DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 01-04-2024 17:29

Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy

Siz onu asık suratlı, sinirli, insanlardan kaçan, hatta hınç dolu biri zannediyorsunuz belki; ama aslında o, ateşli bir ruhla, duygulu bir yaradılışla dünyaya gelmiş, etrafındakilerle samimi ve sıkı ilişkiler kurmak üzere yaratılmış biriydi.

Endişeli ve gergindi...

Genç yaşta, 1794 yılında, henüz yirmi dört yaşındayken bir köşeye çekilmek, hayatını yalnızlık, sessizlik içinde geçirmek zorunda kalmıştı. Çünkü işitme problemleri yaşamaya başlamıştı. Oysa ki, müziğe tutkundu, daha yedi yaşındayken ilk açık hava konserini verip, ünlü besteci Joseph Haydn’ın yanında yetişecek, Wolfgang Amadeus Mozart hayranı, doğanın seslerini duyabilen özel bir yetenek, gelmiş geçmiş en önemli bestecilerden biri olacaktı.

Acı çekiyordu…

Tek başına yaşamak zorundaydı. Kimse bilmemeliydi onun sağır olduğunu, o büyük bir besteci ve müzisyen olacaktı. İnsan canlısı biriyken, bir ihtiyacın baskısı olmadıkça, çekildiği kuytu köşeden dışarı çıkmıyor, hayatını bir mahkum gibi yalnızlık içinde geçiriyordu. Tesadüfen kalabalık arasına düştüğünde, sağır olduğunun açığa çıkacağı korkusuyla adeta tükeniyordu. Hem işitme problemi nedeniyle, hem de yalnızlık içinde yaşadığından diğer yandan da insanlardan kaçmasının içinde yaşadığı toplum tarafından kötüye yorumlandığını görmekten dolayı acı çekiyordu.

Artık bunalımdaydı…

Altı, yedi yıl geçmiş, 1801 yılına gelinmişti ama işitme rahatsızlığı sürekli kötüye gidiyordu. Başkalarının işittikleri sesleri her geçen gün daha az duyuyordu. Bu, öldürücü bir üzüntü, cesaret kırıcı bir umutsuzluktu onun için... Giderek derin bir karamsarlığa gömüldü. Bir ara, canına kıymayı düşündü ancak onu ölüm uçurumuna yuvarlanmaktan sanat aşkı kurtardı. Tanrı tarafından ona bahşedilen müzisyenlik görevini tam olarak yerine getirmeden bu dünyadan ayrılmayı kabul etmek istemiyordu ve etmeyecekti de…

O, Ludwig van Beethoven’dı..

O halde bir şeyler yapmalıydı…

Ludwig van Beethoven, 1803 yılında, yeniden doğuşunu sağlayarak onu dünyanın sayılı bestecilerinden biri yapacak, müzik tarihinin ilk radikal keman sonatı olan; “Kreutzer Sonat”ı besteledi.

Viyana’da bu eser bestelendikten yirmi beş yıl sonra, 1828 yılında başka bir coğrafyada, Rusya’nın Tula şehri kırsalındaki Yasnaya Polyana konağında yaşayan Kont’un oğlu dünyaya geldi.

Aristokrat bir ailenin oğluydu ama mutsuz bir çocuktu…

Henüz küçük bir bebekken öksüz, küçük bir çocukken de  yetim kalınca, anne-baba sevgisi ve şefkati olmadan, hayata karşı savunmasız bir şekilde, kendi halinde büyümeye başladı. Okumaya meraklıydı; ama belki de yaşadıkları yüzünden, Voltaire ve Jean Jacques Rousseau’nun kitaplarına ilgi duyarak, küçük yaşta varoluşunun anlamını sorgulamaya başlamıştı.

Ancak, gelin görün ki, şehvet düşkünü bir ergen oldu…

Kırsaldan şehre gelip yakın akrabalarının zengin konaklarında başlayan hayatı; “erkek için cinselliğin her zaman gerekli olduğu düşüncesinin kabul gördüğünü” ve “evlilik olmadan da, erkeği para ödemek dışında hiçbir yükümlülük altına sokmayan evlilik dışı cinsel ilişkinin de son derece doğal olduğu ve erkeklerin bu gereksinimlerini karşılamak için bedensel ve ruhsal olarak yok yere harcanan kadınların olduğunu” öğretti. Duygusal yalnızlığının, ergenlikle beraber filizlenen cinsel farkındalığına rüzgar olmasıyla alevlenen şehvet ateşinin nefsini ele geçirme hali, onun çok uzun süre şehveti ile mücadele etmek zorunda kalmasına yol açacaktı.

Kırsalda geçen çocukluğu ile şehirde geçen ergenliği onu, ruhunda fırtınalar esen bir genç yaptı…

Şehvetinin sebebinin zenginliğin maddeci yaşamından kaynaklandığını düşünmeye başladı ve önce şehir yaşamını terk edip taşra yaşamına geri döndü. Ancak, yoksul halkın yaşamları içinde de kadın-erkek ilişkilerinin aynı olduğunu görünce çareyi orduya katılarak Kafkasya ve Kırım’da cephelerde savaşmakta buldu. Hayatın anlamsızlığına isyan, çareyi kendinden olmayanlara ölüm saçmakta buldu belki de, kim bilir?

Ancak bu kez de, kendi askerlerinin ve düşman olarak savaştığı insanların sefil hayatlarına şahit oldu. Askerlik günlerinin; “yaşamın adaletsizliğine” dair ruhunda başlattığı dalgalanmaların fırtınaya dönüşmesiyle, kırsala yerleşti. İçinde sürekli alevlenen şehvetinin yanısıra lüks ve asalet kavramlarına tepkiliydi. Bir şey yapmalıydı, yaptı da… Tüm masraflarını bizzat kendi üstlendiği, zamanın en modern okullarından birini kırsalda kurdu.

Sürekli okuyan ve yazan, düşünen huzursuz bir yetişkindi…

Artık fırtınalı ruhunun çalkantılarından kurtulmak, huzurlu olmak istiyordu. Üstelik, otuzdört yaşına gelmişti. Evlenmeyi ve evlenirse değişen koşullarla başka bir boyuta geçeceğini ve temiz bir sayfa açacağını düşünmeye başladı ve ondokuzuncu yüzyıl Rus toplumu için alışılmadık bir şekilde bir evlilik yaptı. Kendisinden 16 yaş küçük olan 18 yaşındaki Sophia Behrs ile evlendi.

Aslında alışılmadık olan sadece yaş farkı değildi; Evlenmeden önce, Sophia’ya evlilik dışı bir çocuğu olan bir köylü hizmetçisi de dahil olmak üzere, diğer kadınlarla geçmişindeki ilişkilerini anlattığı günlüğünü vererek aralarında hiçbir sır olmamasını istemesiydi. Kendisini doğru yola sokacağını umduğu muhafazakar bir aileden masum bir genç kadını seçerek ve her şeyi en baştan itiraf ederek gençliğinin günahlarından “arınma” arzusundaydı.

Sophia, müstakbel kocasının cinsel keşiflerini okuduktan sonra şok oldu ama ona aşık olduğu için yine de onunla evlendi. O da, karısının naifliğine hayrandı, onu seviyordu ama ilk başlarda onun düşündüğü gibi olmadı. Yaşamı boyunca kendisine eşlik eden gençliğinin şehvetli alışkanlığına kesin bir şekilde son veremedi.

Ancak ilerleyen yıllarda Sophia, onun edebiyat dünyasında iz bırakan eserlerinin arkasındaki gizli kahraman olmayı başardı. Sophia’nın gerek manevi gerekse roman metinlerine yaptığı editöryel katkılarıyla Lev Nikolayeviç Tolstoy; “Savaş ve Barış”, “Anna Karenina”yı yazmış ve edebiyat dünyasında tanınan bir isim haline gelmişti.

O zamana kadar, hem şehveti ile içsel bir savaş halindeydi, hem de zengin yoksul ayrımına tepkiliydi. Öfkesi bağlı bulunduğu Ortodoks Kilisesi’ne ve adaletsizliği yarattığına inandığı mülkiyet yasası sebebiyle devlete idi.

Bir şey yapmalıydı…

Erkeklerdeki kusurlu şehvet suçunun kaynağının erkeklerin kendisinde olduğu kadar erkeklere sevildiğini hissettiremeyen kadınlarda da olduğunu düşünmeye başlamıştı. Zengin yoksul fark etmeksizin, toplumun her kesimindeki kadın erkek ilişkilerinde cinselliğin ön planda tutulması sebebiyle evliliklerin mutsuzluklarla ve ihanetlerle dolu olduğunu yazdığı kitaplarına konu edecekti. Bağlı bulunduğu Ortodoks Kilisesi’nden aforoz edileceğini bilse de, kalemi susmayacaktı.

Ve, 1889 yılında “Kreutzer Sonatı” romanını yazdı…

“Kreutzer” kelime anlamıyla; yol kenarında veya bir pazar yerinde kurulmuş bir haç yakınında yaşayanlara verilen topografik bir ad ve bir haçlı veya bir Cermen şövalyesini ifade eden bir terim olarak da kullanılan, şövalyeler tarafından tunik üzerine giyilen haç sembolüne de bir göndermedir.

“Sonat” kelime anlamıyla; klasik batı müziğinde bir müzik formudur.

“Kreutzer Sonatı” ayrıca, Ludwig van Beethoven’ın ruhsal bir krizden çıkabilmek için hem müzikal hem de kişisel olarak kendini yeniden keşfetmeyi denediğinde ortaya çıkan ve onun sanat anlayışını kökten değiştiren olağanüstü, çelişkili bir başyapıttır.

Ludwig van Beethoven Kreutzer Sonatı’nı, bir süre arkadaşı da olan ve büyük bir hayranlık duyduğu ünlü Fransız kemancı Rodolphe Kreutzer için bestelemiştir. Ancak Rodolphe Kreutzer eseri çok karmaşık bulmuş ve asla çalmamıştır. Dolayısıyla sonat onun adını taşısa da, onunla bağdaşmaz.

Zaten adını aldığı müzisyenden bağımsız olarak Kreutzer Sonatı da, dinleyicilere derin duygu durumları ve müziğin insan hissiyatındaki etkilerini keşfetme fırsatı sunan bir sonattır. Her dinleyici eseri kendi deneyimlerine göre yorumlayabilir ve kendine özgü bir anlamı olabilir.

“Müzik duyduğum andan itibaren beni, doğrudan doğruya, onu besteleyenin, bestelediği anda içinde bulunduğu ruhsal duruma taşıyor. Onun ruhuyla benimki iç içe giriyor, onunla birlikte bambaşka bir dünyaya gidiyorum. Ama niçin yapıyorum bunu, bilmiyorum.” diyen Lev Nikolayeviç Tolstoy, 1888 yılı bahar aylarında evinde verdiği bir partide bir grup amatör müzisyen tarafından Kreutzer Sonatı’nı duyduğunda; “müziğin tehlikeli baştan çıkarıcılığı” düşüncesinden bir kez daha emin oldu.

Kreutzer Sonatı, bildiğimiz alışılagelmiş piyano ve keman sonatlarından farklıydı. Alışılagelmiş sonatlarda piyano ve piyanist ön plandayken Ludwing van Beethoven’ın bu sonatı, hem piyanist hem de kemancıdan eşit taleplerde bulunan ve diğer sonatları aşan dramatik bir ölçeğe ve ihtişama sahipti.

Lev Nikolayeviç Tolstoy, tam da o günlerde, bir kadın okuyucusundan, çağdaş Rus toplumundaki kadınların korkunç durumu hakkındaki düşüncelerini anlattığı ilginç bir mektup almıştı. Hemen ardından da, tiyatro oyuncusu olan arkadaşı Vasili Nikolevich Andreev Burlak, bir tren yolculuğu yaparken yanındaki yolcunun, karısının sadakatsizliği hakkında anlattığı bir hikayeyi Tolstoy'la paylaşmıştı.

Tüm bunları bir araya getirdiğimizde, piyanist ile kemancının eşit oranda ve uyum içinde oldukları Kreutzer Sonatı’nı o gün dinleyen Tolstoy’un bir evlilik içerisinde kadın ve erkeğin karşılıklı bir uyum içinde sevdiklerini ve sevildiklerini hissettirmesi gerektiği düşüncesi ile örtüştüğünü düşünüyorum ki, romanın kurgusu da bu düşüncemi fazlasıyla destekliyor.

Ve, 1889 yılında Tolstoy’un kalemi, dönemindeki cinsellik, evlilik ve ahlaki değerlere yönelik eleştirilerini ifade etmek için yazmaya başladı. Romantik ilişkilerin ve evlilik kurumunun toplumdaki yozlaşmayı nasıl etkilediğini ele aldı. Ayrıca, cinsellikle ilgili tabuları sorgulayıp toplumsal normlara meydan okudu.

Kreutzer Sonat, birinci tekil şahıs bakış açısıyla anlatılan bir monolog formundaydı ve baş karakter, cinsel ilişkiden türeyen kıskançlık ve öfke duygularını açıkça ifade ediyordu. Tolstoy’un birinci tekil  şahıs anlatıcı kullanarak bu romanı yazmasının sebebi, bu eseriyle toplumsal eleştirilerde bulunurken aynı zamanda bireyin içsel çatışmaları da incelenmekti, şüphesiz…

Tolstoy, bu romanın kahramanın hikayesini bir tren yolculuğu sırasında, evlilik, boşanma ve aşkla ilgili yapılan bir konuşmanın parçası olarak anlatıyor. Romanın kahramanı Pozdnişev, karısını ilk başlarda sevse de, karısı hamile kalınca sekteye uğrayan cinsel hayatları ve sonrasında karısının annelikle meşgul olmaya başlamasıyla evliliğinde mutsuz olunca, ona karşı sevgisi biten hatta nefret etmeye başlayan biri... Ancak yine de, Pozdnişev bir gün karısının bir kemancıya olan hayranlığını fark edince kıskançlığa kapılıyor ve sonrasında gelişen olaylar büyük bir trajedi ortaya çıkarıyor.

Feminizm ile kadın düşmanlığı arasında çılgınca gidip gelen Tolstoy'un bu romanı, 19. yüzyılın sonlarındaki pek çok önemli konuya değiniyor: Sevgisiz bir evliliğe hapsolmuş iki kişinin canlı bir resmini çiziyor, kadınlar eşit haklara sahip olmadığında toplumun nasıl acı çektiğini araştırıyor, ve evlilik dışı cinsel ilişkiden uzak durmayı teşvik ediyor.

Öte yandan da Tolstoy, aşk nefrete dönüştükten sonra bile insanları bir arada kalmaya zorlayan, dönemin toplumsal değerleri suçluyan ve erkekler kadınları arzu nesnesi olarak gördükleri sürece, kadın ve erkeğin hiçbir zaman eşit haklara sahip olamayacaklarının altını ustalıkla çiziyor.

Bu roman yayımlandıktan sonra yer yerinden oynuyor elbette ki.. Uzun süre Rusya’da yasaklanıyor. 1890’da Amerika Birleşik Devletlerinde de bu kitap dava konusu oluyor. Mahkeme, romanın müstehcen olmadığına karar verse de, o zamanlar Amerika Birleşik Devletleri Kamu Hizmeti Komisyonu üyesi olan Theodor Roosevelt, Tolstoy’u “Ahlaksız, cinsel bir sapık” olarak nitelendiriyor.

Lev Nikolayeviç Tolstoy, ilerleyen yıllarda dine daha fazla ilgi duymaya başlasa da, Ortodoks Kilisesi tatmin olmuyor. Tolstoy diğer dinleri de inceliyor ve sonunda kendi kişisel doktrinini oluşturduğunda Ortodoks Kilisesi’nden aforoz ediliyor.

Lev Nikolayeviç Tolstoy da, hem Ortodoks Kilisesi’ni hem de devleti reddediyor. Bu kitap yayımlandıktan sonra kendisine yapılan tüm eleştirilere on yıl sonra yazdığı “Son söz” kısmındaki sert açıklamaları ile cevap veriyor.

Marksizm'den etkilenerek oluşturduğu mülkiyet konusundaki radikal fikirleri nedeniyle, ailesi ile arasının açılmasını göze alarak, bütün servetini köylülere dağıtıp her haliyle onlar gibi yaşamaya başlayarak, yıllarını büsbütün sefalet içinde geçirdikten sonra, bir küskünlük sonucunda, evini terk ederek yollara düşüyor ve sokaklarda yalnız başına yaşıyor ve sonunda uzun sakallarına bolca ak düşmüş, yaşlı, bilge bir dede olarak 1920 yılında hayata gözlerini yumuyor.

Kreutzer Sonatı, Beethoven'ın işitme kaybından duyduğu acı ve hâlâ yaşadığı acıyla hayat buldu. Tolstoy’un olduğu gibi, bizlerin de hayal gücünü iki yüz yılı aşkın bir süredir olduğu gibi yakalıyor; yalnızca müzikle değil ama edebiyatla, tiyatroyla, görsel sanatlarla, sinemayla, baleyle…

İnsani acılar evrenseldir ve bu acıların yaşanmaya devam etmesinden dolayı, Kreutzer Sonata'nın başka bir versiyonunun her an yeniden ortaya çıkabileceğinden eminim ne yazık ki…

Kreutzer Sonat hem Ludwig van Beethoven’ın notalarında hem de Tolstoy’un kelimelerinde yaşamaya devam ederken, biz de aynı şeyleri acaba yaşayacak mıyız ya da hissedecek miyiz diye bekliyoruz hala… Ne acı…

Okunması ve üzerinde düşünülmesi gerekenlerden; Kreutzer Sonat…

NELER SÖYLENDİ?
@
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA