DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 03-03-2023 17:21

Oyalı Kase / Ayfer Güney

Yer kabuğu içindeki kırılmalar nedeniyle ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar halinde yayılarak, geçtikleri ortamları ve yer yüzeyini sarsma olayına deprem denmesi, sanırım şu an Türk halkının hafızasındaki en taze bilgi…

Geçmişte yaşanan depremlerden ders çıkarmak yerine çoğumuz kötü anları unutmayı tercih etmiştik belki de, ama günlerdir 6 Şubat 2023 depremlerinden kalan fotoğraflara bakıp videoları izlediğimizde veya o bölgelere gittiğimizde din, dil ve ırk farketmeksizin depremin tüm insanlık için ne demek olduğunu bir kez daha deneyimleyip, hep birlikte acı çekerek hatırladık.

Enkaz altında kalıp kurtarılmış kişiler, depremi uzaktan veya bizzat yaşayıp yakınlarını kaybedenler ve depremi yaşamamış ama olup biteni uzaktan izleyenler, yani toplumumuzun her kesimi bu travmadan farklı şekilde etkilendi. 

Yakın çevreme bakıyorum, evinde oturup uzaktan izleyenlerin travması, içlerine düşen deprem korkusu oldu; çünkü ülkemizin yüzde doksanı deprem bölgesi ve ne yazık ki, deprem bizim hayatımızın gizli gerçeği aslında. 

Depremde yakınlarını kaybeden tanıdıklarımla konuşuyorum, geçmişin anılarını gündüz hayal edip, gece rüyalarında görüyorlar. Her ne kadar bir dönem yoğun bir şekilde psikoloji kitapları okumuş olsam da, neticede bir psikolog değilim ama 1999 Gölcük depremini İstanbul’dayken şiddetli bir şekilde hissederek bizzat yaşadım. O dönemki yaşadıklarımı düşündüğümde, depremde çok yakınlarını kaybedenlerde uyku bozukluklarının yanısıra titreme, kusma ve terleme gibi bedensel bozuklukların ve daha da önemlisi, kaçınmanın başlayacağını biliyorum. Bu travmayı hatırlatacak ne varsa onlardan kaçınacaklar hatta evlerinden kaçmaya başlıyacaklar çünkü büyük bir güvensizlik içindeler şu an. 

Aynı şekilde, enkaz altından çıkarılanlarda da anıların yarattığı uyku bozuklukları, bedensel ve ruhsal bozukluklar görülecek, ilk şokun ardından. Belki de en şiddetli halinde… Enkazın altında kalıp çıkarılan bu insanlarla empati kurmaktan söz edemem elbette ki, çünkü bana haklı olarak “benim ne hissettiğimi bilemezsin, orada değildin” derler. Sanırım, burada önemli olan, bu insanlara yanında olduğumuzu hissettirmek ve onların kendilerini ifade edebilmelerine alan açmak. Unutmayın, ev bu dünyada güvende olduğumuzu hissettiren yerdir ve onların evleri depremde yıkıldı, onlar da beton yığınlarının altında daracık alanlarda belki de hiç kıpırdayamadan saatlerce kaldılar. 

Depremde toplum da hastalanıyor; çünkü deprem, aileleri ve toplumu parçalıyor. Enkazın altında kalan yakınlarını kurtarmak için yardım bekleyenler, beklediği yardımı zamanında alamayanlar, çaresizliği öfke olarak dışa vuranlar… Herkes travmatize halde şu an. Ve sonuç olarak büyük bir yalnızlık duygusu çıkıyor ortaya. İşte burada, herşeyden önemlisi vicdan kaynaklı sevgi ve şefkat…

Zaten psikoloji kitapları da der ki; travmatize olmuş kişilere akıl verilmez. Travmatize olmuş kişilere birtakım düşünceler dikte edilmez. Gereksiz cümlelerle onları teskin etmeye çalışmak son derece zararlıdır. 

Şimdi çok haklı olarak “Peki yakınlarını kaybedenlere ne diyeceğiz?, enkazdan çıkanlara ne diyeceğiz?, ya da evlerinde korku içinde oturanlara ne diyeceğiz?” diye soracaksınız.

Aslında cevapları çok basit bu soruların; onları kucaklayacağız her an. Eğer uzaktaysak kelimelerimizle kucaklayacağız. Eğer yeteri kadar samimiyet varsa aramızda bu kişilerle ve yakınımızdaysalar da   sarılmaktan daha iyi yapacak hiçbirşey yok. Sarılacağız, hem de sımsıkı…

Günlerdir bütün televizyon kanallarında dehşet verici görüntüler yayınlanıyor, sosyal medyada bir sürü video ve fotoğraf paylaşılıyor ama aslında bu tür görüntüleri çocukların izlemesi uygun değil. Tüm bunlar çocuklarda sadece korku ya ve kaygıya sebep olacak ve hatta belki de ilerideki hayatlarına yansıyacak. Bilemiyorum, çocuklarda gece kabusları, tikler, altına kaçırmalar başlamıştır bile belki de. 

Anne babaların bu konuları konuşurken veya haberleri izlerken çocukların etrafta olmayacağı saatleri seçmeleridir, doğru olan. Öte yandan tabi ki de çocuklara gerçeği yansıtmamak da doğru değil. “Ülkemizde şu an geçici bir problem var; şiddetli depremler oldu ve birçok ev ve insan depremden zarar gördü. Bunu hepimiz yaşayabiliriz, şu anda o bölgelere yardım gitti, gerekli çalışmalar yapılıyor ve insanları kurtarıyorlar. Biz de yardım ediyoruz, daha da yardım edeceğiz” demeliyiz çocuklarımıza. 

Yani sorun ve çözüm aynı anda sunulmalı onlara. Sorun var ve ne yapacağız bilmiyoruz endişesini çocuklarımıza geçirirsek, onları belirsiz ve çaresiz bırakmış oluyoruz. Bakın, çocuklarımız neye inanırlarsa o gerçek olacak hayatlarında. Eğer korunuyoruz duygusuna sahip olurlarsa, güvenli hissedecekler kendilerini. Annem de babam da korkuyor, herkes korkuyor, durum çok kötü diye düşünüp buna inanırlarsa eğer, ileride bu durum ciddi bir ruhsal soruna evrilebilir. Yani kesin olan birşey var ki, çocuğun gerçeği  bilmesi ama çözümü de bilmesi gerekiyor, yoksa çocukları başka türlü koruyamayız. 

Ancak biliyorum ki, bunların pek çoğunu ne yazık ki yapmadık, yapmıyoruz. Sadece deprem konusunda değil, hayatlarımızın içindeki birçok olayda bazen öyle duygusal depremler yaratıyoruz ki çocuklarımızda, ruhları enkaz altında kalıyor adeta. 

Diğer bir ifade ile, çocukluk çağındaki travmatik olaylar ya bilincimizden uzaklaştırılarak ileride başka bir olayla tetiklenerek daha şiddetli bir şekilde ortaya çıkmak üzere şimdilik bilinçaltına atılıyor ya da aşırı hatırlanma ile video kaydı gibi kaydedilip, zihnimize tekrar tekrar gelebiliyor. İki durumun yarattığı duygusal kırılımlar da acı verici oluyor ve hem belleği hem de ruh sağlığını bozuyor.

Tıpkı Bulgaristan’ın kuzeydoğusundaki Şumnu’da yaşayan Bulgar genci Radko’nun her yerin ateşler içinde olduğunu rüyasında görmesi veya bir ateş gördüğünde fenalaşması gibi. 

Tıpkı babası at sırtında onu Edrine’ye götürürken, atlarının yoldaki bir yılan yüzünden huysuzlanıp şaha kalkmasıyla yere kötü bir şekilde düşen babasının ölümüne neden olmakla annesi tarafından suçlanan Gülnihal gibi. 

Edrine demişken; bu şehir, Roma İmparatoru Hadrianus tarafından milattan sonra 1020 yılında yeniden imar edildiği için ilk başlarda “HadrianaPolis” ismini almış daha sonra da Doğu Roma İmparatorluğu zamanında “Adrinople” olarak adlandırılmış. Ondördüncü yüzyıl sonlarına doğru Sultan I.Murat bu şehri fethedince Osmanlılar ilk önce bu şehre “Edrine” demişler ama sonradan bu kelime halk arasında bugünkü “Edirne” olmuş.

Yani anlayacağınız her coğrafyada, her toplumda yüzyıllardır bu tarz travmalar çocuklara yaşatılıyor ve Ayfer Güney “Oyalı Kase” kitabıyla bizi bugünden alıp onbeşinci yüzyılın son çeyreğine götürerek, çocukluk travmalarının yarattığı ruhsal enkazın altında kalmış Bulgar genci Radko üzerinden Hıristiyan Avrupa dünyasının ve Gülnihal üzerinden de Müslüman Osmanlı dünyasının akıl hastalarına yaklaşımlarını romanlaştırarak anlatıyor. 

Aslında bu kitap, kurgu bir romandan ziyade psikayatri alanında akademik bir çalışma gibi. Kitabın kurgusunda yer aldığı gibi, gerçekten de ondokuzuncu yüzyıla kadar Avrupa’da akıl hastası, şeytan tarafından ruhu kabz edilmiş, ancak cismen insan olan bir varlıktı ve herhangi bir suç işlerse normal insan gibi yargılanıp ceza görüyordu.

Osmanlı’ya göre ise akıl hastaları sadece meczubi’ydi. Yani Allah katına “cezb edilmiş” hastaydı... O dönemlerde meczubun yanında mecnun, şeyda, divane denebiliyordu ancak deli demekten kaçınılıyordu. Yani bu insanlara hakaret etmemeye özen gösteriliyordu ve herhangi bir suç işlemişlerse de, suçun mahiyeti ne olursa olsun, hekim teşhisi ile akıl hastalığı belgelenen kişi, sadece hastaneye kapatılıyor ve iyileşmeden salıverilmiyordu. 

Doğu ve batı kültürünün aynı konuya bu derecede farklı yaklaşımı, konunun objesi olan hastaya yapılacak muamelede de haliyle zıt metodlar uygulanmasına yol açıyordu. Batı’nın tedavi yolu oldukça basitti: Akıl hastası içine şeytan girdiği düşüncesiyle önce bir süre işkenceye uğruyor, sonunda da yakılarak ruhları şeytandan kurtarılmış şekilde “Öbür Dünya”ya, yani Tanrı’ya havale ediliyordu. 

Osmanlı da ise durum oldukça farklıydı. Batılıların ruh hastalarını bir hasta olarak kabul etmeyip onlara işkence yaptıkları ortaçağda Türkler onları birer hasta olarak kabul ediyor; ruh sağlığına, ruh hastalarına ve tedavilerine büyük önem veriyorlardı. Böyle hastaları kabul ve tedavi eden darüşşifalara “bimar-hane” deniyordu. İlk başlarda bu kelime halk ağzında “tımarhane” olmuştu ancak bu kelime zamanla küçümseyici bir anlama dönüştüğü için şimdilerde “tımarhane” kelimesinin kullanımı resmi olarak terk edildi.

Onbeşinci yüzyıl sonlarında kitabın hikayesinin geçtiği II.Bayezid’in Edirne Darüşşifa’sı ve onaltıncı yüzyıl başlarında Hürrem Haseki-Sultan’ın Mimar Sinan’a yaptırdığı Haseki Dârüşşifâ’sı, bimarhane seksiyonları ile dünya çapında ün yapmışlardı.  Baharat karışımlarından oluşan ilaçlar, istirahat, gıda olarak kullanılan türlü çiçek ve taş çeşitleri ve musiki bu darüşşifalarda kullanılan tedavi yollarından bazılarıydı. 

Müzik ile akıl hastalığı tedavisi ilginç değil mi? Yunan mitolojisinde Apollo’nun hem müzik hem sağlık tanrısı olduğunu ve tasvirlerde elinden müzik aletini düşürmediğini biliyoruz. Elbette ki, antik Yunan’da müziğin birçok hastalığın tedavisinde kullanıldığına dair veriler de var. Örneğin tıbbın babası sayılan Hipokrat bazı hastaları tedavileri için ilahilerle tapınağa götürmüş ve “Müzik ruhun gıdasıdır” sözünü milattan önce 400 yılında Platon’un dile getirmiş. Bunların yanında Homeros, Odysseia’da müziğin kanamaya iyi geldiğini yazmış. Anatomi ve müzik bilgini Galen, müziğin akrep ve böcek sokmalarına karşı bir panzehir olduğunu söylemiş. Aurelianus, kronik hastalıkların tedavisinde Frigya usulü obua çalmayı önermiş. Ve Platon da sağırlığın tedavisinde trampet kullanmakla ünlü.

Onyedinci yüzyılda William Shakespeare de “Twelft Night” adlı 5 perdeden oluşan oyununda; “Müzik aşkı besliyorsa çalın, çalın” diye bir giriş yaparak müziğin ruhu beslediğini anlatmıştı. 

Evet, aşk; ruhun sevgi titreşiminde olma halidir. Ve bu duyguyu da en çok tetikleyen şey, müziktir. Çünkü müziğin de temelinde titreşimler yatar.

Kadim doğu kültürlerinde de durum farklı değildir. Sanskritçe karşılığı “çark, daire, tekerlek ve hareket” olan chakra’lar farkına vardığımız veya varamadığımız, varlığımızda mevcut enerji merkezleridir. Yaşam enerjisi pranayı taşıyan ve ana enerji merkezleri chakraları birbirine bağlayan süptil enerji kanallarının hem psikolojik hem fizyolojik yapımız üzerinde doğrudan etkisi bulunur. 

Diğer bir ifade ile, yaşadığımız madde dünyasında, beş duyu organımızla algılayabildiğimiz şeyler yoktur sadece. İşte gözle görülmeyen ancak frekans ve titreşimlerle yoğrulmuş süptil enerjiden oluşan bedenimizdir ruhlarımız.   

Nasıl ki insanın fiziksel bedeninin beslenmeye ihtiyacı var ise, ruhunun da enerji toplayabilmesi, hayata daha pozitif bakabilmesi için, insanın ruhuna gereken önemi verip onu beslemesi gerekmektedir.

Notaların yarattığı titreşimler, ses olarak dışarı yansımaktadır. Ruhun da bir enerji olduğunu düşünür ise, müzik bu aşamada ruhumuza en iyi gelen şeydir. Onu rahatlatan, hayal kurmasına olanak sağlayan ve düşünme kabiliyetimizi arttıran önemli bir pozisyondadır.

Tüm bu bilgiler biliniyordu ama ruh hastalıklarının müzikle tedavisini ortaçağda ilk defa düzenli ve bilinçli bir biçimde uygulayan ve bu tedavinin öncülüğünü yapanlar Türkler olmuştur. 

Türkler müzikle tedavinin esaslarını da Araplar ve Acemlerden almıştır. Keyhüsrev ve Farabi gibi o dönemlerdeki tüm bilginlerin, alimlerin hepsi de, müziğin insan psikolojisi üzerindeki olumlu etkilerinden bahsetmişlerdir. 

Örneğin, İbn Sina “Kitabü’ş Şifa” eserinde; “Tedavinin en iyi ve en etkili yollarından biri hastanın akli ve ruhi güçlerini artırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele için cesaret vermek, hastanın çevresini sevimli hale getirmek, ona en iyi musikiyi dinletmek ve onu sevdiği insanlarla bir araya getirmektir.” diyerek, müziğin tedavi boyunca kişiye güçlü bir moral desteği verdiğini dile getirmiştir.

Farabi‘ye göreyse müziği bize hoş gösteren, işitme gücümüz değil, o besteden çeşitli telkinler çıkaran idrak yeteneğimizdir. Yani müziğin bize uyandırdığı duygularımızdır. 

O dönemin hekimleri ve deneyimli bilginleri, insan nabzının müziğin hareketli makam ve usulü ile ilgisi bulunduğunu ve nabız hareketlerinin bir makama ve nameye uygun olduğunu düşünüyorlardı. Müzikle tedavi, nabzın düşmesi, yükselmesi, genişliği gibi hallerinin her birine farklı makamın uygulanması ile başlamıştı.

Ve nitekim de, II. Bayezid’in kendi adıyla Edirne’de yaptırdığı külliyenin bir parçası olan darüşşifada, ruh hastaları müzikle tedavi edilmiş ve gerekli her türlü yöntem için olanaklar sağlanmıştır. Bu darüşşifa, akustiği ve planlanması açısından müzikle tedaviye uygun bir şekilde inşa ettirilmiştir. Bu yapısıyla Türk psikiyatrisi ve medeniyetinin eşi bulunmaz bir hastanesidir ve günümüzde Tıp Müzesi haline getirilmiştir. Musiki ile tedavinin uygulamalı olarak Birleşik Amerika’da ancak 1956’da başladığını söylersem, sanırım bu konuda onbeşinci yüzyılda atalarımızın tıp alanında bulunduğu nokta çok net açığa çıkacaktır. 

Ve “Oyalı Kase”… İlk gördüğümde kitabın ismi ilgimi çekmişti ve okuyunca anladım neden bu ismin seçildiğini. Bir kase düşünün, usta bir çömlekçinin elinden çıkmış, gül suyuyla toprak çamurlaştırılarak. Hani çömlek yapmadan önce önce o çamuru çiğnemek lazımdır ya, hayat da çiğ insanı türlü duygularla çiğner işte öylece… Çömlekçi sabırla şekillendirirken çamuru, insan da pişmanlıklarıyla şekillendirir kendini. Çömlek şekillendirilmekle kalmaz bir de fırına verilir. İnsanın fırını ise aşk ateşidir. Bu ateşle yanmayanlar erişemez olgunluğa…

Zaten Şems-i Tebrizi de “Aşkın Kırk Kuralı” kitabının otuzüçüncü kuralında der ki “Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, sen hiç ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutanda benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.” 

Yani yoktur çömlekten veya kaseden farkımız. Sevgi ve aşkla ince ince işlediğimiz oyalarla güzelleşiriz, gerisi hiçliktir. O yüzdendir ki, kitabın kapağında da yazdığı gibi “Oyalı Kase” aşk’a ve şifaya uzanan yol gibidir.

Birey olarak, toplum olarak deprem travması sebebiyle hastalandığımız şu günlerde, belki de en okunası kitaplardan biri Ayfer Güney’in “Oyalı Kase” kitabı..

Haydi o zaman çevirelim sayfaları ve doğanın bize sunduğu türlü türlü tatları iksir yapıp, içelim oyalı kaseden yudum yudum gül kokulu aşkı, sevgiyi… 

İçelim ki şifamız olsun…

***

Yazıyı Sesli Dinlemek İçin Görsele Tıklayın...

NELER SÖYLENDİ?
@
Ayfer Güney 1 yıl önce
Oyalı Kase'yi çok güzel anlatmışsınız. Teşekkürler
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA