DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 09-11-2022 13:48

Paul Verlaine / Stefan Zweig

Demem o ki, gökyüzü krallığında her daim özlem dolu bir aşk masalı yaşanırmış. Dünya güneşin etrafında dönerken, ay da dünyanın etrafında döner ya, işte en başında ilk görüşte aşk başlamış. Evet evet, güneş ay’a aşıkmış, ay da güneşe… Bu iki sevgiliden enerji dolu olanı güneş iken, hasretinden şekilden şekile girerek her dem aşırı duygusal olanı ay’mış… Öyle güçlü bir aşkmış ki bu, güneşin, ayın ve dünyanın pozisyonlarına göre gökyüzünde oluşan frekanslar tüm insanlığı etkilermiş. Bazen, ay güneş ile dünya arasına girerek güneşine kavuştuğunda güneş öyle bir tutulurmuş ki, çıplak gözle yeryüzünden güneşin parlaklığına bakılamaz hale gelinirmiş.

Ama meraklıdır ya insanoğlu, gökyüzündeki bu gizemli gelişmeleri fark edip üzerinde kafa yormaya başlayınca astroloji ortaya çıkmış. Bugün geldiğimiz noktada artık astrologlar “güneş tutulmasında, ay güneş ile kavuştuğundan bu tutulmalar geçmişi yeni bir olay ile dönüştürür, duygusal olarak artık hissettiklerinizi gerçekleştirme fırsatıdır, perspektif değişimini peşinden sürükler bu tutulmalar” diyerek her insanın hatta ülkelerin doğum tarihine göre astroloji haritalarını çıkararak bu tutulmaların etkisini yorumluyorlar. 

19. yüzyılın sonlarına doğru, belki de olası bir güneş tutulmasının ardından, Avrupa kültürü parçalanmaya başladı. 1871 yılında Fransa’nın Prusya ile olan savaşında aldığı yıkıcı yenilgi tüm Avrupa’daki güç dengesini değiştirdi. Yeniden şekillenen sanayi ve ticaret, şehirlerdeki hayatın perspektifini değiştirdi. Toplumlarda sınıfsal farklılıklar arasındaki çizgiler derinleşti, nüfus katlanarak artmaya başladı. Eğitimin yayılması ile okuryazarlık oranı arttı belki ama buna bile yazarlar ve şairler farklı tepkiler verdiler. Kimisi eserleri için yeni pazar imkanını memnuniyetle karşılarken, kimisi de kitleleri hor gördü. Sanat gözden düşmeye başlamış, Avrupa garip bir hal almaya başlamıştı.

Fransız şair Charles Baudelaire, kalabalıkları ilk hor görenlerdendi ve şiirleri alışılmadık derecede diğer insanlara duyulan nefretten ilham alıyordu. Simgeler kullanarak yazdığı şiirlerle sansasyon yaratmayı amaçlayan Baudelaire, bunu başardı ve onu takip eden başka sembolist şairler ortaya çıktı. Sonradan görüldü ki, tüm bu sembolist şairlerin amacı simgelerle bir tür eşleştirme yapmak değildi. Onların ortak amaçları, kendilerinden önceki tüm şiirlerle bağlarını koparmaktı. Anlayacağınız, şiir sanatının temelleri sarsılıyordu o yıllarda…

Kelimelerin melodik ahengini işiten ve duyduğu müzikal kalitenin kelimelerin anlamından daha önemli olduğunu düşünen bir adam, ülkesi gibi kendisi de tutulmanın etkisinde olduğundan olsa gerek, hissettiklerini iradeye döküp “Müzik herşeyden önemli” diyerek harekete geçti. İçindeki lirizm kıpır kıpırdı ve aldı kağıdı kalemi eline;

“Musiki, her şeyden önce musiki; 
Onun için tekli mısradan şaşma.
Kıvrak olur, erir havada sanki; 
Ağır aksak söyleyişe yanaşma.

Kelime seçerken de meydan senin; 
Bile bile bir nebze aldanmalı.
Dumanlısı güzeldir türkülerin; 
Öyle hem seçik olsun, hem kapalı.”
dizeleriyle başladı şiirine… 

Bu adam, bitirdiğinde “Şiir Sanatı” ismini verdiği bu şiiriyle adeta bir sembolist şiir manifestosu yazan Paul Verlain’di. 

Öyle sade öyle yalın yazıyordu ki Paul Verlain, şiirlerini orijinal dilinde dinlediğinizde sizi sanki Fransızca bir şarkının içindeymişsiniz gibi hissettiriyordu. Nereden geliyordu ondaki bu yaratıcılık? Neydi onu farklı kılan?

Dövülmüş bir çocuğun hıçkırıklarla ağlaması ya da kaybolan birinin huzursuz bağırışları gibi ilkel seslerin görkemli biçimlerini içinde hissederek kapıldığı çocuksu tutukluk, kendi kaderinin zorlamalarına boyun eğdiği için çaresiz bir öfke ve serzeniş, şekillendiremediği koşullar karşısındaki alçakgönüllülük ve sade bir şikayetçilik, onu yalın bir şiirselliğe ulaştırmıştır. Yani, Paul Verlain’in yaratıcı erdemi, güçsüzlüğüydü.

Belki de bu yüzden, Paul Verlain ne zaman çocukluğundan bahsetse yüzünden buruk bir tebessüme benzer bir ışık yayıldığı söylenir. “Çocuklukta tüm dürtüler saf ve tomurcuk gibidir. Aşk lekesizdir, yani tamamen arzusuz ve tatminkar, salt bir içgüdüdür” diye tanımladığı çocukluk yılları onun için bir cennetti; çünkü zayıf ruhu henüz hayatın sert darbelerini değil, sadece adanmış aşkla kadınsı yumuşaklığın hoş ve içten korumasını tecrübe etmişti. 

Çünkü onun çocukluk yıllarının en önemli figürleri iki kadındı; kendisini Paul Verlaine’e adayan ve onu aşırı sevecenliği ve sınırsız affediciliğiyle şımartan annesi ve oldukça iyi kalpli, yumuşak ve sevgi dolu kuzeni Eliza...

Paul Verlain çocukluktan çıkıp yetişkinliğe ulaştığında da annesinin aşırı sevecenliği hep aynı kaldı. Söylendiğine göre annesi, onun içki içtiğini öğrendiğinde bırakın bağırıp çağırarak kızmayı, sesini bile yükseltmemişti. Hatta bir gece Paul Verlaine başında şapkasıyla dışarıda sızıp uyuyakaldığında annesinin gösterdiği tek tepki, karşısında durup ona bir ayna tutmak olmuştu. Tüm bunların yanında, bir keresinde annesini öldürme tehdidi yüzünden aldığı para cezasıysa oldukça trajikti; ancak annesinin bu olayda bile tutumu asildi ve affediciydi.

Kuzeni Eliza da öyle yumuşak ve eli açık biriydi ki, adeta onun diğer iyilik meleği gibiydi. Eliza’nın silüeti, Paul Verlaine’in hayatının yoğun ve boğucu dumanları arasında alev gibi hep parladı. 

Aslında Paul Verlain tüm hayatı boyunca şiddetli bir tutulmanın içine hapsolmuş gibiydi. Geçmişini yeni olaylarla dönüştürmesi, hissettiklerini iradeye dökmekten çekinmemesi ve sürekli perspektif değişiklikleri içinde duygusal gelgitler yaşaması dikkat çekicidir. Belki de onun hayatındaki tutulma, babasının onu Paris’teki bir yatılı okula yerleştirmesiyle başladı. O güne kadar biraz şımartılmıştı; ama yine de alçakgönüllü ve güvenilir bir çocuktu. Okuldaki yeni arkadaşları uçarı ve zorbaydı. Sevecenliğe ve yumuşaklığa karşı duyduğu güçlü özlemle gözyaşları içinde daha okulun ilk gününde odaların soğukluğu yüzünden hastalanınca evine geri gönderildi. Ancak iyileştiğinde babasını onu okula geri gönderince, bu; Paul Verlaine’in narin karakterinin yabancı etkilerin eline teslim edilmesi anlamına geliyordu ve sonuç onun için karakterinde bir kırılım oldu. Yeni arkadaşlarının etkisinde karakteri köreldi. Varlığına artık yabancı bir unsur girmişti; maddeci, alaycı bir nitelikti bu…

Arkadaşlarının, içine kibirin bolca karıştığı Paris’e özgü karakteristik özellikleri olan küstah, alaycı ve böbürlenici kabadayı davranışları, bu yumuşak ve sevecen çocuğu cezbetti. Artık, bazen kadınları en azılı düşman görüp “kız kardeşlerinden” kurtulmak için kurtlara sığınıyordu ama bir yandan da eski hatıralarının özlemini çekiyor; affedici, masumane davranışların hayalini kuruyordu. 

Öte yandan ondaki utanma duygusu da, bastırıldığı her vakada olduğu gibi, alışılmadık şekilde güçlüydü. Bu, tüm hayatı boyunca kendisini temizlik ve saflık hasreti olarak açığa vurmuştu. Alay edilmekten korktuğu için alaycıydı ve aldırmazlık, bir kalkan gibi onun için ön plandaydı. 

Anlayacağınız, onun çocukluk yılları, aslında bir anlamda ruhunun kötü çiçeklerinin kara toprağıydı. Ancak herşeye rağmen bu çocuğun içinden olağanüstü yetenekli bir şair çıktı. Onun ergenlik yılları “Zühal Şiirleri” eserinin ortaya çıktığı zamana denk geldi. Cinselliği henüz tam olarak gelişmemişti ve yıkıcı etkisini göstermeye yetecek kadar irade gücüne sahip değildi. Etkileri sadece hafif darbeler halinde kendini gösteriyordu ve sadece tatlı bir huzursuzluk duygusu uyandırıyordu. Bir şekilde perdelenmiş ve yüzünü melankoliye dönen bu huzursuzluk, ilk şiirlerinde titrek olarak görünüyordu ve onlara üzgün bir kadının benzersiz güzelliğini katıyordu. Ergendi ve tüm bu belirtiler aslında dışarıdan çok da anormal gözükmüyordu ama onun içinde hakim olamadığı bir çatışma vardı. Bu, yıllar geçtikçe asla dengelemeyi başaramadığı bir terazinin iki kefesinin sürekli alçalıp yükselmesi gibi olacaktı. Yani, bir yanda tutkulu, vahşi, cinsel unsur, saf olmayan ışık ve kör bir teslimiyet; öte yanda ise tutkulara yabancı, yumuşak kadın eline hasret olan çocuksu kalbinin saf, sade ve narin hali... 

“Çapkın Törenler” adındaki ikinci kitabı, “Zühal Şiirleri”nden hemen sonra yayımlanmıştı. Bu kitabındaki şiirler ilk kitabındakilere göre sanatsal olarak çok üstündü. Bu şiirleri daha işveli ve üslup da  çekiciydi.  Hem alçakgönüllü hem de arsız olan dizeleri, önce saldırıp ardından temkinli bir şekilde geri çekiliyor gibiydi. Diğer bir ifadeyle, salt şehvet değil de alçakgönüllülük isteğiyle maskelenmiş arzular sıkışmıştı dizelerine…

Peşpeşe yazdığı bu iki şiir kitabı arasındaki o kısa sürede, Paul Verlain’in yaşamına kötü, belki de en yıkıcı etkiyi bırakan “affedilmez bir kusur” girmişti. Kuzeni Eliza’nın genç yaşta zamansız ölümünün ardından iki gün yemek yemedi ve aralıksız içti. Tatlımsı, yeşilimsi bir sıvı; hain ve öldürücü olan absent içiyordu. Başlarda acılarını içinde boğduğu absent, daha sonra bir gösteriş, umarsızlık ve sonunda arzuya, işkenceye, vicdan azabından kaçışa, “iğrenç iksirlerde aranan kayıtsızlığa” dönüşecekti. Absent, Verlain’in hayatına sessizce ve merhametsizce nüfuz etti. İçtiği zamanlarda, onun çocuksu kalbinin narin, yumuşak, özlem dolu özelliklerini soğurdu; sert, tutkulu, ahlaksız adamı güçlendirdi, içindeki şehvet düşkünü ve alaycı kişiyi uyandırdı. 

Sonra birgün bir süreliğine her şey düzelir gibi oldu. Verlaine bir arkadaşının üvey kız kardeşine aşık oldu ve sonunda nişanlandılar. Artık absent içmiyordu. Sevgilisinden uzakta olduğu ve onun hasretini çektiği günlerin birinde “Tatlı Şarkı” adlı en sakin ve en dingin eserini yazdı. Bu eserinde, tereddütlü ama arzulu bir teslimiyetin içinde kötülük ve tutku yok olmuş, melankoli, melodinin içinde çözülmüştü. Kelime ve algı, biçim ve duygu, önsezi ve varlık, yaşam ve hayaller, dizelerini işgal etmişti. 

“Beyaz bir ayışığı
Ormanları bürüyor;
Bir ses dal uçlarından 
Çardaklara yürüyor,
Işıl ışıl ağaçlar…

Nerelerdesin ey yar..

Gölekler yansıtıyor 
O derin aynalarda
Söğütün gölgesini,
Dinleyelim dallarda 
Yanık sesini yelin…

Hayal kuralım gelin.

Sanki geniş ve sıcak
Bir huzur dökülüyor
Yıldızların alkuşak
Rengine boyadığı
Masmavi ufuklardan…

Tanrım bu ne güzel an..”

Karısı Mathilde Mante’ye yazdığı şiirler bir şairin sevgi dolu şarkıları oldu. Ona hissettiği duygular, dizelerinde sevgi dolu bir duaya ve Meryem Ana kültüne dönüşüp; ilerideki tükeniş yıllarında hastalıklı bir yankı, tökezleyen bir feryat ve çocukluk arzularının hayali halini alacaktı.

Takvimler 1870 yılını gösterdiğinde, o yıl ülkesi Fransa’yı sarsan en başta bahsettiğim kriz, onun hayatını da derinden etkiledi. Bu kez de, politik heyecanın ateşi onu ele geçirdi. Politika hakkında hiç kafa yormamış biri olarak o da birçok arkadaşının hatırına komünist oldu. Bu dönemde yeniden içkiye başladı. Sürekli sarhoş olduğu için karısı ile arası açıldı ama yine de o dönemde bir oğlu oldu. 

İşte tam da bu günlerde Paul Verlaine’nin hayatındaki tutulma en şiddetli noktaya ulaştı. Birgün şehirdeki bir dostundan on beş yaşındaki Arthur Rimbaud ismindeki bir çocuğun yazdığı şiirlerin iliştirildiği bir mektup aldı; Paul Verlaine’nin şiirler hakkında fikri soruluyordu. Bu şiirleri okuyunca büyük bir coşkuya kapıldı ve çocuğa coşkulu hayranlıkla bir cevap yazdı ve Arthur Rimbaud’u Paris’e çağırarak onu himayesine aldı. Madam Verlaine ise bu durumdan memnuniyetsizliğini hiç gizlemedi çünkü tehlikeyi önceden görmüştü. 

Nitekim, Paul Verlaine ve Arthur Rimbaud arasındaki bağ gittikçe güçlendi. Paul Verlaine’nin duyarlılığı ile her zaman çelişen kötülüğü aniden uyandı. Onun güce, alaycılığa ve şehvetli konuşmalara olan yatkınlığı, Arthur Rimbaud’un kişiliğinde ılımlı karşılık buldu ve 1872 yılında bir gün Paul Verlain, karısını, çocuğunu ve yaşadığı dünyayı geride bırakarak Arthur Rimbaud ile birlikte bilinmeyene doğru yolculuğa çıktı. 

Belçika’yı, Almanya’yı ve İngiltere’yi birlikte gezdiler. Ancak sürdürdüğü korkunç hayat, Paul Verlaine’i fiziksel olarak zorlayınca, bu hayata kendi tarzıyla uyum sağladı; hoyratlaştı, vahşi ve kestirilemez hale geldi. Arthur Rimbaud ile olan dostluğu kötüleşmeye başladı. Artık sürekli tartışıyorlardı ve hep sarhoştular. Büyük bir tartışmanın sonunda, Arthur Rimbaud artık onunla yaşamak istemediğini söyleyince, Paul Verlaine bir tabanca ile iki el ateş ederek onu yaraladı. Paul Verlaine iki yıl hapis cezası aldı ve eşi ondan boşandı.

İki yılın ardından hapishaneden çıktıktan sonra, Stuttgart’da Arthur Rimbaud’u ilk gördüğünde yine sopa ve yumrukla birbirlerine girdiler ve Rimbaud, Verlain’i kolaylıkla alt ederek kaçtı. Bu birbirlerini son görüşleri oldu. Bir süre sonra, Arthur Rimbaud Viyana’da serserilikten tutuklandı. Serbest kaldığında bu kez Balkanlar’da tüccarlık yaptı ve sonrasında, ölünceye kadar Afrika’da asker olarak görev yaptı. Paul Verlaine ise, Paris’e ve zaman zaman yazarak edebiyata geri döndü. Fiziksel olarak, 1896 yılında iş başındayken öldü ama bir sanatçı olarak çoktan ölmüştü. 

Paul Verlaine hayatı boyunca bir tür şekil alamayan dayanıksız yumuşak bir kil gibiydi. O, kah hasret çeken bir seyyah, kah zampara, kah keşiş, kah sokak çocuğuydu. Kanının akışının değişmesi gibi o da değişiyordu; ama onun hayatını şiddetle sarsan ve lime lime ayıran içindeki bu karmaşık güçler, şiirlerinde kristalleşip damıtılarak esans halini almıştır. 

“Yaratıcı sanatçılar acılarını, sevinçlerini ve güçlerini aşan ani sancılarını eserlerine yansıtırlar. Yapıtlarına, içine düştükleri ağdan kendilerini kurtaracak bir halat gibi tutunurlar. Üzerilerine yoksulluk ve hüzün çökmüş dilenciler gibi gelip geçene sözlerini aktarırlar. Her bir hece onları rahatlatır; çünkü bu sayede hayatlarını yabancıların üzerine yansıtırlar. Kendilerine ağır gelen şanslarını ve şansızlıklarını, sevinçlerini ve şikayetlerini başkalarının alın yazısında gösterirler.” diyerek Paul Verlaine’nin otobiyografisini şairane bir dille anlatan Stefan Zweig’a hak vermemek mümkün değil. 

Gerçekten de Paul Verlaine, kadınsı duyarlılığı ve utanmazlık derecesindeki eğlenceye karşı hissettiği haylaz hevesle, hayatı boyunca sürekli bir savaş halinde oldu ve bunu şiirlerinde melodik bir dille ifade etti. Hayatı boyunca bazen kısa bir anlığına şehvetle idealizmi dengeledi ama iki tarafta asla galip gelemedi ve bu mücadele o ölünceye kadar asla sona ermedi. Özetle, tüm hayatı sert bir güneş tutulmasına hapsolmuş gibi geçti.

Bir güneş tutulmasına çıplak gözle uzun süre bakılırsa gözlerimizde hasar oluşması riski vardır ya, bu yüzden konuyu da sadece şiir açısından ele alıp Paul Verlaine’nin hayatına ve Arthur Rimbaud ile olan sağlıksız görünen ilişkisine edebiyat gözlüklerimizi takarak bakmamız gerekir. Çünkü Paul Verlaine şiirleriyle hem sembolizm akımının adeta manifestosunu yazdı hem de Paul Verlaine ve Arthur Rimbaud, birbirlerine kattıkları şiirsel dehayla cinsiyetleri şiir olan şairler olarak dünya şiir tarihindeki yerlerini aldılar. 

Sağlıkla, mutlulukla ve her dem şiirle kalın…

NELER SÖYLENDİ?
@
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA