DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 29-01-2023 20:12

Roma’nın Batısı / John Fante

Dolunayda dans ederek yükselip,
kadim sırrın sihriyle sarhoş olan ruhlar…
Ayın ışıkları aşıkların üzerine
gümüşi damlalarla yağarken,
bir büyü uyanır ruhlarda;
sessizce yükselirken geceye doğru,
efsunlu fısıltılarla…

Bir dolunay akşamı sessiz bir sahil kenarında yalnız başıma yürürken denizin üzerinde oynaşan yakamozları gördüğümde, kelimelere böyle dökülmüştü içimdekiler. Bir anda duygusallaşmıştım. Konu deniz ve mehtap olunca normal aslında. Deniz ve mehtap,  romantizmi tetikleyen ve insanın içini ısıtan duyguları ayaklandıran en önemli duygusal fonlardan biri değil midir?

Peki ama benim ve diğer insanların duyguları üzerinde bu denli etkili olabilen gökyüzünün gizemi ne? Belirli döngülerde hareket ederken, geceleri insanları ışığıyla duygusallaştıran ayın veya gündüzleri yaşam enerjisi olan güneşin sırrı ne?

İnsanoğlu en başından beri gökyüzünün sırlarını hep merak etmiş ki, bu konudaki araştırmaların yazılı tarihi, milattan önce 2500 yılında ilk kez Mezopotamya’da başlamış ve sonraki yüzyıllarda simya, meteoroloji ve tıp ile sıkı bir ilişki içerisinde olarak gök cisimlerinin ve diğer astronomik fenomenlerin, insan karakteri ve kaderine etkileri üzerine çalışmalar yapan astroloji ortaya çıkmış.

Ve bugün gelinen noktada da astrologlar, ay’ın duygularımızı ve güvenlik ihtiyacımızı anlattığını, güneş’in irademizi ve kendi arzularımızı nasıl ortaya koyduğumuzu gösterdiğini belirtiyorlar. Ve de ay’ın ve güneş’in gökyüzündeki döngüsel devinimlerinin yarattığı enerjilerin, duygu ve düşüncelerimize etkilerinden dolayı da ay ve güneş tutulmalarının çok önemli olduğunu her fırsatta vurguluyorlar.

Mesela ay tutulmalarında insanlar daha korkak ve daha tepkisel hale geliyormuş ki, bu ruh hali daha büyük güvensizliğin ortaya çıkması ya da insanlarla duygusal yüzleşmelerin yaşanması anlamını da taşıyabiliyormuş. Yani ay tutulması, insanları güvenli bölgelerinden uzaklaştırabiliyor ya da ay tutulmalarında insanların güvendikleri bir şey, kalıcı olarak başkalaşım geçirebiliyormuş.

Güneş tutulmasındaysa durum biraz daha farklıymış; ay, güneş ile kavuştuğundan, bu tutulmalar geçmişi yeni bir olay ile dönüştürüyormuş. Duygusal olarak artık hissettiklerinizi iradeye dökme fırsatıymış bu güneş tutulmaları…

Yani anlayacağınız tüm bu tutulmalar, hayatlarımıza dair perspektiflerimizde bir değişikliğin habercisi gibiymişler.

Gökyüzündeki tüm bu hareketli enerjiler, doğum tarihlerine göre herkesi belirli zamanlarda  etkisi altına alırken,  İtalya’dan ta Amerika’ya göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak başladığı yaşamında, sadece belirli zamanlarda değil, tam aksine sürekli bir tutulmanın içinde gibi görünen yazar bir adam yirminci yüzyılda geldi geçti bu dünyadan…

Bu öyle bir adamdı ki, büyük bir irade göstererek hissettikleri doğrultusunda kalbi seçimler yapıyor ve bu seçimlerin sonucunda hislerindeki değişimden veya duygusal olarak incinmekten korkmadan yeniden yeni kalbi seçimlerle duygusal olarak oradan oraya sürüklenen çalkantılı ama tükenmeyen umutla dolu bir hayat sürdürüyordu. Saf bir dille kelimelere dökülen hayatının hikayesini anlatan kitapları, kendisinden sonra gelen nesiller için adeta birer edebi vahiy gibiydi.

İşte belki de bu yüzden, Charles Bukowski'nin Los Angeles’ta bir halk kütüphanesinde bulduğu kitabının içindeki cümlelerin kendilerine özgü bir enerji ile sayfaların içinde yuvarlanıp durmaları ve mizah ile acının içiçe geçtiği, duygusallıktan korkmayan bir stille yazdıklarıyla “Bukowski’nin tanrısı” olma sıfatını kazanan bir yazar olmuştu.

Charles Bukowski “O, benim tanrım” demiş ve belli bir dönem tüm enerjisini onun kitaplarını tavsiye ederek geçirmişti ama o, buhran dönemi okuma listelerinde Steinbeck ve Harper Lee'nin gölgesinde kalmıştı yine de… Charles Bukowski ve onun tanrısı deyince, hiç şüphesiz anladınız bu adamın kim olduğunu değil mi?

Evet, değeri sonradan anlaşılarak Kuzey Amerika edebiyatının yirminci yüzyıldaki en önemli yazarlarından biri haline gelen ve hatta doğumunun 101. yıldönümünde Los Angeles şehrinin önemli bir kavşağına ismi verilen John Fante’den bahsediyorum elbette ki…

Gerçekten de, adının verildiği o karmaşık Los Angeles meydanı gibi bir adam; John Fante… Hem yazdıklarının içinde kayboluyor, hem de sürekli bir tutulmanın içindeymişçesine yaşadığı yoğun duygusal çalkantıların arasından her zaman başka bir eğriden sağ çıkmanın bir yolunu buluyor.  Öte yandan, duygularını insan ruhunun en alt tonundan yazarak ifade ederken, hepimizin bildiği şeyleri üstü ahlak kuralları ile örtülmemiş bir şekilde dile getiriyor aslında. Yanlış anlamayın, ahlaksız bir yazar değil John Fante; basit kelimeler kullanarak okuyucuyu incitmeden biraz çekingenlik, biraz da kararsızlık içinde umut vaat etmenin özetidir o.

John Fante’nin kitapları ile ilgili yorum yapanlara baktığımda görüyorum ki, onun tek tip okuyucusu yok. Aslında bu hiç şaşırtıcı değil. Hayata sürekli değişen perspektiflerden baktığı için hikayesinin bir yerinde mutlaka sizi yakalayacak ve eminim ki, bir anda meşhur karakterleri Arturo Bandini veya Dominic Molise oluvereceksiniz, okuduğunuz kitabı daha bitirmeden… İşte bu yüzden de, "Onun kitapları sizsiniz" diye yazar Charles Bukowski. “Fante benim tanrım!” demesinin en büyük sebeplerinden biri de, onun farklı okuyucu kitlelerini aynı anda etkileyebilmesidir.

Ben de, John Fante’nin kitaplarını okurken adeta nefes almayı unutuyorum. Fante'nin cümleleri, 1930’lu yılların Los Angeles’ının alt tabakasının karanlık vahşiliğine dönüşüyor. Umutsuzluğu okuyorum derken, bir anda kendimi bitip tükenmeyen bir umudun içinde buluyorum.

Öte yandan da, ilginç bir şekilde kendimi cesaretli; içimdeki en alt tondan konuşup yazan biri gibi hissederek farklı bir boyuta evriliyorum. Onu okudukça, yazarak anlatmayı sevenlerin gizli kulübüne katılmış gibi hissediyorum kendimi. John Fante’nin bütün romanları hakkında yazmak istiyorum ve zaman içerisinde sırayla yazacağım da…

Daha önce onun “Toza Sor” kitabı hakkında yazmıştım. Bu kez elimde, John Fante’nin ölümünden sonra yayımlanan, “Dangalak Köpeğim” ve “Orji” adında iki ayrı hikayeden oluşan “Roma’nın Batısı” kitabı var.

“Toza Sor” kitabında Arturo Bandini’yi çok sevmiştim, bu kez de ilginç bir karakterin; ilk hikayede dört çocuğu ve yağmurlu bir günde çıkagelen “Dangalak” ismini verdikleri köpekleriyle sürekli Roma'ya kaçış hayalleri kuran Henry Molise'in çelişkilerle dolu hayatını okudum.

Hikaye, Point Dume banliyösünü; sokak lambaları olmayan, dolambaçlı ve çıkmaz sokaklarla karmaşık bir şekilde ikiye bölünmüş olan ve orada yirmi yıl yaşadıktan sonra bile hala sis veya yağmurda Henry Molise’nin kaybolarak dolaşmak zorunda kaldığı o kaotik  banliyöyü tanıtarak başlar. Evinden iki blok bile uzakta olmamasına rağmen, bir yönetmenle yaptığı saçma ve başarısız bir toplantının ardından, sokaklarda amaçsızca dolaşıp evini bulamayan Henry’nin bu yön bozukluğu,  “Onun çatışan etnik durumunun simgesi”si gibidir aslında…

Ayrıca hikayenin giriş kısmında “dünya yorgunluğu ve kısıtlayıcı ev içi yükümlülük duygusu” subliminal bir mesaj olarak hissettirir kendini… Bu duygular birçok banliyö erkeği tasvirinin merkezinde yer almaz mı?  Benzer bir hoşnutsuzluk ve kopukluk duygusu sergileyen Henry Molise de “zorunlu” olduğu için eve dönüş yolculuğunu “umutsuz bir iş” olarak ele alır ve ailesiyle paylaştığı yaşam alanına karşı olan kararsızlığından olsa gerek, sonunda kaybolur. Çünkü “fiziksel ev” ile “manevi ev” arasındaki ayrım, maddi konforun kahramanların kendilerine hak hissettikleri ruhsal yaşamı sınırlaması sebebiyle banliyö kurgusunda önemli bir endişe kaynağıdır.

Nasıl da sarsıcı bir giriş değil mi? Durun daha bitmedi. Yüzeysel olarak Henry Molise, 1960'lı yılların "banliyödeki yetişkin neslin materyalist ve uyuşturulmuş duyarlılıklarını" örnekleyen muhafazakar bir banliyö babası klişesine de birebir uyuyor. Ebeveynlerin boğucu, baskıcı bir materyalizme bağlılıklarının sembolü gibi bir adamdır Henry…

Henry’nin hayvanları çok sevmesi ve evde beslemek istemesi yüzünden evi iki kere terk etmiş karısı Harriet, zenci bir kadınla evlenen büyük oğlu Dominic, devamsızlıktan okuldan atıldığı için askere gitmesi an meselesi olan Jamie, oyuncu olmak için annesinden ödevlerini yapmasını isteyen Denny ve erkek arkadaşı için evi terk eden kızı Tina’dan oluşan bir ailenin babasıdır, işsiz senaryo yazarı Henry Molise…

Aile bireylerine baktığımızda Fante'nin hikayesi, kuşaklararası bölünmenin doğruluğunu sorgulayarak, köprü kurmaya çalışmadan önce, bilinçli olarak kuşak uçurumunu kurguluyor. Henry'nin "duygusal mülksüzlüğü", kendisi ve ailesinin üyeleri arasında varlığını hissettiği mesafe hep apaçık ortadadır; Henry ve kızı Tina birbirlerine “yabancı” gibidirler. Henry, zor biri olan Dominic'i anlamak için “çok yorgun”dur. Jamie ise Henry için “bir gizem”dir. Ve hatta, Henry Harriet'le yirmi beş yıllık evli olmasına rağmen hala kendi kendine şu soruyu sormaktadır: “Harriet, karım olmanın yanı sıra ne oldu? Onu gerçekten tanıyor muyum?”

Hal böyle olunca, Henry'nin yinelenen fantezisi, ailesini terk edip uzun kültürel geçmişi Point Dume banliyösündeki bitkin varlığıyla göz alıcı bir tezat oluşturan “Ebedi Şehir” Roma'da yeni bir hayata başlamak için bir kaçıştır.

Görünüşte Henry'yi geleneksel banliyö değerlerinin bir temsilcisi olarak damgalayan tüm bu örnek klişeler, kısmen kendilerini aşağılayan ironi ile sıklıkla tanımlanıyorlar ancak daha da önemlisi hikayedeki Henry, ortaya koyduğu imajıyla bu değerlere zıt bir şekilde, onlara  yabancı biriymiş gibi karşı çıkıyor. Evet, zengin Point Dume banliyösünde, göreli zenginliğine ve orada yirmi yılı aşkın bir süredir yaşadığı gerçeğine rağmen, Henry Molise kesinlikle bir yabancıdır. Ve aslında yabancılık, genellikle banliyö kahramanları için bir onur rozeti gibidir.

Anlayacağınız yine bize kendi hayatından kesitler anlatmaktadır John Fante. “Roma’nın Batısı” kitabı, tıpkı John Fante gibi İtalyan asıllı bir Amerikalının hem Amerikan kültürüyle hem de İtalyan mirasıyla barış yapma mücadelesinin bir incelemesi gibidir aslında...

John Fante, yirminci yüzyılda derin çelişkilere maruz kalmış Amerika’da büyümüş bir yazar… Amerikan toplumunu büyük ölçüde değiştiren bir sosyal mühendislik projesi olarak nüfusun banliyölere kitlesel göçüyle 1920'li yıllarda ortaya çıkmaya başlayan bu yeni çevrenin 1950'li yıllarda oluşturduğu kültürel peyzaj, başlangıçta ütopik terimlerle ulusal refahın bir amblemi olarak tasavvur edildi: “Amerikan orta sınıfının vaat edilmiş toprakları”.

Ancak yine o dönemde gelişen Amerikan müreffeh yaşam tarzı ile sosyal ve politik gölgeler arasındaki ikilik; özellikle de kurumsallaşmış ırkçılık, mafya ilişkileri o yılları yaşayan ve okuyan herkesin hafızalarındadır.

Amerika Birleşik Devletlerinde yirminci yüzyılın başlarındaki kitlesel göçe karşı yerli halkın tepki verdiği bir dönemde, 1923 yılında Ku Klux Klan’ının bir üyesi Denver belediye başkanı seçilmiş. Bu klan'ın o dönemdeki düşmanlıkları büyük ölçüde Yahudilere ve siyahlara yönelik olmasına rağmen John Fante’nin büyüdüğü Colorado'da, siyahlar ve Yahudilere nazaran daha kalabalık olan İtalyan-Amerikan nüfusuna yapılan baskıcı, Katolik karşıtı bir eğilim varmış. Hal böyle olunca, Colorado'daki atmosfer 'Romanist vahşeti, göçmen entrikaları ve İtalyan haydutluğu şüphesiyle doluymuş. İtalyan-Amerikan kuşağının çocuğu olan John Fante de, yaşadığı yerin  nüfusunun bir bölümünün gözünde bir korku ve nefret nesnesi olduğunun kesinlikle farkındaymış ve baskın bir “Amerikan” kimliğinin bir süreç yoluyla nasıl oluşturulduğuna dair bu keskin farkındalık ve agresif dışlama, Fante'nin neredeyse tüm romanlarına nüfuz etmiş gözüküyor.

Bu yüzden “Amerikalı olmayan” bir yabancı olma duygusu, onun kahramanları için tekrar eden bir meşguliyettir. Öte yandan John Fante, yalnızca bu ortamın insani dramlarına değil, aynı zamanda en önemlisi, huzursuzluğa da dayanan bir anlatıda, banliyöleri sınırlandırmak için yaygın olarak kullanılan hem ütopik, hem de distopik vizyonlara başvuruyor bu hikayesinde…

Yani özetle John Fante, o yıllardan gelen bir yazar olarak eleştirel ve ironik, türlü sosyal kozmosu oluşturan milyonlarca karakterin yaşamının derinliklerindeki tartışmalarda bu savurgan sosyopolitik gergin ipte bir damar buluyor yine ve bir arada yaşama, çılgınlık ve küskünlüklerin en katı şekilde ele alındığı bir ailenin banliyödeki yaşamına odaklanıyor ilk hikayede…

İkinci hikaye ise koyu dindar bir ailenin çocuğunun babası ve onun iş arkadaşı Frank'i anlattığı “Orji” dir. Baba, şantiyede çalışırken, ustası borsadan zengin olur ve kendisine bir altın madeni bağışlar. Ancak bu maden için kazı yapmaları gerekecektir. Uzun süre baba ve Frank kazarlar ancak bir şey çıkmaz. Bu arada çocuğun annesi Frank'i ateist olduğu için sevmemektedir ve neler olup gittiğini öğrenmesi için çocuğu da madene, babasının yanına gönderir. İşte bundan sonrası sürprizlerle dolu. “Orji” kelime anlamıyla “Seks partisi” anlamına geliyor. Küçük bir çocuğun gözünden büyüklerin sekse olan aşırı düşkünlüklerini anlamlandıramaması da sanırım John Fante kendi hayatından izler taşıyor. Çünkü John Fante’nin babası Nick Fante de, bir başka kadın için ailesinin terk etmiş biri.

Mizahtan varoluşsal hüzne geçişleri ustaca çizilerek zıtlıkları uyandıran bir kitap “Roma’nın Batısı”… 

Okuduğunuz için pişman olmayacağınız ve okuduktan sonra da John Fante’nin diğer kitaplarını okumayı istemenizi sağlayacak harika bir kitap da diyebilirim.

Evet, evet şiddetli bir tutulma yaşayacağınız da kesin…

NELER SÖYLENDİ?
@
Birsen Uysal 1 yıl önce
John Fante...

Hemen okuyacağım. Teşekkürler...
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA