olmadan hem kaplıca suyu, hem de plaj ve içme suyu örneklerini alarak yakındaki bir üniversite hastanesine göndermiş ve kapsamlı kimyasal inceleme talep etmişti. Üniversite tarafından yapılan inceleme sonucunda, suyun içeriğinde “kokuşma maddeleri ve yığınla basil” olduğu tespit edilmişti. Üstelik kaplıcanın suyunu kirleten de, Dr.Stockmann’ın eşinin babası olan Morten Kiil’in deri fabrikalarıydı.

Dr. Stockmann, kendi aile ilişkilerini ve kişisel menfaatlerini düşünmeden, sadece insanların sağlıklı olmalarına odaklanarak kaplıca hakkında bu kez de olumsuz bir yazı yazarak baskı için gazeteye gönderdi ancak kaplıcanın yönetim kurulu başkanı olan kardeşi Peter, bu yazının yayımlanmasını engelledi.

Dr.Stockmann’ın bu yeni keşfi, kaplıcanın iki yıl boyunca kapalı kalmasına yol açacaktı. Deri işletmelerinden sızan zehirli atıkların kaplıca sularına karışmasını önlemek amacıyla boruların tüm düzeninin değişmesi gerektiği için de ağır bir ekonomik masrafa neden olacaktı. Bu mali yükümlülükten kurtulmak isteyen iktidar sahipleri ve sermaye grupları, hatta bu mali faturanın yeni vergilerle üzerine yükleneceğini bilen tüm toplum, çözümü Dr.Stockmann’ı “Halk düşmanı” ilan etmekte buldu.

Ve Dr. Stockmann, toplum tarafından kendi halkına ihanet etmekle suçlanarak, ülkesinden ve halkından nefret etmekle itham edildi. Onun; “devlet gücünün başka ellere geçmesini amaçladığı” dahi iddia edildi. Dr. Stockmann’ın önce görevine son verildi, ardından direğe bağlanarak üstü başı parçalandı, evi taşlandı ve ev sahibi tarafından evden çıkarıldı. Hatta, akli dengesinin yerinde olmadığına da kanaat getirildi.

Oysa, kendi kişisel çıkarları doğrultusunda toplumun menfaatini ve manevi değerlerini hiçe sayan kişiye “halk düşmanı” denmez mi?

İnsanı, toplumsal bir varlık olarak düşündüğümüzde, “halk düşmanı” diye tanımladıklarımızda, bilinç kirliliğinden söz etmemiz gerekmez mi?

O halde Dr. Stockmann’ın halk düşmanı ilan edilmesinde bir yanlışlık olmalıydı ki, zaten halka seslendiği konuşmasında Dr. Stockmann da; “Biz insanlar oraya buraya koşuşturuyoruz ama aslında körlerin renkler üzerine tartışması gibi konuşup duruyoruz.” demişti.

Realizm ya da gerçekçilik, bir estetik ve edebi kavram olarak 19. yüzyıl ortalarında Fransa'da ortaya çıkmıştı. Nasıl ki romantizm klasisizme bir başkaldırı niteliğinde ise gerçekçilik yani realizm de, hem klasisizme hem de romantizme bir başkaldırıydı. Amaç; sanatı, klasik ve romantik akımların yapaylığından kurtarmak, yenilikçi eserler üretmek ve konularını öncelikle yüksek sınıflar ve temalarla ilgili değil, toplumsal sınıflar ve temalar arasından seçmekti. Realizmin amacı, günlük yaşamın önyargısız, bilimsel bir tutumla incelenmesi ve edebi eserlerin bir bilim insanının klinik bulgularına benzer nesnel bir bakış açısıyla ortaya konmasıydı.

Henrik İbsen, “Bir Halk Düşmanı” oyununu tam da o zamanlarda, 1882 yılında yazmıştı. Bu oyunun iki önemli mesajı vardı. Birincisi, demokrasiye yönelik bir eleştiri… İkincisi, bireyin cesaretinin ve kendisine olan saygısının, bunaltıcı zorluklara dayanması gerekliliği…

Henrik İbsen bu oyunuyla öncelikle, demokrasilerdeki çoğunluğun zulmüne eleştiri getiriyor. Toplumun liderleri, halkın insafına kaldıkları için doğru olanı yapmaktan korktukları ölçüde çoğunlukla bir tiran haline geliyor. Örneğin Hovstad, doktorun kaplıcalarla ilgili yazısını ilk başta basmak istese de, aboneleri üzüleceği için bunu yapmaktan korkuyor. Belediye başkanı Peter Stockmann, kaplıcalarda herhangi bir değişiklik yapılmasını öneremiyor; çünkü halk, yapım aşamasındaki planlamalarda belediye başkanının bir hata yaptığını anlayarak onu görevden alabilir.

Öte yandan, Henrik İbsen çoğunluğun zulmünü anlatırken, aynı zamanda liderlerin çoğunluğu nasıl manipüle edebileceğini de gösteriyor. Aslaksen ve belediye başkanı kasaba toplantısının kontrolünü ele aldıklarında çoğunluğu kendi çıkarları için kullanarak halkı manipüle ediyorlar. Hovstad'ın, kendisi makaleyi basmak istemediği için abonelerinin olası öfkesini mazeret olarak göstermiş olması mümkün denebilir. Büyük ihtimalle hem kendisi hem de aboneleri doktora karşı çıkacaktı. Hovstad ve belediye başkanı gibi iktidarda olanlar, otomatik olarak çoğunluğun ne isteyeceğini tahmin ediyorlar ve her zaman çoğunluğu memnun etmeye çalışıyorlar.

Yani Ibsen diyor ki; demokrasilerde çoğunluğun fikri ve tehdidi, liderleri dürüst davranmaktan alıkoyuyor. İşte bu noktada, İbsen çuvaldızı bu kez de, liderlerin cesareti ve kendine olan saygısı üzerinden batırıyor.

Ama özünde, Henrik İbsen’in vurgulamaya çalıştığı nokta; bilinç kirliliği…

Dünya üzerindeki tüm toplumlara zamansız olarak baktığımızda, bu bilinç kirliliği de; liberal idealler, milliyetçi idealler, ekonomik idealler, devlet idealleri, dini idealler, burjuva ve proletarya ideallerinin devasa bir yığın halinde insan ruhunda patlayıcılara dönüşmesiyle oluşuyor.

Bu ruhsal patlayıcılar, o zamanlarda günlük gazetelerle, şimdilerde sosyal iletişim ağlarıyla her an evimizin içindeler ve sonrasında düşündüklerimizle, kafalarımızda kurguladıklarımızla diğer insanları hemcinslerimiz olarak görmek yerine onları çıkarlarımıza, ideallerimize birer tehdit olarak görüp “canavar”, “şeytan” veya “halk düşmanı” ilan ediyoruz. Öyle değil mi?

Ve çözüm olarak, bilinci kirli toplumlar, yanlışa doğru demektense, doğruya yanlış demenin kolaycılığına düşüyorlar ve sonrası toplumsal parçalanmışlıklar, huzursuzluklar ve şiddet…

Henrik İbsen, modern gerçekçi tiyatronun öncüsü... Oyunlarında, toplum sorunlarını sergilemeyi, seyirciyi bu sorunlar üzerinde bilinçlendirmeyi hedeflemişti. “Bir Halk Düşmanı”, bilinç kirliliğine dair çarpıcı bir örnek... Oyunda, ayakta duramayacak kadar sarhoş olup dünyanın bencillikleri ve ihtiraslarına bilinci kapalı olan bir ayyaş, Dr.Stockmann’a haklılık desteğini veren tek kişi…

Yüz kırk yıl geçmesine rağmen, dünya üzerindeki toplumlarda hala aynı durum geçerliyse, Henrik İbsen’i tam olarak anlayamamızdan kaynaklanıyordur belki de…

Ama onu anlayanlarımız da var elbette, usta şairlerimizden Can Yücel gibi…

BİR NUMARALI HALK DÜŞMANI

reis bey dedim, reis bey
asın beni dedim, dövün öldürün beni
suçluyum dedim, kahpenin soysuzun biriyim ben
vatan hainiyim belki de
çalmadım öldürmedim ama
daha kötüsünü yaptım
n’aptım biliyor musunuz

halim beyin deposunda hamaldım geçen yıl
kaçıncı balyaydı kimbilir
kaçırmışım keçileri bir ara
arabalar evler sokaklar alıp başını gitmiş
bi ova bi ben bi gökyüzü
sırtımda bir pamuk tarlası
çıkmış üstüne güneş terter tepinir
tek dur dedim güneşe
hayvanlığın lüzumu yok
baktım oralı değil
yıktım oracığa pamuk tarlasını
aldım ayağımın altına güneşi

yer misin yemez misin
neden sonra uyanmışım
karanlıklar basmış geceler olmuş
bir ayçiçeği açmış sağ elimde
solumda yediveren yedi amele
almışız denizi karşımıza
çatır çatır dişimizde ayçiçekleri
bi güzel ağlamışız

adamın gözleri reis beyadamın gözleri
bir koltuk meyhanesiydi
izmir’in meyhane boğazında
bir dumandır uğruyor dışarı bir duman
dumanın yanısıra bir kerih türkü
gel dedi gel girdim içeri
koluma yapıştı birden
gördün mü dedi şu deyyusları
köşede üç herif oturuyordu
nedense çürük dişlerim geldi aklıma
o keçiler var ya dedi o namussuzlar

onlar yedi benim başımı
bigün bile yaşatmam o itleri ama
şükretsinler gene kafakâğıdımı kaybettim
ah bir kafa-kağıdım olsa
ben bilirim yapacağımı
adamın gözleri bir bursa bıçağıydı
çıkardım cebimden nüfus kâğıdımı
tutuşturdum eline

cıvıl cıvıldı gözleri
yeni dağılmış bir ilkokul gibi

işte böyle dedim reis hey
başınızı ağrıtmayayım
yoksa bunlara gelinceye dek daha ne haltlar karıştırmadım
biliyorum suçluyum razıyım cezama
çalmadım öldürmedim ama
daha kötüsünü yaptım

na’aptım biliyor musunuz reis bey
tuttum insanları sevdim ...

***

Yazıyı Sesli Dinlemek İçin Tıklayınız...

NELER SÖYLENDİ?
@
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA