İncinmişti…
Kırılmıştı…
Paramparça olmuştu…
Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilmemiş ve gece yarısı kendini yollara atmıştı. Oysa, ne çok hayal kurmuşlardı geleceğe dair… Araba kullanmak iyi gelirdi belki… Hıçkıra hıçkıra ağlarken aniden kahkahalarla gülmeye başlayıp, sevgilisi olmadan yaşayacağı geleceğin belirsizliğine, dalgın düşüncelere bırakıyordu bir anda kendini…
Hala direksiyon başında gibiydi; ama değildi. O gecenin etkisinden çıkamamıştı ve geçirdiği kazada şans eseri hafif yaralanmıştı. Hastaneden çıkalı üç dört gün olmuştu ve az önce anlamsız bir sebeple kendisini terk eden sevgilisi, hayatı boyunca biriktirdiği tüm anlamları yüklediği o kadın…
Gelmişti işte ve tam karşısında durmuş ona bakıyordu.
- Yarana bakabilir miyim?
- Hangisine? Hangisine!!
İçinde tuttuğu öfkeli bir acıyla uzaklaşmıştı sevgilisinin yanından; peri masalının sona erdiğini, artık serbest ve istediğini yapmakta özgür olduğunu söyleyerek…
Kalp kırıklıkları canını çok yakıyordu, başka ne yapabilirdi ki?
…
“Bir şeyi gerçekten seviyorsan bırak gitsin, dönerse senindir, dönmezse zaten hiç senin olmamıştır."
Okumuşsunuzdur bu cümleyi Antoine de Saint-Exupery’nin “Küçük Prens” kitabında veya bir yerlerde duymuşsunuzdur mutlaka… Antoine de Saint-Exupery bu kitabında, küçük bir çocuğun gözünden büyüklerin dünyasını anlatır. Bu kitap, onun moderniteye ve II. Dünya Savaşı'nın etkilerinin sürmekte olduğu topluma eleştirisini ifade ettiği bir kitap olarak da değerlendirilir. Yazarın bu kitap ile ilgili ilhamını, kendi başından geçen olaylardan aldığı düşünülse de, Antoine de Saint Exupery’nin de Henrik İbsen okumuş olduğunu düşünüyorum.
Henrik İbsen, on dokuzuncu yüzyıl insanının, özellikle de orta üst sınıfın “modernizm” adı altında sahte aydınlanmasını ya da yanlış entelektüelleşmesini her oyunununda muhteşem bir şekilde işleyen biri... Onun birkaç oyununda, Antoine de Saint Exupery’nin karakterine söylettiği o cümleyle aynı temayı gördüm.
Mesela, Henrik İbsen’in, 1888 yılında yazdığı “Münih Üçlemesi”nin ilk oyunu olan “Denizden Gelen Kadın” oyununda…
Bu üçlemenin diğer oyunları ise; “Rosmerholm” ve “Hedda Gabler”dir. Bu iki oyunun aksine “Denizden Gelen Kadın” mutlu sonla biter ki, bu oyun Henrik İbsen’in tek mutlu son ile biten oyunudur. İroni ve belirsizliğin modernizmin ana estetik düşünceleri olduğunu düşünürsek, İbsen oyunu mutlu sonla belirterek ironi veya belirsizlik mi yaratmıştır bilemem ama İbsen’in modernist bir oyun olan “Nora, Bir Bebek Evi”nde on dokuzuncu yüzyıldaki evlilik kurumuna yönelik sorduğu soruların bir kısmını “Denizden Gelen Kadın” oyununda yanıtladığı kesindir.
“Nora, Bir Bebek Evi” oyununda, kocasının “tarla kuşu” olan Nora’nın üstüne bir bebek gibi titrenmektedir ve Nora, kocasının ve toplumun belirlediği kalıplar doğrultusunda bir evlilik sürmekte iken bir uyanış yaşamış ve aslında kocasının onu gerçek anlamda sevmediğini, kendi kalıplarına uyduğu sürece sevdiğini düşünerek evi terk etmişti. Bu oyun dönemin Almanya’sında büyük tepki çekmiş ve İbsen’den oyunun sonunun değiştirmesi bile istenmişti. İbsen alternatif bir son yazsa da, oyununun sonunu değiştirmedi çünkü bu oyununda “İdeal bir evlilik nasıl olmalı?” diye önemli bir soru sormuş ve bu konu hakkında düşünmeye sevk ederek takdiri okuyuculara bırakmıştı.
İbsen, “Münih Üçlemesi” oyunlarını yazmadan önce belli ki, yaşadığı ve gördüğü bazı olayların ve okuduklarının üzerinde düşünmüş ve onlardan ilham almış.
Örneğin, 1867 yılının yaz aylarını Danimarka’da bir sahil kasabası olan Saeby’de geçiren İbsen, bu kasabada yaşamış yazar Adda Ravnkilde’nin hikâyesini duymuştu. Ravnkilde, yazar olmak istemişti. Ancak bunun için sıkışıp kaldığı kasabadan ayrılması, dışarıdaki hayatı yakından gözlemlemesi gerekmekteydi. Ne var ki, kocası buna izin vermemişti. Bir eş olarak karısının hayatını kendisine adaması gerektiğine inanarak bu yönde ona baskı yapmıştı. Fakat, Ravnkilde bu baskıya dayanamamış ve yirmi bir yaşındayken intihar etmişti. Ravnkilde’nın evini mezarını ziyaret eden, yazılarını okuyan İbsen, bu genç kadının hikâyesinden oldukça etkilenmişti.
İbsen’in çağdaşı Danimarkalı yazar Hans Christian Andersen’i bildiğini ve eserlerini okuduğunu kendi yazmalarına düştüğü notlardan biliyoruz. Hiç şüphe yok ki, İbsen Andersen Masalları’ndan biri olan “Küçük Deniz Kızı” masalını da okumuştu.
Bu masalı okuyanlarınız bilirler; bu masalda saf ve masum denizkızları on beşinci yaş gününde masallardan dinledikleri yeryüzüne gidip geri döneceklerdir. Ancak, en küçük deniz kızı geri dönmek istemez ve yeryüzünde görüp aşık olduğu prensle kalmak ister. Bunun üzerine, kızın büyükannesi deniz büyücüsüne gider. Deniz büyücüsü küçük deniz kızının kuyruğunu alıp ona istediği bacakları verir ancak bir şartı vardır. Deniz kızı sesini kaydedecektir. Aşkı uğruna bu zor şartları kabul eden kız bacaklarına kavuşur kavuşmaz prensin yanına gider. Ancak prens kızın konuşamadığını fark edince ona kardeşi gibi davranmaya başlar. Prensin bir prensesle evlendiği gece denizkızı her adımında büyük acılar çekerek sabaha kadar dans eder. Eğileniyormuş gibi görünse de, aslında kalbinde sakladığı aşk uğruna kendini kurban etmektedir ve sonunda küçük deniz kızı ölüme gider.
Benzer şekilde bir de, Henrik İbsen’in gençlik yıllarının ünlü operası Richard Wagner’in “Uçan Hollandalı”sı vardır. Bu operanın kadın kahramanı Senta, gizemli bir denizcinin hayalini kurmaktadır. Bir gün, kaptan olan babası yanında lakabı “Uçan Hollandalı” olan bir denizci gelir ve Senta hayalini kurduğu denizcinin o olduğuna inanarak, bir süre sonra denizcinin kendisine yaptığı evlenme teklifini neşe içinde kabul eder. Bazı yanlış anlamalar sonucunda Senta’nın kendisine sadık kalmadığını düşünen Uçan Hollandalı, bir gün ansızın hayalet gemisine binip gider. Ona olan bağlılığını göstermek isteyen Senta ise bir tepeden atlayarak intihar eder. Onun kendini kurban edişinin asaleti, Uçan Hollandalı’nın ruhu üzerindeki lanetin kalkmasını sağlar ve opera iki sevgilinin ruhlarının mutlulukla cennete yükselmesiyle biter.
Adda Ravnkilde’nin trajik hikayesi, “Küçük Deniz Kızı” masalı ve “Uçan Hollandalı” operası Henrik İbsen’in “Münih Üçlemesi” oyunlarını yazmasında etkili gibi gözükse de, aslında bu üç oyunun kurgusunun temelinde antik Yunan mitolojisinden “Ariadne” miti vardır.
Ariadne, antik Yunan mitolojisinde; “Yolların ve Labirentlerin Tanrıçası”dır. Bu tanrıçanın hayat hikâyesine baktığımızda onun Yunan mitolojisinde hatırı sayılır bir aileden geldiğini görürüz. Annesi Pasife, Güneş Tanrısı Helios'un kızıdır ve babası Girit Kralı Minos'tur. Ailenin diğer kadınları da birçok bilinen efsanede önemli rol oynamışlardır. Mesela, Ariadne'nin teyzesi Kirke, Homeros'un Odesa'sında Odesa'nın adamlarını domuza çeviren cadıdır. Kuzeni ise ünlü Medea'dır. Medea da bir kahramanın efsanevi başarılarını gerçekleştirmesini sağlar. Altın Post'u babası Kolhisli Aietes'ten çalabilmeleri için Jason ve Argonotlara sihirli bir merhem ve talimatlar verir ve sonrasında babası tarafından reddedilir.
Ariadne'nin annesinin hikâyesiyse ailenin kadınlarının hikâyeleri içinde en şok edicisidir. Ariadne'nin babası Kral Minos, bir gün güzel beyaz bir boğayı Tanrıya kurban etmeyi reddederek Deniz Tanrısı Poseidon'u kızdırır ve Poseidon, eşi Pasife'nin o hayvana aşık olmasına neden olarak kralı cezalandırır. Hatta, bu birlikteliğin meyvesi olarak boğa kafasına ve insan vücuduna sahip insan etine doyumsuz bir canavar olarak Minotor doğar. Bu yaratık Ariadne'nin üvey kardeşidir ve babası tarafından asla kaçamayacağı Girit adasındaki bir labirentin derinliklerine gönderilir.
Düzenli aralıklarla, yedi Atinalı bakire ve yedi erkek gençten oluşan on dört rehine, yaratığın beslenmesi için canlı kurbanlar olarak labirente götürülür. Atina'ya babası Kral Egeus'u bulmak için gelen genç Theseus, Minotor'u öldürmek ve ürkütücü geleneğe bir son vermek için gönüllü olur ve Girit'e gelir. Ve Ariadne, Theseus’u görür görmez ona aşık olur ve Minotor'u öldürdükten sonra labirentten çıkış yolunu bulabilmesi için silah ve kırmızı bir iplik vererek Theseus’a yardım eder.
Theseus Minotor’u öldürüp labirentten çıkmayı başarınca Adriane babasına ihanet ederek kendisiyle evlenmeye söz veren Theseus'la birlikte Naxos adasına gider. Ancak, Theseus onu adada uyurken bırakıp onsuz Atina'ya döner.
Bu yüzden Ariadne, Naksos’da yaşayan ve sevgilisi tarafından terk edildiği için mutsuz olan bir kraliçe kızı olarak karşımıza çıkar. Uğruna üvey kardeşi Minotor’u öldürmesine yardım etmeyi kabul edecek kadar sevdiği sevgilisi Theseus, onu bir gemiye binip bıraktığı için kumsalda sürekli ağlayan ve tepelerden geminin kayboluşunu izleyen hüzünlü birisi olarak tasvir edilir.
Bu mitin sonuna dair farklı versiyonlar da vardır. Bir versiyonda, Ariadne ilerleyen günlerde Theseus'un ikizlerini doğururken ölürken başka bir versiyonda Artemis tarafından öldürülür. Yine bir diğer versiyonda Theseus'un nedenini bilmediği bir şekilde gittiğini anlayınca çaresizlik içinde kendini astığı veya ihanet ettiği ailesine geri dönme ihtimali olmadığı için yabancı bir adaya sürgün edildiği anlatılır.
Bütün bu versiyonların yanı sıra, Theseus'un anlamsız gidişini temize çıkaran bir başka versiyon da vardır. Olimposlu Şarap Tanrısı Dionysos, Theseus'a Ariadne'yi terk etmesini emreder, çünkü onun güzelliğinden büyülenmiştir ve onu kendine istemektedir. Theseus da, Tanrı’ya karşı gelemez ve Ariadne'den vazgeçer. Adriane’nin kumsalda uyuyakaldığı bir gece, Dionysos Naxos Adası’na gelir ve bu güzel kızı uzunca süre izledikten sonra yanına giderek elinde taşıdığı tacı ona uzatır ve takar. Ariadne, tacı taktığında taç göklere yükselir ve üzerindeki kıymetli taşlar gökyüzünde birer yıldıza dönüşür. Bu yıldızlar, bu olaydan sonra Tanrı Dionysos ve Ariadne’ın aşkını herkese anlatmak ve anımsatmak için gökyüzünde çakılı kalırlar.
Henrik İbsen’in, antik Yunan mitolojisine ve felsefesine oldukça hakim olduğuna hiç şüphe yok. Hatta, rahatlıkla diyebilirim ki o, antik Yunan trajedi yazarlarının torunu gibi… Neden mi?
Henrik İbsen uzun yıllar Almanya’da yaşadığından olsa gerek, Hegel’in felsefesine de oldukça hakimdir. Hegel, trajik bir kahramanın çektiği acıların, karşıt ahlaki iddialar arasında seçim yapmaya zorlanmasının bir sonucu olduğuna inanıyordu.
Yunan trajedisindeki temel çatışma, iyi ile kötü arasında değil, kahraman üzerinde geçerli bir iddiaya sahip olan iki karşıt etik sistem arasındaydı. Hegel için de karşıtların diyalektiği, kahramanın karakter özelliklerinden çok daha önemliydi.
İbsen için de durum böyleydi. İbsen’in trajedilerindeki ahlaki ikilemler, ahlaki seçimlere odaklanır ve ruhumuza derinlemesine nüfuz eder, tıpkı “Denizden Gelen Kadın” oyununda olduğu gibi…
Bu oyunun ana kadın karakteri Ellida, Norveç fiyordlarının birindeki bir deniz feneri bekçisinin kızıdır. Bir gün, o henüz genç bir kız iken, denizden geçmekte olan bir geminin tamire ihtiyacı olur ve gemi yakındaki balıkçı köyüne demir atar. Boş gününde etrafı dolaşmak için gemiden ayrılan ikinci kaptan, deniz fenerine gelir ve orada Ellida ile tanışır ve onun güzelliği karşısında büyülenir. Bir süre sonra, gemisi hâlâ tamirdeyken kaptanıyla tartışır ve çıkan kavgada onu öldürür. Olay yerinden kaçar ve deniz fenerine geri döner. Daha sonra Ellida’yı kaçışına yardım etmesi için zorlar. Ayrılmadan önce, iki yüzüğü birbirine bağlayarak denize atar. Bu onların nişan ritüelidir. O gittikten sonra Ellida ona mektup yazarak nişana bağlı kalamayacağını, böylece hem onu hem de kendisini özgür bırakacağını söyler. Ancak denizci kendisini beklemesini ve bir gün geri döneceğini söyler.
Ancak, Ellida denizcisini beklemek yerine, neredeyse kendi yaşında iki kızı olan ve de dul bir adam olan Dr. Wangel ile evlenir. Belki de babasını kaybettikten sonra bir baba figürünün güvenliğini aramakta ve adamın evindeki bir başka kız çocuğu olmaya razı olmaktadır. Kim bilir?
Hikâyeye felsefik açıdan baktığımızda, Doktor Wangel burjuva saygınlığının bir simgesi, Kantçı aklın ve görevin bir sembolüdür. Ancak Ellida zaman içinde kendini hayata ve kendine yabancılaşmış bulur. Melankoliye kapılan Ellida, gençlik hayallerine sadık kalsaydı ve vahşi denizcisini bekleseydi hayatının nasıl olacağını sık sık düşünmeye başlar. Ve sonra düşünülemez olan gerçekleşir; denizci geri döner. Gerçekleşmemiş hayalinin cazibesine kapılan Ellida, kocasına kendisini özgür bırakması için yalvarır. Çünkü, Dr. Wangel ile olan evliliğinin yanlışlarını düşündüğünde, yani evliliğini gözden geçirdiğinde Wangel’i ne kadar seviyor olursa olsun aslında onun özgür iradesi ile evlenmediğinin farkına varır. Ellida’yı Dr.Wangel’e iten en büyük güç sahip olduğu maddi güçtür. Wangel’in kendisini parayla satın aldığını söyleyen Ellida, evliliklerinin gerçek bir evlilik olmadığı sonucuna varır ve boşanma talep ederek yabancı ile gitmeye karar verir. Böylece özgürlüğünü geri alabileceğini ve özgür iradesi ile hareket edebileceğini düşünen Ellida 19.yüzyılın katı cinsiyet kalıp yargılarının dışında hareket eder.
Dönemin aile yapısında belirgin bir şekilde ataerkil baskıcı bir yapı göze çarpar. Toplumun değer yargıları, gelenekler ve ahlak anlayışı, kadın ve erkek arasında bir uçuruma neden olur. Kadının üzerine yeni görev ve sorumluluklar yüklenir. Kadın bu görev ve sorumlulukları içinde özgür birey olacak zemini bulamaz. Öncelikle kadın eş seçiminde özgür iradesini kullanamaz. Ailesinin uygun gördüğü bir evliliğe mahkum edilir. Kadından kocasına itaat etmesi, çocuklarını topluma uygun bir şekilde yetiştirmesi ve evinin düzenini sağlaması beklenir. Yani, maddi konular evin erkeğinin himayesindedir. Para, miras yoluyla erkek çocuklarına ya da erkek çocuğu olmadığı takdirde kızlarına değil, damatlarına geçer. Böylece kadın, evin erkeğinin parayla elde ettiği güce uymak zorundadır. Erkek sadece maddi güce değil, aynı zamanda karısı üzerinde de güçlü yetkilere sahiptir. Kadın, kocasının haberi olmadan herhangi bir konuk davet edemez, para işleri ile ilgilenemez ya da borç alıp veremez. Evli erkek, koca ve baba kimliğiyle aile içinde mutlak gücü temsil etmektedir. Böyle bir aile düzeni içinde genç kızlar anne babalarının evlerindeki baba denetimlindendenetiminden kocalarının denetimine geçip sürekli evin içinde konumlanırken, aynı zamanda yaşamları boyunca bir erkeğin himayesinde tutulmuş oluyorlardı.
Ancak, hatırı sayılır bir iç mücadeleden sonra, Doktor Wangel Ellida’nın boşanma teklifini anlayışla kabul eder. Ve işte burada, sanki bir Yunan trajedisinden fırlamış gibi bir an gelir: Ellida, bilinmeyenin dehşet verici özgürlüğünü aniden reddeder ve kocasıyla kalmaya karar verir.
Dr.Wangel’in karısına bir engel olmaktan vazgeçip onun gitmesine göz yumarak özgür bırakması Ellida’nın yanında kalmasını sağlar. İbsen, Wangel ile çizdiği bu karakterlerle toplumsal cinsiyet yargılarını bu defa da ilk kez bir erkek oyun kişisine kırdırarak “Bir Bebek Evi’”nde aramaya başladığı gerçek evliliğin formüllerini ortaya koyar. Yani, kadının erkeğe itaat etmek konusunda katı görevlerle donatıldığı evlilik kurumunun yerine, tarafların her ikisi de özgür iradeleri ne göre hareket edebildiği kadın ve erkeğin eşit olduğu evlilik düzenini ortaya koyar.
Denizin kenarında uzun saatler geçiren kadın karakter Ellida’nın ruhu, denizin kendisi gibi olmuştur; vahşi, öngörülemez ve özgür… Öte yandan, Denizden Gelen Kadın’ın kalbindeki ikilem, dizginlenemeyen özgürlük, bilinçdışının cazibesi ile ahlaki görev ve sorumluluk duygusu arasındadır. Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nde işaret ettiği gibi, mutlak özgürlük yıkıma ve ölüme yol açar.
Zaten Henrik Ibsen’in “Münih Üçlemesi”oyunlarından Hedda Gabler’de yaptığı seçim de buydu; her türlü konformizmi ve evcimenliği hor gören şeytani bir “femme fatale” yaratmak ve intihara giden son…
Bunlara karşılık, Denizden Gelen Kadın’ın Ellida’sı, Kantçı bir kadın kahramandır ve mutlak özgürlük yerine görev ve sorumluluğu seçer. Nihayetinde bazı bilinçsiz, vahşi tutkular tarafından yıkıma sürüklenmek zorunda olmadığımızı, ancak durup onları kontrol altına almaya karar verebileceğimizi gösterir. Belki de biraz şaşırtıcı bir şekilde, bunu yapmasını sağlayan burjuva kocasıdır. Kocası onun gerçek dünyaya tutunmasını sağlar; O Ariadne’nin mantık ipi gibidir.
Ariadne ancak kocasının kurtarıcı aşkı tarafından kendisine bahşedilen bu bireysel seçim özgürlüğünden sonra akıllıca bir seçim yapabilir. Ve yalnızca özgür seçim gerçek, kalıcı bir bağlılık oluşturur.
Oyunun sonunda Ellida şöyle haykırır; “Evet, benim sevgili, sadık Wangel’im! Şimdi sana geri dönüyorum. Artık dönebilirim çünkü sana özgürce ve tek başıma geldim.”
…
- Neden geri geldin Sevda?
- Çok üzgünüm, sensiz yapamayacağım. Seni seviyorum çünkü…
- Neden gittin, seviyorsan?
-Seni acıtmak istedim çünkü; istedim ki benim çektiklerimi… Ve adına aşk denen bu… Bu tarifsizlik seni de kavursun istedim…
- Başardın; o zaman…Tebrikler!!!( alkışlayarak…) Şimdi yine gidebilirsin!
Bu anı hayal etti zihninde…
Kulağında kulaklık, yürüyüşe çıkmıştı. Kulağında o ritmik müzik eşliğinde “What’s Love? Baby, don’t hurt me (Aşk nedir? Beni incitme bebeğim)” diyen doksanların ünlü Haddaway’i… Koşası geldi. Adımları sıklaşmaya başladı. Apartmanına doğru yaklaşmaya başladığında evinin salon ışığının yandığını gördü; ışığı açık mı unutmuştu dışarı çıkarken ya da “Yoksa?..”
Ondan ayrıldığından beri kapının anahtarını hâlâ değiştirmemişti.
Koşuyordu, nefes nefese kalmıştı. Merdivenleri ikişer üçer çıkarken; “Ya o değilse?” diye düşündü ve aklına haftalardır kendine söylediği şey geldi; “Bir şeyi gerçekten seviyorsan bırak gitsin, geri dönerse senindir, dönmezse zaten hiç senin olmamıştır.”
Kapıyı açtı ve gözlerinden birer damla yaş süzüldü yanaklarına…