DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 09-12-2022 21:08

Kral Oidipus / Sophokles

Hepimizin kişisel paradigmaları; yani bir anlamda belirli bir andaki algı düzenekleri ya da bakış açıları farklıdır. Bazen olaylar istediğimiz gibi gelişmez ve sıkıntılı günler yaşamaya başlarız. Yaşadığımız olumsuzlukların sebeplerine, kişisel düşünce duvarlarımızı aşamayıp ikna olamadığımız zamanlarda, paradigmasal paradokslarımız ortaya çıkar ve kimilerimiz isyankar bir edayla “lanet olsun böyle kadere” derken, bazılarımız da kabullenici bir tavırla “kader böyleymiş ne yapalım” diyerek farklı tepkiler veririz. 

“Kader” dinimize göre, Allah'ın bütün nesne, kişi ve olayları ezelî ilmiyle bilip belirlemesidir. İnsanoğlu ise var olduğundan beri, yaşadığı olayların içinde aslında bilinçaltında kendi varoluşunun sırrını çözmeye çalıştığından, sık sık “kader” kavramı ile yüzleşir.

Tek tanrılı dinlerden yüzyıllar; bugünden de yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce antik Yunan aydınlanmasında sofizm etkilerinin filizlenmeye başladığı yıllarda Sophokles, “Kral Oidipus” isimli tragedyasını Atina’da sahnelediğinde, kader kavramı ile ilgili tarih boyunca devam edecek olan felsefik tartışmaların önü açılmıştı. 

Sophokles, insanoğlunun kaderini sorgularken, yaşadığı kişisel paradigma paradoksların, tragedya ile anlam olarak örtüştüğünü düşündüğünden olsa gerek; çok tanrılı bir toplumun bireylerinin kader problemini bu tragedyasında sofist bir yaklaşımla ele almıştı.

Böyle olunca da, “Kral Oidipus” ideal tragedyanın birincil etkisi olarak Aristoteles’in ortaya koyduğu, birlikte acı çekme ve dehşete uğramanın ilk kez tam anlamıyla biçimlendiği bir tragedya haline geldi; ve işte o zamandan beri de tragedyalar, hem bir kahramanın kendi çevresinde gelişen olaylarla savaşıp tüm yaşananların kendisinden daha büyük ve anlamlı olduklarını anlayarak bu olaylar karşısında yenik düşmesini anlatmak; hem de izleyenlerde acıma ve korku duygularını uyandırarak ruhu dünyevi tutkulardan temizlemek amacıyla yazılır ve sahnelenir.

Her zaman seyircileri düşünmeye yönelten bir uyarıcı ve danışman olmayı tercih eden Sophokles, eski Yunan mitolojisindeki bir efsaneden hareketle Kral Oidipus’un hikayesini anlatırken, sadece insanoğlunun kader problemini değil; birçok başka kavramı da düşündürtür. Bu açıdan bakıldığında, konusunu bilseniz bile elinizden bırakmayacağınız ve her okuduğunuzda farklı temaların dikkatinizi çekeceği olağanüstü bir metin bu gerçekten de… Şimdi affınıza sığınarak Kral Oidipus’un hikayesini anlatmak istiyorum.

“Thebai kralı Laios’un eşi İokaste hamileyken bir düş görür. Tanrı Apollon’un kahini bu düşü kraliçenin karnında taşıdığı bu çocuğun “büyüdüğünde babasını öldürüp annesi ile evlenme” lanetini taşıdığı şeklinde yorumlar.  Hal böyle olunca, kötü kaderin önüne geçmek için, bebek doğar doğmaz ayaklarından sıkıca bağlanarak ailesi tarafından Korinthos dağına bırakılır. Ancak bebeği Korinthoslu bir çoban bulur ve Korinthos kralına götürür. Bir türlü çocukları olmayan kral ve kraliçe, ayakları şişmiş olduğu için “Şişmiş ayak” anlamına gelen “Oidipus” adını verdikleri bu bebeği kendi öz evlatları gibi yetiştirirler. 

Yıllar sonra bir gün, sarayda duyduğu bir söylenti yüzünden kralın öz oğlu olmadığına dair bir şüpheye kapılan Oidipus, gerçeği öğrenebilmek için tanrı Apollon’un kahinine gider. Kahin ona gerçekte kim olduğunu söylemez ama babasını öldüreceğini ve annesiyle evleneceği bilgisini verir.

Böyle bir felaket yaşamamak ve kötü kaderinden kaçmak için Oidipus kendi isteğiyle saraydan ayrılır ve Thebai şehrine gitmek üzere yola çıkar. Bir yol ayrımında, başka bir arabayla yol hakkının kimin olduğuna dair bir kavgaya tutuşur ve diğer arabadaki yolcuyu öldürür. Öldürdüğü kişinin Thebai'nin kralı, yani öz babası olduğundan henüz haberi yoktur.

Bu olaydan sonra Oidipus yoluna devam eder ve günler sonra Thebai’nin kapılarına gelir. Tanrıça Hera bu şehrin kapılarının yakınına “Sphinks” adında bir canavar göndermiş ve bu canavar da yol üzerinde oturmuş gelip geçenlere bilmece sorup çözemeyenleri parçalayarak öldürtmektedir. O güne kadar kimse canavarın bilmecelerini çözememiştir ve şehrin dış dünya ile bağlantısı kesilmiştir. Sıkıntılı günler yaşayan Thebai’yı geçici olarak idare eden kraliçe İokaste’nin erkek kardeşi, şehri bu canavardan kurtaracak olan kişiye Thebai tahtını vaat eder.

İşte o günlerde, Sphinks kendisinin önüne yaklaşmaya cesaret eden Oidipus’a ilk bilmeceyi sorar.  Biraz düşünen Oidipus doğru cevabı verince sinirlenen canavar bu kez de ikinci bilmeceyi sorar.  Oidipus bir kez daha doğru cevap verince hırsından çıldıran canavar kendini öldürünce Thebai’de herşey normale döner. Oidipus Thebai tahtına geçer ve bilmeden aslında öz annesi olan kraliçenin kocası olur. Bu evlilikten Antigone ve İsmene adlarında iki kızları, Eteokles ve Polyneikes adlarında iki oğulları olur.

Kral Oidipus tahta geçtikten yıllar sonra, Thebai şehrinde salgın ve kıtlık baş gösterir. Çaresiz kalan Kral Oidipus halkını derinden etkileyen salgın ve kıtlığa bir çözüm bulabilmek için kraliçenin erkek kardeşi Kreon’u kahine yollar. Kahin, eski kralın katilinin hala şehirde yaşadığını, bu durumun şehrin üzerinde bir lanet olduğunu ve sıkıntılı günlerin sona ermesi için eski kralın katilinin bulunup cezalandırılması gerektiğini söyler.

Bu öneriye kulak veren Kral Oidipus, kahini bu kez huzuruna çağırtır. Kahin, Kral Oidipus’a katili onun araştırmaması gerektiğini söylediğinde, kahinin bu isteğini iktidarına bir tehdit olarak algılayan Oidipus ile kahin arasında bir tartışma yaşanır ve ardından kahin, Oidipus'un eski kralın katili olduğunu halka söylemekle tehdit ederek saraydan ayrılır. Bu tartışmanın ardından, kahinin tavrı yüzünden Kreon'u suçlayan Oidipus ve Kreon arasında tartışma başlar. Kraliçe içeriye girer ve ikisini sakinleştirmeye çalışır. Eski kocasının ölüm şeklini anlatır ve Oidipus'a sakinleşmesi gerektiğini söyler. Ancak kraliçenin anlattığı eski kralın ölüm şekli, Oidipus’un kendisinden şüphelenmeye başlamasına yol açar.

Bu sırada Korinthos’tan bir haberci gelir. Korinthos kralının öldüğünü ve Oidipus’un kral olmak üzere Korinthos’a çağırıldığını bildirir. Oidipus’un kafası iyice karışmıştır. Babası bildiği adamın ölümü kendi elinden olmamıştır ama annesi hala hayatta olduğundan yıllar önce kendisi hakkında duyduğu kehanetin ikinci parçasının gerçekleşmesinden korkar ve Korinthos’a gitmek istemez. Bunun üzerine gelen haberci, ona aslında evlatlık alındığını, saraya bir çoban tarafından getirildiğini söyler.

Bu kez çobanı çağırtır Oidipus huzuruna. Yaşlı çoban tüm gerçekleri açıkladığında kraliçe İokaste gözyaşlarına boğularak canına kıyar. Oidipus da hem annesi hem de karısı olan kadının broşuyla gözlerini kör eder. “Kral Oidipus” tragedyasında dile getirilen bu dram Oidipus’un Thebai’den sürülmesi, kızı Antigone’nin yardımıyla Kolonos şehrine gelmesi ve orada ölmesiyle sonuçlanır.”

Yani anlayacağınız Kral Oidipus, tanrılar tarafından kendisine dayatılan kadere boyun eğmemek için elinden geleni yapmış; ancak sonunda kötü kaderini yaşamıştır.

Sophokles, çok tanrılı bir dine sahip olan ve her olumsuzluğu tanrıların laneti kavramıyla açıklayan bir toplumda yaşarken, tek tanrılı dinlerin kader kavramına farkında olmadan anlamsal vurgular yapmıştır bu tragedyasıyla… İnsanın üzerindeki lanetin tanrılardan gelmediğini; iktidar hırsı, güç, ego, kibir, ensest ilişki ya da çarpık ilişki gibi kavramlarla insanoğlunun kendi kendini lanetlediğini mi söylemek istedi acaba Sophokles, diye düşündüm bu kitabı ilk okuduğumda...

Tanrıça Hera tarafından adeta lanetlenmiş olan Thebai şehrinin kapılarına gönderilen Sfenks’in bilmeceleri geldi aklıma. Dışarısı ile bağlantısı kesilen şehirde, hayatın normal akışına dönmesi için bilmecelerin doğru cevaplanması gerekiyordu. Sophokles’in anlatmak istedikleri açısından bu bilmecelerin metinde yer almasının mutlaka bir sebebi olmalıydı.

Sfenks, ilk bilmecesinde “Sabahleyin dört, öğleyin iki, akşam üç ayakla yürüyen yaratık hangisidir?” diye sormuştu. Bebekliğinde emekleyerek, yetişkinliğinde iki ayağıyla, yaşlılığında bastonla birlikte üç ayağı ile yürüyen “insan”dı ilk bilmecenin cevabı...

İkinci bilmecesindeyse Sfenks, “İki kızkardeştiler; biri ötekisini doğurur ve ikincisi birincisinden doğmadır”diye sormuştu. Bu bilmecenin de cevabı “Gece ve gündüz” idi. Kral Oidipus’un metninin geneline baktığımızda bu iki kavramın “bilinçaltı ve bilinci” temsil ettiğini düşünüyorum ama tabi ki de üzerinde uzun uzun tartışılacak bir konu bu…

En başta belirttiğim gibi Kral Oidipus, üzerine düşünülmesi gereken ve içinde tartışılacak birçok kavram barındıran bir metin... Hal böyle olunca, bu tragedyanın ve kahramanı Oidipus’un yaktığı düşünsel ateş hep alevli kalarak, yüzyıllar boyunca birçok filozof, edebiyatçı ve tarihçileri dahil etmiş bu tartışmaya… Seneca gibi filozoflar; Voltaire, Andre Gide gibi düşünür ve yazarlar, Yunan mitolojisinin bu kara bahtlı kralının korkunç kaderini irdelemişler ve kendi görüşleri doğrultusunda eserler vermişler.

Hatta Sophokles’in bu eserinin, sadece edebiyat ve felsefe dünyasına değil, psikayatri alanına bile etkisi olmuş. Sigmund Freud, bireyin karşı cinsten ebeveyne karşı duyduğu sahip olma, kendi cinsiyetinden olan ebeveyne ise beslediği yıkıcı hislerin toplamı olarak özetlediği teorisine “Oidipus Kompleksi” ismini vermiş. Özellikle erkek çocukların psikolojisini açıklayan bu teori, bilinçaltına itilmiş ve devamlı baskılanan duygu ve düşünceleri açıklıyor. Hatta öyle ki, “Oidipus Kompleksi” Freud’un araştırmalarında ciddi bir yere sahip. Freud, olay örgüsü boyunca kral Laios’un katilini aramak için Oidipus’un yaşadığı tüm deneyimleri aslında kendi kişiliğini aramak için geçirdiği süreç olarak yorumlar. Freud’a göre Oidipus, aynı zamanda Sfenks’in bilmecesini çözerken kendisi varoluşunun da bilmecesini çözmektedir.

Freud’un bu görüşlerinden sonra, bir başka tartışma alevlenir. Bu kez de ünlü tarihçi Jean-Pierre Vernant, Freud’un araştırmalarına eleştirel bir bakış açısıyla bir tarihçi ve antik çağ uzmanı olarak yaklaşıp, konuyu Freud’un teorisinden ayrı bir şekilde incelemeyi hedefleyerek “Gerçeği mitteki gibi ele almalıyız” demiş. Yani, Oidipus’un ne babasını öldürürken, ne de annesiyle evlenirken hiçbir içgüdüsel sebebi yoktu, onların kim olduğunu dahi bilmiyordu.

Öte yandan Jean-Pierre Vernant, Freud methodunu Oidipus miti ile milattan önce beşinci yüzyılın politik ideolojisi kapsamında da inceleyerek, Oidipus’un Laios’u dört yol ayrımında öldürmesi veya annesi İokaste ile evlenmesinin Freud’un savunduğu gibi bilinçaltının bir ürünü olmadığının altını çizmiş ve her ikisinin de  Oidipus için ebeveyn figürleri olmadığını tekrarlamış.

Jean-Pierre Vernant için önemli olan bir diğer nokta ise Sophokles’in milattan önce beşinci yüzyılda, Freud’un ise milattan sonra ondokuzuncu yüzyıl sonunda yaşamış olması… Dolayısıyla bu dönem ve kültür farkı Freud için sorun oluşturmasa da, bir tarihçi olan Jean-Pierre Vernant’ın çalışmaları için önemli bir değişken olarak dikkati çekiyor.

Tarih boyunca yapılan tüm bu hararetli tartışmaları öğrendikten sonra Kral Oidipus’u ikinci kez okuduğumda, bu kez de metnin sıradışı bir dedektif janrası ile yazıldığını fark ettim. Bu sıradışılık, hem kitabın en başında tüm hakikati öğrenmemize rağmen sonuna kadar merakla okunan bir dedektiflik hikayesi olmasından, hem de modern dedektif hikayelerinden farklı olarak, dedektifin aynı zamanda suçlu kişi olmasından kaynaklanıyor. Yani, suçu işleyen, suçluyu bulacak olan ve en nihayetinde cezayı verecek olan kişi aynı kişi.

Bu noktada derine inip biraz felsefe yaparak şöyle de düşünebiliriz; Önemli ya da önemsiz bir olayın faalinde yer alarak bir şekilde zarar verdiğimiz karşı bir taraf varsa, bu olayı kendi içimizde tartıp bir yargıya varacak olan ve gerektiğinde sorumluluk duygusu ile kendimize de bir ceza belirleyecek olan biz, yani kendimiz olmalıyız.

Bu, hiç şüphesiz hukuki anlamda suç ve cezadan farklı birşeydir. Çünkü hukuki veya ahlaki anlamda “suç ve ceza” dediğimizde kurumsallaşmış bir suç ve cezadan bahsediyor oluruz. Hukuk ve ahlak, tekrarlanabilirlik yasası üzerinden işlemez mi? Oysa ki, Kral Oidipus’da karşımıza çıkan olayın “tekliği”dir. Yani bu, emsal teşkil etmeyen bir olaydır. Babasını öldürmüş ve annesiyle yatmış bir insandan bahsediyoruz. Herhalde böyle bir olayla hayatlarımızın içinde kolay kolay karşılaşmayız ve bu yüzden hukuki ve ahlaki çerçevede bu olayın bir karşılığı yoktur. 

Bu daha çok “etik” ile ilgili birşeydir. Çünkü “etik”, emsal teşkil etmeyen olaylarla daha çok ilgilenir. Her ne kadar bazı filozoflar etik ve ahlakı aynı çerçevede değerlendirip birbiri yerine kullansa da; Sophokles, o şekilde değerlendirmemiş. Onun metninde, Oidipus’un kendisine verdiği İokaste’nin broşu ile gözlerini kör etme cezası sembolik anlamda oldukça önemli. İnsanoğlu gözleri gördüğünde zamana ve mekana kısıtlı olur; oysaki verilen bu ceza da gözlerin kör edilmesi, herşeyi bildiğini zannedip aslında hiçbirşey bilmiyor olmasına vurgu yaparak insanoğlunun bu konudaki kibrine dair önemli bir gönderme gibi duruyor.

Metnin üzerinde düşündükçe, “Oidipus masum mu?”, “Oidipus suçsuz mu?”, “Suçlu olmamak birini masum yapar mı? Yani suçlu olmasan da niyetin kötüyse yine de o olayda masum mu olursun?” gibi sorular aklıma gelmeye devam etti. Gerçekten de kültürel ve düşünsel bir hazine değerinde bir metin “Kral Oidipus”. 

Sophokles bu metinle, tüm dünyaya ideal tragedyayı tanıtırken aynı zamanda antik Yunan tiyatrosuna da yenilikler getirmiş. Tiyatro korosundakilerin sayısını onikiden onbeşe çıkarmış. Tiyatro sahnesinde dekor ve kostüme büyük önem vermeye başlamış ve hepsinden önemlisi Yunan tiyatrosuna üçüncü oyuncuyu ilk o getirmiş. Lirizmi azaltarak diyaloğu geliştirmiş.

Bundan sonra da, Sophokles yine şehir-devlet içerisindeki ilişkileri konu aldığı diğer tragedyalarında da; bir yazarın seyircilerine söylediklerinden çok, bir yurttaş olarak diğer yurttaşa söylemek istediklerini yazmaya devam etmiş. Onun tragedyalarında eylem hep psikolojiye dayanıyor; oyunu sonuna kadar götüren her zaman kahramanın iradesi oluyor.

Yani anlayacağınız Sophokles insanlık durumunun şairidir…

Hmm, acaba şimdi bu kitabı üçüncü kez okusam mı diye düşündüğümde, zihnimin bir köşesinde “Birşey bilmediğim dışında başka şey bilmiyorum” diyen Sokrates’in sözü belirirken, diğer bir köşeden “Alem büyük insan, insan küçük alemdir” diyen Farabi sesleniyor sanki… Ama okunacak daha bir sürü başka kitap ve yazılacak yeni yazılar da var.

Peki ya siz? Henüz okumadıysanız bu kitabı, ilk fırsatta okuyun tabi ki ama okuduysanız ve yeniden okuma konusunda şu an benim gibi düşünüyorsanız da, yeni bir paradigma paradoksuna hoş geldiniz…

NELER SÖYLENDİ?
@
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA