Doğum anını “Dünyaya gözlerini açtı” diye tarif ettiler.
Evet dünyaya gözlerini açmıştı açmasına; ama herşeye yabancıydı, kendine bile… Etrafında sürekli ona bakan birilerini gördü, onları gördükçe de başkalarının gözünde var olmaya başladı.
Ama olsun, onun da gözleri açılmıştı bir kere, gördüğü yeni insanları tanıyıp anlamlandırmaya yani düşünmeye başladı. Düşünmek içsel bir monoloğuydu ve düşündükleri dile gelmek istedi, konuşmaya başladı. Düşünsel ve dilsel devamlılığını sağlayabilmek için de biraz büyüyünce okudu ve yazdı.
Hepsi de düşünme odaklı bir yolculukta ilerlemek gibiydi. Evet evet “Düşünmek yolda olmaktı” kesinlikle… O da görüp, tanıyıp, öğrenip düşündü her geçen dakika, gözlerini kapatacağı ana doğru yol alırken…
Ve o son an gelip ışık söndüğünde “Hayata gözlerini yumdu” diyeceklerdi ona.
Peki ama göz açıp kapayıncaya kadar geçecek olan bu sürede gördüğü yerlerdeki insanların içinde tanışmadığı biri olabilir miydi acaba?
Belki farkında değildi ama aslında kendisiyle tanışmak için çıkmıştı yola ve kendini arıyordu her yerde. Kendini arayan insandı o… Gözlerini açtığı ilk anda kendisine yabancıydı, değil mi? Ya sonrasında ciddi bir çaba sarfetmediyse, kendisiyle henüz tanışmamış olabilir miydi? Belki de, kendisiyle tanışmadan bile ölebilirdi, kendi bunun farkında olmasa bile…
Derviş’ti onun adı… Her şey ne güzel başlamıştı hayatında, el bebek gül bebek büyüyecek, kendini bulacak derken, 17 Ağustos 1999 yılında korkunç bir depremin altında kalmıştı ruhu; kaybettiği annesi, babası ve kızkardeşiyle birlikte…
Ama hayat devam ediyordu bir şekilde. Üniversiteye gitti, içindeki duyguları tuvaline yansıtarak resimlerle ifade etmeye çalıştı. En yakın arkadaşıysa Mia’ydı. Mia, parlaklık, parlak ışık demekti kelime anlamıyla ki, karanlık anlarının ışığı gibiydi, zaten Mia da… Hep yanındaydı.
Yıllar geçse de, atamadı içinden acılarını ve Sezai Karakoç “Kendini arayan, yitirmeden bulamaz” demişti ya hani, Derviş de kimliksiz kalmış ve hayattaki tek tesellisi içki ve sigarası olmuştu. Yetmemiş, kumar ve uyuşturucuya da teslim olmuştu. Ailesinden kalan mal varlığını kısa sürede tüketmişti ve bohem hayatının acımasızlığını, oturduğu evin kirasını, elektrik ve su faturasını ödeyemediğinde anlamıştı.
Ev sahibi, mahalle esnafı ve kumar alacaklıları yakasına yapışınca bir gece herşeyini bırakarak kaçtı. Artık yalnızca sokaklar vardı onun için ve yalnızca kaldırımlar…
Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.
İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her köşe başını sarmış devler…
Üstüme camlarını hep simsiyah dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir ama gibi evler.
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar içimde yaşanmış bir insandır.
Kaldırımlar duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.
Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği bir çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!
Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim yol gitsin;
İki yanımda aksın bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer takı, gölgeden taş kemerler.
Ne sabahı göreyim, ne de sabah görüneyim;
Gündüzler sana kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.
Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların karasevdalı eşi…
Ne güzel söylemişti şair… Necip Fazıl Kısakürek gibi hissetti kendini, gecenin ıssız karanlığındaki her adımında bu dizeler hafızasında bir bir canlandıkça...
“Kaldırımlar” şiirini yaşıyordu adeta… Yalnızlık tüm ruhunu saran bir duygu olmuştu.
Tamam çok büyük bir travma yaşamıştı sevdiklerinin kaybıyla ama ya sonrası? Nasıl olmuştu da kendini kaybetmişti tamamen ve yapayalnız kalmıştı bu karanlık sokaklarda?
Belki de ruhunda bir savaş başlamıştı; madde ile mananın savaşı…
İnsanın manaya erişebilmesi için maddeyi kullanması gerekiyordu. Öte yandan, madde ise kendini insanın özlem duyduğu bir şeye basamak olarak kullandırttığı sürece vardı.
Hayat, insanın devamlı kendini yenileyebilmesi için canlılık göstererek insana hizmet ediyordu. Fakat ne gariptir ki insan, kendine hizmet etmekte olan hayatı sırtına alarak ona hizmet etmeyi tercih ediyordu. Halbuki insan devamlı tekamül halindeyken de duyduğu bir özlemin içinde değil miydi?
Diğer bir ifadeyle, eşya ya da madde insanda donuktu, hayatsa yenilemeydi. Çünkü hayatın ötesinde ruh vardı ve ruh sonsuzdu. Hani insan kendini tarif ederken eşyaya dayandırarak tarif eder ya, bu çok ilginçti; halbuki insan uçsuz bucaksız bir varlıktır. Ve aklın kendisine sığdırdığı objektif duyuların katbekat ilerisinde aslında.
Akıl bir konuda düşünce yürütebilme ve görüş bildirme yeteneğiyken, zeka bir olayı önce anlama, ilişkileri kavrama, yargılama ve açıklayarak çözme yeteneğiydi. Öyle değil miydi? Başka bir ifade ile, akıl üçgenin geniş tabanını oluştururken, daralarak sivrilen kısım ise zekaydı. Üçgenin geniş tabanı aklın barındırdığı engin anlamı temsil ederken, sivrilerek yukarı çıkan zekâ ise hem aklın anlamını daraltır hem de onun görevini üstlenircesine yükselir.
Yani zeka, hayata bakışımızın ta kendisi… Tüm ölçülerimiz, hislerimiz, sezgilerimiz onun yardımıyla oluyor. Hayatın realitesini onunla tanınıyor ve yetersizlik karşısında bizi toplayan bir araç vazifesi görüyor. Ve zeka her an değişimdedir, bu yüzden de zeka, her an akıldan öndedir.
Tüm bunların ışığında diyebiliriz ki, madde akıl ile şekillenirken, mana da zeka ile şekillenir. Yani akıl insanı maddeye sürüklerken, zeka manaya yöneltir. Akıl objektif duyular üzerine kuruludur. Zeka ile aklı karşılaştırırsak, akıl somut idraklarla katmanlaşmıştır, bize kendimizi tasdik ettirmek isteyen bir gerçeklik, bizi her an içimizden ve dışımızdan uyarmaktadır. Bu hakikattir ve insanların zihinlerinde derece derece farklılıklar arz eder. Toplum, kültür, din ve yetişme tarzlarından dolayı insan hakikati bir arada göremez ve bulamaz.
Zaten akıl da buna izin vermez. Bu yüzden her zihin hakikati kendine göre şekillendirir ve parçalara ayırır. Akıl parça parça hakikat karşısında çaresizdir, zeka ise mutlak hakikati arama peşindedir. Çünkü , zeka keyfiyete dalmak ister ve bu keyfiyet de onun için sonsuzluktur. Ve bu yüzden, insan daima sonsuzu sezer, onu özler. Yani zeka ancak mutlak “bir”i arar, akılsa izafi “bir”in peşindedir.
Ve rüya… Neden rüya gördüğümüzle ilgili pek çok teori vardır ve bu teorilerden hiçbirinin bir kesinliği olmadığı gibi, herhangi bir teorinin tamamen yanlış olduğunu da söyleyemeyiz ama akıl uykudayken rüya zihnimizin içindeki bir simülasyon gibiyse, naçizane fikrim sanki duygusal zeka ile de biraz alakası var gibidir.
Ve nitekim Derviş bir gece bir rüya görür. Şair Sezai Karakoç’un bahsettiği gibi ruhundaki savaşta mananın maddeye galip geldiği bir “Diriliş” yaşar.
Bir dakika, bir dakika.. Necip Fazıl Kısakürek de yine bir şiirinde “Otuzüçyıl saatim işlemiş ben durmuşum, gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” dememiş miydi?
Peki Yunus Emre bir şiirine “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir” diye başlayıp “Hepsinden iyice bir gönüle girmektir” diye bitirmemiş miydi?
İşte Derviş de, ışığını yıllardır karşısında duran ama farkında olamadığı “o parlak ışığı”ndan gelen bir şiirle başka bir boyuta geçer...
Zaman alır yaşamayı öğrenmek
Ya hiç öğrenemeyiz
Ya da yarım kalır bildiklerimiz
Her gün, yeni bir telaşla başlarız güne
Her gün, yeni bir erteleyişle
Her gün geçtiğimiz yoldan
Aynı hızla geçeriz
Her gün gördüğümüz insanları
Aynı kaygıyla dinleriz
Ne söylemek istediklerini anlarız
Ne de anlatabiliriz kendimizi
Zaman alır yaşamayı öğrenmek
Farkına varmak gökyüzünün
Bulutların, martıların…
Zaman alır yaşamayı öğrenmek
Zaman alır değerini yüklenmek inancın!
Evet dostlar.. Yunus Emre, Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç kokan, “Bir Derviş’in Hikayesi”dir bu… “Kendini bilen insan olmayı” önemseyen bir şair, yazar, ressam ve eğitimci olan Abdulrahim Arslan’ın derin anlamlarla yazarak ruhlarınızda iz bırakacak kaleminden….
***