DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 21-10-2023 17:16

Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres

On yedinci yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu toprak kaybederek gerilemekteydi. Yaklaşık iki yıl önce Balkan topraklarını bir aydan kısa bir süre içerisinde terk etmek zorunda kalmıştı. Artık elinde sadece Gelibolu Yarımadası vardı. Bolayır'dan Seddülbahir bölgesine kadar olan saha dışındaki tüm toprakları kaybetmişti.

Batıda bunlar olurken, 1914 yılında doğu cephesinde, Sarıkamış'ta üç gün içinde elli bin asker donarak hayatını kaybetmişti. Büyük bir felaket yaşanmıştı ve cephe tamamen çökünce, Ruslar Ocak 1915 yılında karşı saldırıya başlamışlardı.

Britanya İmparatorluğu Donanma Bakanı Winston Churchill, Çanakkale'yi aşıp İstanbul'u işgal ederek İstanbul ve Çanakkale boğazlarının kontrolünü elinde tutup, hem müttefikleri Rusya'ya güvenli bir şekilde erzak tedariki ve asker takviyesi yapabilmeyi, hem de Osmanlı İmparatorluğu'nu çökertmeyi istiyordu.

Bu şartlar altında, Çanakkale’nin savunulması Osmanlı İmparatorluğu için çok önemliydi. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu ordusu, 18 Mart 1915'te itilaf devletlerinin donanmasını başarılı bir şekilde geri püskürttü.    

Tarih, bu kez 25 Nisan 1915 idi. İngiliz, Avustralya, Yeni Zelanda ve Fransız güçleri Gelibolu Yarımadası kıyısına çıkarma yapmaya başladı. Artık kara savaşları başlıyordu.

O sırada Yarbay Mustafa Kemal askerlerine dedi ki;
“Benimle beraber burada muharebe eden askerler kesin olarak bilmelidir ki, bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku ve dinlenme aramanın, bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar mahrum kalmasına sebep olacağını hepinize hatırlatırım.

Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler gelir, başka komutanlar hakim olabilir.”

İşgal güçlerini karşılamak için tekbir getirerek ilerlemekte olan kahraman Mehmetçikler şiddetli patlamalarla yere düştüler. Kelime-i şahadet getirerek verdiler son nefeslerini…

Sonraki yıllarda, Gazi Mustafa Kemal Atatürk diyecekti ki;
“Onlar mukaddes vatan toprakları için canlarını seve seve vermişler, Çanakkale Savaşları'nın kaderini değiştirmişlerdir. Burada geçen her saniye, kullanılan her an, ölen her nefer, Türk vatan ve milletinin mukadderatını çizmiştir. Kara savaşlarına katılan ilk birlik olan 57. Alay, vatan sevgisinin ne olduğunu insanlığa göstermiştir. Bu kahraman Alayı hayranlık, minnet ve rahmetle anıyorum.”

Gelibolu’da, ölüm her yerde kol geziyordu. Çiçek kokusunun yerini barut ve ölmüş askerlerin çürüyen bedenlerinin kokusu almıştı. Hatta öyle ki, siperlerin birbirlerine yakınlığı ve yaz aylarının sıcak havası sebebiyle, bu kokular yüzünden çarpışmak zorlaşınca geçici ateşkesler yapılıyordu. Düşünün durumu…

Yıllar sonra devam edecekti Gazi Mustafa Kemal Atatürk kahraman askerleri ile o günlerde yazdığı tarihi anlatmaya;
“Siperler arası 80 metre. Yani ölüm muhakkak. 3 dakika önce gelen bölüğün tamamı şehit olmuş. Yeni gelenler bunu biliyor ve bir 3 dakika sonra kendisinin de şehit olacağının farkında ilerliyor. Ama ne ilerleme! Bir an bile sarsılma, durma, geriye bakmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kur'an okuyor, bilmeyenler kelime-i şahadet getiriyor. Az sonra öleceğini bile bile gözünü kırpmadan şahadete gidiyor. İşte Çanakkale Savaşları’nın zaferle sonuçlanmasını sağlayan şey milletimiz ve onun askerindeki bu yüce ruhtur.”

Kara çarpışmaları yıl sonuna dek sürdü. Taraflar ağır kayıplar verdi. Çanakkale'de 1915 yılının Nisan ayında ilk, Ağustos ayında ikinci zafer kazanıldı. Yıl sonunda Britanya İmparatorluğu önce kuzey, sonra da güney cephesinden çekilmek zorunda kaldı.

Çanakkale Savaşları Osmanlı İmparatorluğu'nun son büyük zaferiydi. Bunu sadece bir diğer askeri başarı izlemişti: 1916 yılının Nisan ayında Britanya askerlerinin esir alınmasıyla sonuçlanan Kut'ül Ammare Kuşatması.

Çanakkale’de bunlar olurken, I.Dünya Savaşı da 1918 yılına kadar devam edecekti. Ve ne yazık ki, İstanbul, 13 Kasım 1918 ve 16 Mart 1920 tarihlerinde iki kez işgal edildi. İlk işgalde, İstanbul’un stratejik ve önemli noktaları itilaf devletlerince kontrol altına alınmış, idareye el konulmamıştı ancak ikinci işgalde idareye de el konulacaktı. 

13 Kasım 1918 yılında İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa, Haydarpaşa limanında demirlemiş itilaf devletleri donanmasını görünce, yanındaki yaverine dedi ki;
“Geldikleri gibi giderler!”

Birinci Dünya Savaşı sonrası Paris Barış Konferansı’nda Britanya İmparatorluğu’nun desteği ve teşviği ile “Küçük Asya Seferi” yapan Yunanlar, yaklaşık üç yıl boyunca İzmir başta olmak üzere birçok yöreyi ele geçirmişlerdi. 

1919 yılından itibaren Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele başlattığı ordusunun askerlerine Mustafa Kemal dedi ki;
“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”

Mustafa Kemal önderliğinde kurulan Anadolu hareketi, Milli Mücadele döneminde Yunanistan’ın Küçük Asya Ordusu’nu Büyük Taarruz ile Küçük Asya’nın dışına çıkararak Ege kıyılarına kadar kovalamış ve sonunda denize dökecekti. Yunanların Hellen İmparatorluğunu yeniden canlandırmak ve İstanbul’u ele geçirmekten oluşan “Küçük Asya Rüyası” onlar için “Küçük Asya Felaketine“ dönüşecekti.

Sadece Yunan ordusunu değil, tüm itilaf devletleri ordularının Anadolu’dan ve İstanbul’dan gitmelerini sağlayan Gazi Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşlarına müjdeyi 28 Ekim 1923 tarihinde verdi ve dedi ki;
“Efendiler, yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz”

Ve bu yıl yüzüncü yılını kutlayacağımız Cumhuriyetimiz 29 Ekim 1923 tarihinde tüm dünyaya ilan edildi.

Cumhuriyet ilan edilmişti ama o güne kadarki son iki yüz yılda büyük bedeller ödenmişti. Evet, on yedinci yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu toprak kaybederek gerilemekle kalmıyordu, kaybedilen topraklardaki Osmanlı halkı da zulme maruz kalıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olacak olan Mustafa, böyle bir ortamda 1881 yılında Selanik’te dünyaya gelmişti. 

Balkan Savaşlarının 1913 yılında sona ermesini takiben o zaman dünyada söz sahibi büyük devletlerce alevlendirilen milliyetçilik ateşiyle, Sırplar, Bulgarlar ve Karadağlılar Osmanlı halkına karşı hoşgörüsüz ve saldırgan bir tutum içindeydiler. Kısa süre içinde, bu topraklarda yaşayan Osmanlı halkı, yerlerinden yurtlarından edilip Anadolu’ya kaçmaya zorlandı. Bunların içinde Mustafa’nın ailesi de vardı.

Aynı yıllarda, Ege Denizi’nin kıyılarında ya da iç kısımlarında, her türden kuşun öttüğü, türlü türlü çiçeklerin açtığı, Müslüman, Hıristiyan ve Ermenilerin birlikte yaşadığı, yapılan evliliklerle zaman içerisinde neredeyse herkesin birbiriyle akraba haline geldiği, herkesin Türkçe konuştuğu ama yazmayı bilenlerin çoğunlukla Yunanca yazdığı Osmanlı kasabaları da vardı. 

Bu kasabalarda yaşayanlarsa; kasabalarının konumları gereği dış dünyada olup bitenlerden çok fazla haberdar olmadıkları için, Britanya İmparatorluğu önderliğindeki itilaf devletleri liderlerinin fikirlerini, siyasi emellerini, petrol tutkusunu ve tüm bu amaçlarına ulaşmak için toprağı insan kanıyla sulamaktan çekinmeyeceklerini bilmiyorlardı.

Toprağın kanla sulanması deyince, bu kasaba halklarının aklına bülbül ile gülün efsanesinden başka bir şey gelmiyordu belki de. Efsane bu ya: Gülün rengi eskiden kırmızı değilmiş. Bülbül ise güle aşıkmış. Gül, kendisi için yanıp tutuşan bülbüle hiç yüz vermiyormuş. Bu duruma dayanamayan bülbül, gidip gülün dalına konuvermiş. Dikenler bülbülün gövdesine batınca akan kanlar gülün dibine dökülmüş ve kanlar gülün köklerinden ve dikeninden damarlarına geçmiş. Gül o günden sonra kırmızı açmaya başlamış.

Yazar Louis de Bernieres, aradan neredeyse yüz yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen hala dünyadaki büyük ülkelerin masum halkları kendi çıkarları için dünyanın pek çok yerinde ölmesine sebep olduklarını düşündüğünden olsa gerek "Kanatsız Kuşlar" romanını 2004 yılında yazdı. Müslümanların ve Hıristiyanların komşudan daha fazlası olduğu gözler önüne seren ve hem kardeşçe yaşayan bu toplulukların ayrılmasının yasını tutan hem de işgalci güçlerin kendi kanlı idealleri uğruna masum halklara çektirdiği acıları anlatan bir kitap bu. 

Louis de Bernieres romanının içine Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün biyografisini de eklemiş çünkü o yıllarda Britanya İmparatorluğunun öncülüğünde Yunanistan’ın “Küçük Asya” rüyasını besleyen Fransızlar ve İtalyanlar, o yıllarda yıkılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu üzerinde tehlikeli bir oyuna başlamışlar ve bu oyunu Gazi Mustafa Kemal Atatürk askeri dehasının yanısıra politik zekasıyla bozmuştu.

Louis de Bernieres diyor ki;
“Zaten Mustafa ‘Seçilmiş kişi’, öğretmeninin kendisi ile karıştırılmasın diye ona verdiği ‘Kemal’ ismi ‘Bilgi ve erdem yönünden eksiksizlik, yani mükemmellik’ demek değil mi?”

Çanakkale Savaşlarını takiben, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Alman, Rus, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları dağılmıştı ama özellikle Osmanlı İmparatorluğu, Avustralya ve Yeni Zelanda açısından Çanakkale'deki çarpışmalar, bu ülkelerin ulusal kimlik inşasında mühim rol oynadı.

Nitekim bugün Ege Denizi’nden Çanakkale Boğazı’na girenleri, o günlerde Çanakkale’de şehit olanların anısına 1960 yılında yapılmış olan “Şehitler Abidesi” karşılıyor. Tarihi Gelibolu Yarımadası yıllardır yabancı turistlerin, özellikle de Çanakkale Savaşı'nda büyük kayıp veren Avustralya ve Yeni Zelandalıların akınına uğruyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye topraklarına gömülen Anzak askerlerinin annelerine 1934 yılında yazdığı mektubuyla şöyle seslenerek tüm dünyaya unutulması zor bir ders vermişti;
“Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.”

1900 yılında başlayıp ve 1920'li yılların başlarında sona eren “Kanatsız Kuşlar” kitabında Louis de Bernieres, o zamanki adıyla “Telmessos” bugünkü adıyla “Fethiye” yakınlarında “Eskibahçe” adında bir kasaba hayal ediyor. Bu kasabanın pastel tonlardaki evlerini, her evin dışındaki kafeslerde cıvıldayan ötücü kuşlarını, caminin altın kubbesinden yansıyan güneş ışığını kurgusuna göz alıcı bir fon yaptıktan sonra, sözü birbirleri ile göreceli uyum içerisinde yaşayan Hristiyanlara ve Müslümanlara veriyor ve halkın içinden gelen sesler kendi duyguları ve düşüncelerini anlatıyorlar. Yani kitabın tek bir anlatıcısı ya da ana karakteri yok. Kasaba halkı anlatıcı ve ana karakterleri oluşturuyor. Yalnız bütün bu karakterlerin ortak olarak birleştikleri kader aynı. Sonu savaş ve mübadeleye varan ''hüzün''…

Oysa ki kasabanın muhterem imamının karısı, bir Hıristiyan kadınla çok sıkı dost; güzeller güzeli bir Hıristiyan kız, çocukluktan itibaren sevgi dolu bir Müslüman keçi çobanıyla nişanlı; Hıristiyan bir çocuk, Müslüman arkadaşına gizli gizli okuma yazma öğretiyor. Güzel bir Hıristiyan kız örtünmeyi tüm öfkeyle karşılarken, köyün mollası sadece şeriata değil, Meryem oğlu İsa'nın öğretilerine de başvurarak, zina yapan bir kadının taşlanmasını durduruyor. Din ve etnisite anlamında, Osmanlı İmparatorluğundaki hoşgörüyü tam anlamıyla yansıtan bir kasaba  bu.

Elbette ki, Osmanlı İmparatorluğu içinde fay hatları vardı ve Eskibahçe kasabasının da kendi çatlakları var: zina yaptığından şüphelenilen bir kadın kasaba meydanında taşlanıyor; sarhoş bir kasabalı, kalabalığı bir Ermeni sakinine saldırmaya kışkırtıyor; bir baba, oğlunu evli olmadığı halde hamile olan kız kardeşini öldürmeye zorluyor.

Bu tarz olaylar, kasabanın doğal ritmini bozuyor tabi ki de; ama asla kırılma noktasına gelmiyor hiçbir şey,  ta ki savaş araya girinceye kadar… Balkan savaşlarını Birinci Dünya Savaşı ve ardından Türk Hıristiyanlarının Yunanistan'a sürülmesine ve buna paralel olarak Yunan Müslümanların Türkiye'ye tahliyesine yol açan Türkiye ile Yunanistan arasındaki yıkıcı çatışmalar ve bu ortamda Gazi Mustafa Kemal’in ülkesinin bağımsızlığını sağlamak ve itilaf devletlerinin politik oyunlarını bozmak adına hangi şartlar altında bazı kararları nasıl aldığının vurgulanması izliyor. Çünkü Gazi Mustafa Kemal doğuda yaşanan Ermeni sorununu bizzat yaşamış ve bu olaylardan önemli dersler çıkarmıştı. 

Sonunda mübadele, acımasızca insanları ve hayatları bölüyor. Hıristiyanların hepsi evinden, yurdundan koparılarak,  “siz Yunansınız” denilerek nerede olduğunu dahi  bilmedikleri Yunanistan'a gönderiliyor. Hemen döneceklerinden o kadar eminler ki, ev anahtarlarını komşularına bırakıp gidiyorlar. Onların yerine Yunanistan'ı vatanı bilen ve hiç Türkçe bilmeyen Türkler getiriliyor.

Güzeller güzeli Philothei, nişanlısı İbrahim’e dedi ki;
“Ne kadar özgür olurduk kuşlar gibi olsaydık, düşünsene… Dağın tepesine uçardık ve orada bizi ayıplayacak kimse olmazdı ve kimse de bizi görmezdi.”

Louis de Berniere diyor ki;
“Günümüzde de dünyanın neredeyse her yerinde, farklı din ve etnik kökenden insanların huzurla bir arada yaşama istek ve arzuları politik nedenlerle bir karabasana dönüşüp birçok ölümlere, sonsuz acılara dönüşmüyor mu; sonunda da kanadı kırık kuşlar gibi ortalıkta kalınmıyor mu?”

Gazi Mustafa Kemal Atatürk zamanın güçlü devletlerini önünde diz çöktürerek dedi ki;
“Egemenlik kayıtsız şartsız millettindir”

Ve tüm dünyaya ders verircesine devam etti;
“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”

Kanadı kırık toplumlar olmasın, kanatsız kuşlar gibi insanlar olmasın ki, onlara baktığımızda kendimizi görebilelim diye…

***

Yazıyı sesli dinlemek için görsele tıklayın...

NELER SÖYLENDİ?
@
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA