DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 26-07-2024 16:26

Açlık / Knut Hamsun

İkinci Dünya Savaşı beş yıl önce sona ermişti. 1950 yılında Norveç’te bir evin bahçesine genç bir kız girdi ve elindeki kitapları kapının önüne bırakarak sessizce oradan ayrıldı. Ardından orta yaşlarda bir çift, ellerinde kitaplarla aynı evin kapısının önüne gelerek kitapları sessizce bırakarak oradan ayrıldılar. Sonra yaşlı bir adam elinde kitaplarla geldi ve o da aynısını yaparak ses çıkarmadan oradan uzaklaştı…

Bu bir protestoydu ve kısa süre içerisinde hızla yaygınlaştı ve evin bahçesi kitaplarla doldu taştı. Her şey bu kadardı; insanlar herhangi bir taşkınlık yapmadan, hiç ses çıkarmadan kitapları bırakıp gidiyordu.

Yaşı 90’a gelmiş yaşlı adam, olan biteni evinin penceresinden sessizce izliyordu. Bir yazar için kendi kitaplarının evinin önüne yığılması sarsıcı bir durumdu.

Hayatı gözlerinin önünden geçti…

Norveç’in kuzeyinde yer alan Gudbrandsdal sınırları içindeki Lom kasabasında, oldukça yoksul bir ailenin oğlu olarak 1859 yılında doğmuştu.

Babası terzilik yaparak ailesini borç içinde geçindirmeye çalışmıştı. O da çocukluğunu çobanlık yaparak geçirmişti. 8-9 yaşlarındayken 4-5 yıllığına bir rahip çiftliğine gönderilmişti. Sert ve disiplin içinde geçen yılların ardından 14 yaşında doğduğu kasabaya geri dönmüş ve bir tüccarın yanında kalfalığa başlamıştı. Bir süre sonra tüccar iflas edince, bir arkadaşı ile birlikte civardaki yerleşim yerlerinde kalem, tarak, mum, kibrit gibi şeyleri satmaya başlamıştı. Bahar başlarken Lom’dan ayrılıyorlar ve kış başlamadan geri dönüyorlardı. Bu şekilde iki yıl daha geçirdikten sonra ayakkabıcılık öğrenmek için 17 yaşında Bodö’ye gitmişti. Burada gazete, dergi ve kitaplar okumaya başlayıp, içindeki edebi cevheri hissetmeye başlayınca da bir şeyler yazmak istemiş ve “Esrarengiz Adam” adında bir roman yazmıştı.

Bundan bir yıl sonra da, “İkinci Karşılaşma” adındaki romanını yazmıştı. Aynı yıllarda, katip olarak da çalışmaya başlamıştı. Patronunun oldukça geniş bir kütüphanesi vardı ve ona kitaplarını okuma izni vermişti. Norveç’in usta yazarı Henrik Ibsen’i okumuş ve büyülenmişti. Sadece Henrik İbsen değil, ne bulduysa durmadan okumuş ve sonunda da  gözlerini bozmuştu. Geri kalan hayatı boyunca takacağı kelebek gözlükle, işte o yıllarda tanışmıştı.

Kafasında sürekli yeni hikayeler dönüp duruyordu ve hevesle yeni bir kitap daha yazmıştı; “Björger”. Ancak bu kitabını kimse basmaya yanaşmamıştı. Yılmamış, Kopenhag’a gitmişti; ama orada da yazdıklarını basacak kimse bulamayınca Kristiania’ya yani bugünkü Oslo’ya gitmişti. Orada, yazdıklarını göstermek için bu kez Norveç’in en büyük yazarlarından Björnson’un malikanesine gitmişti; fakat ondan da ret yanıtı almıştı.

Parası bitmiş, açlık çekmeye başlamıştı.

Çaresiz, iş aramaya başlamış ve uzun günlerden sonra bir yol yapım ekibinde iş bulabilmişti. Okumak ve yazmak hep en büyük tutkusu olmuştu hayatı boyunca... Ağır çalışma koşulları bile onu durduramamış, dinlenme saatlerinde yutarcasına kitap okumuş ve sürekli yazmıştı. Ancak tanınmıyordu, zayıf ve çelimsiz hali, insanlardan saklayamadığı yoksulluğu, çoğu zaman yazılarının okunmadan küçümseyici bir şekilde ret edilmesine yol açıyordu. Bir çatı aralığı ya da izbe bir bodrum katında yer alan güçlükle kiraladığı odalardan kovulması da uzun sürmüyordu. Yaşadığı açlık, yalnız başına kaldığı zamanlarda yerdeki taşları ve tahta talaşları bile emdirmişti ona…

Yiyecek bir şeyler bulduğu nadir anlarda midesi kimi zaman yendiklerini geri püskürtmüş, kusmak onun için normalleşmeye başlamıştı. Bazen bir köşeye kıvrılıp açlıktan ölmeyi beklediği de olmuştu. Kıvılcımlanan bir umut, eski bir tanıdığın yüzü buna hep engel olmuştu; eski tanıdık yüzlerden çok azı onu tanıyabilmişti.

İşte böylesine sıkıntılı o günlerinde; “Amerika’ya gitmek” hayallerine girmişti.  Bir Noel günü, işte onu tanıdığını belli edebilen ve yalnız bırakmak istemeyen bir arkadaşı onu çiftliklerine çağırmış; arkadaşının ailesi onu çok sevip onun Amerika hayalini duyunca da ona yardım edebilmek amacıyla bir miktar borç para vermişlerdi.

Ancak, Amerika macerası da yoksullukla başlamış ve bir süre sonra yine parasız kalmıştı. Hayatında yine aynı döngü başlamıştı; açlık ve karnını doyurmak için iş bulma çabası…

Açlıktan uzadıkça uzayan o günlerin birinde, bir tüccarın yanında işe girmişti. Boş zamanlarında İngilizce öğrenerek, Mark Twain’in kitaplarını okumaya başlamıştı. Ancak işler iyi gitmemişti…

Çünkü beslenme, insanoğlunun en temel fizyolojik gereksinimlerinden biri... İnsanların sağlıklı bir şekilde gelişmesi, gelişimini tamamlaması ve hayatını sağlıklı bir birey olarak devam ettirebilmesi için gerekli olan bir durum…  

Öte yandan, beslenme ile psikoloji arasında da derin bir ilişki var. Beslenme, vücuttaki metabolik enerji gereksinimleri üzerinde etkili olduğundan beyin fonksiyonlarını da doğrudan etkiliyor. Bu yüzden, beslenme ve psikoloji arasındaki ilişkinin bir başka sonucu da kişilerin kendilerini hem ruhsal olarak, hem de fiziksel olarak daha iyi hissetmesidir. İnsanlar eğer belirli besinleri yeteri kadar almazsa bilişsel fonksiyonlarda zayıflama görülebilir. Bu da insanların depresif ruh haline sahip olmasına ya da saldırgan davranışlar sergilemesine neden olur.

Onurlu ve insancıl haller ile açlığın içinde tetiklediği depresif, saldırgan hallerin mücadelesi onu fiziksel ve duygusal olarak bitkin düşürünce, ağır şekilde hastalanmıştı. Kendisine verem teşhisi konulmuş ve birkaç aylık ömrü kaldığı söylenmişti. Haberi duyan birkaç dostunun gönderdiği paralarla Norveç’e geri dönebilmişti.

Hayat işte… Acımasız yüzünü sert bir şekilde gösterirken bir yandan da kucak açmaktaydı; uzun süren dönüş yolculuğunda, mucizevi bir şekilde yoldayken iyileşmişti.

Norveç’e dönüşünde Valdres’te bir otele yerleşmişti ve uzaktan yazılar yazacağı bir gazete ile anlaştı. İyileşme sürecinin geri kalanını da böyle geçirmişti.

Tamamen iyileştikten bir süre sonra yeniden Kristiania’ya döndüğünde iş bulamayınca yeniden acı ve açlık dolu günler başlamıştı. Bu şekilde neredeyse bir yıl geçirince yeniden Amerika’ya gitmeye karar vermişti. Onun bu düşüncesini bilen bir yazı işleri müdürünün zengin bir dostu yol parası verince yeniden Amerika’ya gitmiş, tramvaylarda biletçilik, tarlalarda işçilik yapmıştı. O günlerde de, ne yaparsa yapsın, yoksulluk ve çileli yaşamdan bir türlü kurtulamamıştı.

Evinin camından hala dışarı bakıyordu. Kapısının önüne, evinin bahçesine yazmış olduğu kitaplar sessizce bırakılmaya devam ediliyordu. Kitap yığınlarının arasındaki bir kitabına gözü ilişti.

Açlık…

Kendisine dünya çapında bir ün kazandıran kitabıydı bu... Hangi açlığın yolu Nobel Edebiyat Ödülü’ne giderdi ki? Onunkisi gitmişti işte ve 1920 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü almıştı…

Açlık kitabını yazdığı günleri hatırladı. 1890 yılıydı ve 31 yaşındaydı. Yoksulluk içinde yaşayacaksa bu Avrupa’da olmalı düşüncesi ile Amerika’dan gemi ile ikinci kez Norveç’e doğru yola çıktığı zamanlardı. Bindiği gemi Kopenhag’dan önceki durağı olan Kristiania limanına demir atınca, karaya çıkmaya cesaret edememişti. Kristiania da önceki gelişlerinde yaşadığı açlık dolu günler onu ürkütmüştü. Hatta korkudan titremeye başlamıştı…

O gün, bir kalem alıp bulduğu kağıt parçasına Açlık romanının ilk satırlarını yazmıştı…

“Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir Kristiana’da aç açına sürttüğüm günlerdeydi..

Tavan arasında uyanık yatıyordum. Alt katta bir saatin altıyı vurduğunu duydum. Hafif aydınlanmıştı ortalık, merdivenleri inip çıkmaya başlamıştı insanlar..”

Kopenhag’a gittiğinde bir çatı altı odası kiralamış ve yazmaya devam etmişti. Kristiania’da açlığın kendisini nasıl çökerttiğini, bu konuda yazan konuşan bütün şair ve açlardan daha canlı ve vurucu şekilde o anlatmalıydı. Anlatacaktı da; “Açlık” romanını yazmaya başlamıştı.

Ancak, romanı bitirip bir gazetenin yazı işleri müdürüne götürdüğünde, yoksul dış görünüşü sebebiyle yine umursanmamıştı. Yazı işleri müdürü belki de bir acıma duygusu ile, yazdıklarını  okumaya başlayınca kitabı elinden bırakamamıştı.

Açlığı en derinden ve en gerçekçi şekilde anlatıyordu bu kitap… Kendisini acımasız bir şekilde eleştirebilen bir yazarın ruhunun çırpınışı vardı sayfalarında…

Romanın birinci tekil şahıs kahramanı, entelektüel eğilimleri olan, muhtemelen yirmili yaşlarının sonlarında, sürekli bir beslenme arayışı içinde Norveç'in başkenti Kristiania'nın sokaklarını her adımında kendisini fiziksel ve duygusal olarak tüketen bir açlıkla arşınlayan isimsiz bir serseriydi.

Dört bölümlük bu romanda, kahraman az sayıda gizemli karakterle tanışıyor ve bunlardan en dikkate değer olanı, fiziksel çekim hissettiği genç bir kadın olan Ylajali.

Kahraman sıklıkla parasızlık çekmekte ve aç kalmaktadır; ancak kendi yarattığı bir şövalyelik kuralı da vardır, muhtaç çocuklara ve serserilere para ve kıyafet verir, kendisine verilen yemeği yemez ve kendisine yanlışlıkla verilen para üstünü bilerek kabul ettiği için bir süre sonra bunun vicdan azabına dayanamayıp hırsızlık yaptığını söyleyerek teslim olur.

Çoğu zaman, özünde kendine zarar vererek kendi kurduğu tuzaklara düşer ve yiyecek, sıcaklık ve temel rahatlık eksikliği ile vücudu yavaş yavaş mahvolur. Açlıktan bunalmıştır, yemek yemeye çalışır ama yiyecek bulamayınca bir noktadan sonra, onun için oldukça değerli olan kalemini ve hatta kendi parmağını kemirmeye başlar. Anlaşılacağı üzere, kahramanın sosyal, fiziksel ve zihinsel durumları sürekli bir düşüş içindedir. Ancak yine de, içinde yaşadığı topluma karşı düşmanca duygular beslemez ve bunun yerine kötü kaderinin suçunu; “Tanrı'ya veya ilahi bir dünya düzenine” yükler. Hatta, bu düzene boyun eğmemeye yemin eder ve; “gerginlik, mantıksız ayrıntılar” tarafından efsunlanmış olan hayatta “bir yabancı” olarak kalır.

Bazen bir gazeteye bir metnini kabul ettirdiğinde, sanatsal ve finansal bir zafer yaşar; ancak buna rağmen yazmayı giderek daha zor bulur. Yazarak kazandığı para ile de borçlarını öder. Zaman zaman da, parasızlığı yüzünden daha önce sözleri ve davranışlarıyla canını acıtmış olan insanların yüzüne elinde kalan paraları savurarak incinmiş onurunun intikamını alır.

Romanın bir yerinde, dairesinin anahtarlarını kaybetmiş, hali vakti yerinde ve çok iyi bir gazetede çalışan bir gazeteci gibi davranarak bir hapishane hücresinde bir gece geçirmek ister. O gecenin sabahında, günlerce bir şey yemeden aç kalmış olmasına rağmen yoksulluğu ortaya çıkmasın diye, sabahları evsizlere verilen ücretsiz kahvaltıya katılmaya cesaret edemez.

Kahraman, Kristiana yaşamının ağır yumruklarını yiyerek özü nakavt olmak üzereyken, şehirden ayrılan bir geminin mürettebatı olarak çalışmaya başlar ve Kristiana’dan ayrılır.

Bu final, onun diğer yazılarıyla da tutarlıydı. O, yazılarında genellikle uygarlığa karşı bir hoşnutsuzluk ve doğaya uyum sağlayan basit yaşamın kutsanması gerektiğini ifade etmeye çalışmıştı.

1950 yılının o sessiz sabahında, gözleri dolu bir şekilde evinin camından bahçesine ve yere atılan kitaplarına bakmaya devam etti…

Peki neydi tüm bu olanların sebebi? Yirmiden fazla dile çevrilen ve ülkemizde de ilk kez Peyami Safa tarafından 1934 yılında Türkçe’ye çevrilen “Açlık” romanı ve diğer tüm romanlarıyla sadece kendi ülkesinde değil, tüm Avrupa ve dünyada ses getirmiş, Herman Hesse, Thomas Mann ve Maksimum Gorki gibi yazarların övgülerini alarak adını dünya edebiyatının usta yazarları yazdırmış ve Nobel Edebiyat Ödülü alarak ülkesini gururlandırmıştı.

Yıllarca kendisine değer veren, kitaplarını büyük bir ilgiyle okuyan Norveç halkı, nasıl olmuştu da şimdi karşısına geçmişti?

Sebebini kuşkusuz çok iyi biliyordu…

Altmış bir yaşında Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan yazar, o ödülü kazandığı 1920 yılını takip eden yıllar içinde yavaş yavaş Avrupa’yı ele geçiren Nazi yangını Norveç’i de sardığında, tavrını Nazilerden yana koymuştu. O kadar ki, 1943 yılında Nobel madalyasını Hitler’e verilmek üzere, Nazi Almanyası’nın ikinci adamı olan Paul Joseph Goebbels’e armağan etmişti.

İlginç değil mi, böylesine bir hayat yaşayan ve dünya klasikleri arasına girecek romanlar yazan birinin Nazi Almanyası’nın bu şekilde yanında tavır alması?

Bir sempatizan mıydı, yoksa bir iş birlikçi mi ya da ülkesini kendince korumaya çalışan bir vatansever miydi bilemiyorum ama İkinci Dünya Savaşı bittiğinde kendi ülkesinde bir “hain” idi. Savaş sonrasında ülkesinde bir süre akıl hastanesine kapatılarak hakkında açılan tüm mahkemelerden muaf tutuldu ama yine de büyük bir para cezasına çarptırılarak mal varlığının neredeyse tamamını kaybetti.  

İşte orada, penceresinin önünde, evinin bahçesine atılan kitaplarına bakıyordu Norveçli dünyaca ünlü yazar Knut Hamsun… O günden 1952 yılında evinin banyosunda ölü bulunana kadar ruhuna egemen olan son duygu, bu kez açlık değil utançtı belki de… Kim bilir?

Fiziksel açlıktan duygusal açlığa tüyler ürperten geçişleriyle insan benliğindeki her türlü ruh haline bürünen bu olağanüstü, nefes kesici anlatımı okuyunca söylenecek tek bir cümle kalıyor…

“Allah hiç kimseyi açlıkla sınamasın…”

NELER SÖYLENDİ?
@
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Vezir Gambiti / Walter Tevis Ağrı Dağı Efsanesi / Yaşar Kemal Roma Mermer Şehir / Jona Lendering Mahşer / Stephen King Lysistrata / Aristophanes Zemheri Sıcağı / Hüseyin Uyar Yapı Ustası Solness / Henrik İbsen Yaban Ördeği / Henrik İbsen Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA