”Hangi çiçek,
diğerini sarı açtı diye ayıplar?
Hangi kuş,
farklı ötünce diğerine yasak koyar?
Derisinden, dilinden ötürü
Öldürüyor insanlar
Ah insanlar!
Herşeyi bulup, kendini bulamayanlar.”
diye yazdı daktilosunun tuşları…
Bir süre baktı yazdıklarına… İnsanları sevemiyordu bir türlü. Ona göre, çoğu insan ya "normalin altı"dı ya da onların savunucusuydu. Yine öfkesi, kelimelerine sinmişti. İnsanoğlunun kurduğu düzene; her gün bir yere gitmeye ve orada belli bir süre kalıp dönmeyle geçen tekdüze günlere hep isyan etmişti ama geçim sıkıntısı yüzünden kendisi de, hoşlanmadığı bu düzenin çok uzun süre bir parçası olarak yıllar boyunca bir postanede memur olarak çalışmıştı.
Parmakları daktilo tuşlarına sert ve öfkeli dokunmaya başladı ve bu kez de,
“Neden hep kötüyle daha kötü
Arasındaydı seçimlerimiz
Nefret ettiğin insanla iyi geçinme çabasına
Siz medeniyet diyorsunuz
Ben sahtekarlık diyorum
Kelebeklerin ve arıların arzuladığı
Bir çiçek olmak varken
Sinekleri cezbeden bir bok parçasıydım.”
dizeleri döküldü kağıda…
Takvim 1991 yılını gösteriyordu. Postaneden ayrılalı uzun zaman olmuştu, artık 71 yaşında ve yazarlığının doruk noktasındaydı ve kelimelere ustaca giydiriyordu hissettiklerini.
Charles Bukowski bu gece de odasına kapanmış, bir yandan şiirlerini kitap haline getirebilmek için düzenliyor, bir yanda da “Pulp” romanını yazıyordu. Tüm bunların yanında, hayatında da bir ilki gerçekleştiriyordu. Eskiden beri hep karşı olduğu bir şey yapıp, bir süredir günlük tutmaya başlamıştı ve geceleri günlüğüne yazıyordu.
Nerdeyse tüm akşamları, bu masanın başında daktilosuyla bazen de bilgisayarının karşısında ve elinde günlüğü ile geçerken, gündüzlerini hipodromda at yarışlarını izleyerek geçiyordu. Yanlış anlamayın, atları sevdiği ya da kumarbaz olduğu için değil, gidecek başka bir yer bulamadığı için hipodroma gidiyordu. Hipodromda ümit budalası boş insan yüzlerini, her geçen dakika eksilen o yüzleri gördükçe içsel bir tepki oluşturup kendi deyimiyle ruhunun civatalarını sıkarak yazmaya daha çok motive oluyordu…
Nitekim bir anda;
“Öyle yorgunum ki,
Suratıma baktıklarında,
kendilerinden nefret ettiğimi anlıyorlar.
Bağışlayın, kafadan biraz kontağım galiba
Bağışlayın, ama biriyle konuşmam gerek
Bağışlayın, ama bazen
kendimi kalabalığın içinde buluyorum
Pazarlarda, panayırlarda filan
Demek istediğim o gözler, burunlar,
Dirsekler, yürüyüşleri,
Konuşma biçimleri…
Bağışlayın ama bu kartondan yapılmış gibi
duran yüzlere baktığımda,
Kahkahaya benzemeyen
Kahkahaları duyduğumda
Kendimi sık sık
cehennemin bağırsaklarındaymışım
gibi hissediyorum.”
dizeleri belirdi daktilonun kağıdında.
Akşamlarını evde geçiriyor dediğimde bara gitmemesine şaşırdınız belki ama artık çok içmiyordu. Uzunca bir süreden sonra bu akşam açtığı bira şişesinin dibinde kalanları tek yutkunmada adeta nefes almadan içtikten sonra günlüğüne yazmaya başladı. Hipodroma gidip at yarışlarında bahis oynamak, onun yazmaya dair planının bir parçasıydı ve günlüğüne, içki, kumar, yaşlanma, şiddet ve kavga eğilimi, şöhret ve sıradan günlük aktiviteler hakkında yazsa da, nedense cümleleri bir anda yarış pistlerinin can sıkıntısı, çirkinliği ve depresyonu üzerinden kapitalizm eleştirisi tarzında bir yazıya evriliyordu. Kapitalizmin komünizmi yediğini ve şimdi de kapitalizmin kendi kendini yediğini düşünüyordu çoğu zaman ama marksistten çok nihilist bir tarzda yazıyordu.
Sosyal protesto yazıları da değildi yazdıkları; daha çok kendi hayatı ile ilgili bir sitcom metnini detaylandıran sekanslar gibiydi. Huysuz bunak bir komşunun tekrarlarının abartısız gülünçlüğü de, kendisinden yaş olarak oldukça genç kız arkadaşı yardımcı olamayacak kadar sarhoş veya akşamdan kalma olsa bile, Bukowski’nin evdeki dokuz kedisinin iyi beslenmesini ve bakılmasını sağlamasının şaşırtıcılığı da vardı yazdıklarında.
Kedilerine özenmesine şaşıracağımızı hissettiğinden belki de, daha dün gece;
“Ve unutma!
Aynı dili konuşanlar değil,
Aynı duyguyu paylaşanlar, anlaşabilir”
diye dile gelen daktilosunun şimdi yazdıkları bu kez kısa ve aydınlatıcıydı;
“Hayvanlara aşığım
İnsanlarla problemlerim var.
İyi değildi düşünmek,
İnsan, beynini durdurabilmeliydi”
Günler akıp Haziran 1992’ye geldiğinde, löseminin ilk belirtileriyle günlük yazılarında, trajik imalar artmaya başlamıştı. Artık, hayatı ve hayatı oluşturan olguları sorgulayıp bir yandan da ölümü düşünmeye başladığı bu günlerde, bir anlamda kendi hayatının bilançosunu çıkartırken kendi kendiyle hesaplaşıyor gibiydi. Oyunun sonuna yaklaşıldığında belirginleşen bu yansımalar, dünya çapında tavizsiz romanlar, hikayeler ve şiirler yazan bir şair-yazar olarak kabul ettiği kaderi elde etmek için görünüşte engelleyici ihtimalleri yenen, çok sık karikatürize edilen bir figürün karmaşık insanlığını da ortaya koyuyordu.
Günlüğüne, “Ben ölümü sol cebimde taşırım. Bazen cebimden çıkarıp onunla konuşurum: Selam yavrum, nasılsın? Ne zaman geleceksin beni almaya? Hazırım.” diye yazarken, daktilosunun tuşları benzer ifadeleri yazıyordu;
“Yaşam felsefemi sordular, cevapladım…
Sonsuza dek yaşayacakmış gibi düşün,
Yarın ölecekmiş gibi yaşa.”
Günlüğüne yazdıkça daktilosu da durmuyordu;
“Kuşkusuz ki en büyük önyargı;
Etrafımızdaki herkesi, insan sanmamızdır.”
“İnsanlar yorgun,
Hayat tarafından cezalandırılmış.
Ya sevgiyle
Ya da sevgisizlikle sakatlanmış.”
“Bu kadar iyi niyetli olmayın!
Çünkü en yakın bildiğiniz vefasız çıkabilir
Ve sizi düşmanlarınız değil de,
Dostlarınız yıkabilir.”
“Hayatınızdaki odunlar,
Yalnızca cehenneminize yakıt oluyor.
Biriktirmeyin dostlarım…”
Bu duygu ve düşüncelerle 73 yaşındayken dünyadan göçüp giden Charles Bukowski’nin odası şu an sessiz artık; sigarasının dumanı ve boş bira kutuları yok, ne bir küfür, ne bir kahkaha ne de daktilo tıkırtısı duyuluyor. Ancak siz, onun ölümünden sonra ortaya çıkan ve Robert Crumb’ın harika çizimleriyle kitaplaştırılarak "Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi" ismini alan bu günlüğü okuyup Charles Bukowski’nin kimseleri almadığı odasına konuk olduğunuzda, onun ruhsal fırtınalarının sert esintisiyle her yerde günlük notları ve şiirlerinden dizeler uçuşmaya başlayacak yeniden. Kitabın sonunda kapağını kapattığınızda da onun bir şiirinin dizeleri sizi uğurlar gibi belirecek zihninizde;
“Hayat öyle birşey ki,
Doğarken neden ağladığını,
Yaşarken fark ettirir..
Ağzından bal damlayan arının bile
Kıçında iğne vardır.
Yılların bana öğrettiği şeylerden biri de
Bu oldu;
Mutluluğu yakalamışsan sorgulama!
Zor yola kolay kişilerle çıkmak
En büyük hatadır.
Mutlu olanların zaten hepsi şu an uyuyor.
Mutsuz olanlara selam olsun!”