DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 13-06-2023 13:47

Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan

Hani, “harem” sözlük anlamıyla “mukaddes ve kutsal olan şey veya yer” anlamına gelir ya, işte bir gün kutsal bildiklerine, değerlerine ve duygularına bizzat kendin veya başkaları tarafından bir suikast yapılırsa, yani içindeki hareminde bir cinayet işlenirse… 

Bazen susarsın…

Hatta belki de hiç olmadığı kadar çok susarsın, çok konuşan insanlara inat, acının dudaklarında şekil bulduğu ufak bir tebessümdür konuştuğun…

Susarsın; çünkü farkındasındır, hayatın doğru zamanda doğru yerde olamamaktan oluştuğunun…

Susarsın; çünkü erkeksen eğer farkındasındır, kadınların seni sen yapan özelliklerine aşık olup, sonra senden o özellikleri almak istediklerinin…

Susarsın; biliyorsundur, kendine ne kadar uzaksan aslında, kendine o kadar yakın olduğunun…

Susarsın; yine biliyorsundur, bir kürenin üzerinde yapılan bütün yolculukların, aslında yalnızca başlangıç noktasına yaklaşmaya yaradığının…

Peki, tüm bunların farkında olmak veya bilmek, hayatın bize sunamadıklarını mı sunar? 

Hayır, sunuyor olsa da fark etmiyor; çünkü hayat sende durmam diyor. Her nefeste son gelebiliyor. Her şey bir ana ait sadece… 

Yeryüzü, gökyüzü ve boşluğa düşen insanlar… Derinlere inip boğulanlar da var, mücadele edip çıkan da; ama bir şekilde başladığın yere geri dönüyorsun ve ne yaparsan yap, sana ait bir beden de yok aslında… Hayat bir hatıra, bir anı unutursan ölüyorsun. 

Öte yandan, ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için de hayat sonu olmayan bir yolculuk gibi... Hal böyle olunca, insan vücudunun en bitkin parçası ruh... Bu yolculuk onun yolculuğu çünkü…

Hem de bu öyle bir yolculuk ki, bildiğiniz herşeyi unutun; burada yol, zamanın bir fonksiyonu değil, hız yolun zamana bölünmüş hali ve doğal olarak yolda olmak bir hıza sahip olmayı gerektiriyor. Bunun aksi yolda durmaktır ve durmak sıkıcı... Hem, yolda durmak yolda olmak anlamına da gelmez. Yolda durmak, yolda durmak anlamına gelir. Bir de, yolun bittiği yerde durulmaz; ya önce durulur ya da hiç durulmaz. Ayrıca yol bitmez. O labirentin duvarıdır. 

Evet, yol asla bitmez; çünkü nereye gidersek gidelim, mutluluk hep başka bir yerdedir. İşte bu yüzden yolculuklarımızın sonu gelmez. 

Peki, ya yolun yanlış tarafında olursan… İşte o zaman her yer karanlık ve soğuk.. O anda etrafına bakmak da aklın sorunsalı; 

“Hey, orada biri mi var?”

Sonrası hep sessizlik…

Sadece suyun sesi duyulur böyle zamanlarda…Yolun kenarından renksiz, duru sular akar. Su aktığı yerin rengine bürünmez; ama nedense gözünüze öyle görünebilir. 

Gözde su; gözyaşı… 
Yani su; bir yakıcı, bir yanıcı… 

Yakıcı ile yanıcıdan ortaya çıkan şey fiziksel yangını söndürecek olan şey, hidrojen ve oksijen ama işte manevi yangının yani aşkın adı da su…

Bütün zerreler ve bütün varlıklar içinde bu fani alemin sevdasıdır su… 

Ne güzel demiş Sufiler, “Su gibi ol azizim” diye…

Çünkü bize çok şey söyleyen bir felsefesi var suyun..

Su dağdan akmaya başladığında, daima en az direnç gösteren yolu tercih eder. Önüne bir kaya çıkınca o kaya ile uğraşmaz, onun etrafından dolanır ve yoluna devam eder. Yani su demektedir ki; “Seninle uğraşan insanla hiçbir zaman uğraşma! Uğraşırsan onunla aynı yerde kalırsın, onu al, yolun kenarına bırak ve yoluna devam et!” 

Su daima akar. Bilir ki, aktıkça temiz kalacak, aktıkça berrak kalacak. Yani su demektedir ki; “Yenilen, yeni bir şeyler öğren, her gün geliş ve ilerle…”

Su her zaman kendini akışa teslim eder. Yani su demektedir ki; “her şeyi kontrol edemezsin”. Su birikir, çoğalır, akmaya başlar ve kendini oluşturduğu derenin akışına bırakır; çünkü su bilmektedir ki, “bütün dereler eninde sonunda okyanuslara akacaktır.” 

Su değişmekten asla korkmaz. Bazen yağmur olur, kar olur, buhar olur çıkar gökyüzüne, yağmur olur iner yeryüzüne. Yani su demektedir ki, “değişmekten korkma ve yenilen…” 

Su insanları, hayvanları bitkileri besler. Bir yerde su varsa hayat vardır. Yani su yine demektedir ki, “Daima besleyici ve verici ol”

Su; hayatın özü… 

Su; insan bedeninin büyük çoğunluğu… 

Su; medeniyetin merkezi…

Ve işte küçük bir su damlası… Bu su damlasının vardığı yer ise, aktığı yerde cansız yatan genç bir kızın ayağı…

Ve boğazın sularında bir saray… Nice Sultanların Osmanlı İmparatorluğunu yaklaşık dört yüzyıl boyunca yönettiği Topkapı Sarayı…

Hani “harem” sözlük anlamının yanısıra “Osmanlı padişahlarının aile yaşamlarını sürdürdüğü, padişah, şehzade ve devletin ileri gelenlerine cariye ve eş temin edilen yer” anlamına gelir ya, işte hanedanın devamında şehzadeler, şehzade anaları arasındaki gizli çekişmelerin zehriyle bir gün saray hareminde bir cinayet işlenirse…  

Düşünürsün… 

Acaba böyle bir şey olmuş mudur diye? Olmuştur herhalde sonucu aklına daha çok yatar, su gibi aziz olabilmiş midir insanoğlu, emin olamazsın çünkü…

Yalnız değilsin, Yaz da senin gibi düşünmüş ve “Haremde Cinayet” kitabının hikayesinin açılışında bir su damlasıyla, okuyanı bir dönemin Topkapı sarayının hareminde işlenen bir cinayete götürüyor. 

Şehzade Ahmet, annesi Handan Sultan hikayenin önemli karakterleri olunca ister istemez zaman Sultan III. Mehmet’in son yıllarında mı diye düşünürken Safiye Sultan yerine Sabiha Sultan ve Sultan III.Mehmet ve Sultan I.Ahmet döneminin Celali isyanlarını çağrıştıran ismiyle ve karakteriyle Celal karşımıza çıkınca anlıyoruz ki kurgu bir hikayenin içindeyiz. Hem de ne kurgu!

Gerçek hayatta, o dönemlerde giderek tehlikeli bir hal almaya başlayan Anadolu’daki Celali isyanları, Osmanlı-Avusturya çatışmaları ve diğer taraftan da İran sınırında yaşanan sıkıntılar, Osmanlı sarayının başını ağrıtıyordu. Normalde şehzadeler tahta çıkmadan önce Anadolu’daki sancaklarda görev yapıyorlardı ancak o dönemde Şehzade Ahmet ülkedeki sıkıntılar yüzünden sancağa çıkamamıştı. 

Şehzade Ahmet, babası III. Mehmet’in 1603 yılında ölünce, henüz on dört yaşındayken tahta çıktı ve tarih onu Sultan I. Ahmet olarak yazdı. Sultan I. Ahmet’in tahta çıkınca ilk işi, dedesi III. Murat ve babası III. Mehmet devirlerinde devlet işlerine müdahaleleriyle çeşitli olaylara sebebiyet veren Safiye Sultan’ı Eski Saray’a sürmek oldu. Sultan I. Ahmet, sancağa çıkmadığı için sarayda büyümüştü ve büyük bir ihtimalle haremde yaşanan entrikaların farkındaydı.  

Gerçekten kurguya “Haremde Cinayet” kitabı hikayesinin günümüzdeki yazılma serüvenini anlatan geçişlerin olduğu kitabın “Günümüz” başlıklı bölümlerinde Yaz okuyucuya anlatıyor, hikayeyi nasıl yazdığını ve yazarken neler yaşadığını… Gerçekten de nefes kesen bir yazma serüveni. Hikaye içinde hikaye. İç içe geçmiş iki polisiye roman gibi.

Bu arada fark ettiniz mi bilmem ama Yaz ne kadar orijinal bir isim değil mi? Yaz, babasının “yazar olma hayali”ne istinaden yazar olması için kendisine verilmiş bu ismin gerekliliğini yerine getiren bir karakter. Yani Yaz, ismiyle müsemma olma haline mükemmel bir örnek. 

Ne demek “ismiyle müsemma olmak”? Sözlük anlamıyla isim, “varlıklara verilen ad”, müsemma ise “adlandırılan varlık” demektir. Yani herşeyin bir ismi vardır, birini diğerlerinden ayırmak için.. Bu ayrım bazen isimle doğrudan alakalı olabilir. Örneğin,ismi Cesur olan birinin karakter olarak da cesur olması gibi... Işte isim ve müsemma arasındaki ilişkidir bu. Yazar olması için kendisine Yaz denen bu karakter de hakkını veriyor isminin…

Ve yazıyor Yaz; Topkapı Sarayının hareminde işlenen seri cinayetlerle ilgili hikayeyi yazarken öğrendiği çok önemli bir sır yüzünden kitabı baskıya göndermekle göndermemek arasında kalınca da kararı okuyucuya bırakıyor. 

Hani “Haremde Cinayet”in hikayesi bir su

damlasının peşine takılmamızla başlamıştı ya, bu su damlasının akıbetini merak ediyorsanız da hemen buraya bir Can Yücel şiiri olan “Ateş ve Su”yu bırakayım. 

Ateş bir gün suyu görmüş yüce
dağların ardında
sevdalanmış onun deli dalgalarına.

Hırçın hırçın kayalara vuruşuna,
yüreğindeki duruluğa
Demiş ki suya:
Gel sevdalım ol,
Hayatıma anlam veren mucizem ol...

Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa
al demiş;
Yüreğim sana armağan...
Sarılmış ateşle su birbirlerine
sıkıca, kopmamacasına...

Zamanla su, buhar olmaya,
ateş, kül olmaya başlamış.
Ya kendisi yok olacakmış, ya aşkı...
Baştan alınlarına yazılmış olan kaderi de
yüreğindeki kederi de
alıp gitmiş uzak diyarlara su...

Ateş kızmış, ateş yakmış ormanları...
Aramış suyu diyarlar boyu,
günler boyu, geceler boyu
Bir gün gelmiş, suya varmış yolu
Bakmış o duru gözlerine suyun,
biraz kırgın, biraz hırçın.

Ve o an anlamış;
aşkın bazen gitmek olduğunu.
Ama gitmenin yitirmek olmadığını....

Ates durmuş, susmuş, sönmüş aşkıyla.
Işte o zamandan beridir ki:
Ateş sudan,
su ateşten kaçar olmuş..

Ateşin yüreğini sadece su,
Suyun yüreğini
Sadece ateş alır olmuş...

Kendimizin farkında olmak duygularımızın farkında olmakla başlar. Içimizdeki negatif duygularla iyi geçindikçe, insan olmaya daha çok yaklaşırız. Içimizdeki kibir, kıskançlık, hırs, bencillik ateşini aşkın, sevginin ve tutkunun ateşine dönüştürebildikçe, insan insana yaşadığımızın; yani karşımızdakinin de insan olduğunun farkına varabiliriz. O zaman da ne entrika, ne cinayet olur ne de saklanacak sırlar… 

Yani bütün mesele, su gibi aziz olabilmekte… 

Herşeyin başı su… Felsefenin de…

Felsefenin polisiye romanda da belirgin bir şekilde olabileceğine dair mükemmel bir örnek…

Haremde Cinayet…

Demet Mannaş Kervan’ın şaşırtmacalı ve bolca düşündüren kaleminden…

***

Yazıyı sesli dinlemek için görsele tıklayın...

 

NELER SÖYLENDİ?
@
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA