DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 14-04-2024 12:41

Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy

O gece, rüyasında beyaz bir ördek görmüştü; “Rüyada beyaz ördek görmek ne anlama geliyor acaba?” diye düşündü, sabah uyandığında…

Bilinçaltı, gece boyunca da mesaideydi anlaşılan… Peki ama beyaz ördek neden girmişti ki rüyasına?

Çok eskiden beri bildiği “Beyaz Ördek” masalı geliverdi aklına…

Yaptığı büyü ile prenses kılığına bürünüp uzak yolculuğundan yakında dönecek olan prensi elde etmeyi isteyen o büyücü kadın, o cadı; gerçek prensesi ve üç küçük çocuğunu beyaz ördeklere çevirmişti. Neyse ki, o masalın sonunda kötü cadıdan geriye hiçbir şey kalmamıştı; ne iz, ne söz, ne de bir anı... Prens ve prenses ise, üç çocukları ile mutlu bir hayat sürmeye devam etmişlerdi.

Bu masal mutlu sonla bitse de, tatmin olmamıştı. Bu kez de, “Çirkin Ördek Yavrusu” masalı dolaşmaya başladı zihninde.. On beş yaşındayken duymuştu bu masalı da… Danimarkalı şair ve yazar Hans Christian Andersen yazmıştı.

Eminim ki, siz de biliyorsunuz bu masalı… “Andersen’den Masallar” kitabının o unutulmaz masallarından biri… Hani şu diğer ördeklere benzemeyen, çirkin olduğu için alay edilen ama sonunda zarif ve güzel kuğuya dönüşen beyaz ördek yavrusunun olduğu masal…

Ördek, kuğu… Çok da geriye gitmesine gerek yoktu... Yakın zaman önce, müziği Pyotr İlyiç Çaykovski tarafından bestelenen “Kuğu Gölü” nü dinlemiş ve hatta balesine de gitmişti.

Dinlediniz mi Kuğu Gölü’nün müziğini? Muhteşemdir…

Pyotr İlyiç Çaykovski, Moskova’da bir dolunay akşamında kıyısında oturduğu gölde, ay ışığında gölde dans eder gibi yüzen kuğuların hareketleriyle ortaya çıkan küçük dalga yansımalarından aldığı ilhamla bestelemiş. Ne kadar romantik değil mi?

Bir iki yıl içinde de “Beyaz Ördek” masalına benzeyen bir koreografi ile bale olarak sahnelenen “Kuğu Gölü”, nedense ilk sahnelenişinden sonra başarısız bulunarak repertuardan kaldırılınca, Pyotr İlyiç Çaykovski başarısızlığının suçunu müziğinde bulmuş ve takip eden on iki yıl boyunca bir daha beste yapmamış.

Başarısızlığın sebebi müzik miydi? Yoksa koreografinin anlattıkları mı? Müzik muhteşem… Koreografi de, alt tarafı bir masal oysa ki…

Evet, masal bu ya; göldeki kuğu sürüsünün içinden bir kuğu aniden güzel bir prensese dönüşür; “Kuğular Kraliçesi, Odette” Prens Siegfried, Odette’yi görür görmez, adeta büyülenir. Ona yaklaşmaya çalışır ancak Odette bundan korkar ve büyücü Von Rothbart’ın kuğu sürüsündeki diğer arkadaşlarına ve kendisine büyü yaptığını söyler. Odette, gündüzleri bir kuğu, geceleri ise bir insan şeklindedir. Bu büyü ancak gerçek aşkına verdiği sözü tuttuğunda bozulacaktır. Göl kıyısında Odette ve Siegfried, sabaha kadar tutkuyla dans ederler. Gün ağarmaya başlayınca iki sevgili için ayrılık çanları çalar ve büyük bir hüzünle vedalaşırlar. Odette, yeniden büyünün etkisine girer ve bir kuğuya dönüşür.

Bir süre sonra kraliçenin prense eş bulmak için organize ettiği balo gerçekleşir ve dört bir yandan genç prensesler saraya gelir. Kraliçenin beğenisini kazanan bir iki prenses, gecenin sonunda prensle evlenmeye layık görülür. Ancak prens, annesine bu prenseslerden hiçbiri ile evlenmeyeceğini söyler. O sırada aniden iki davetsiz misafir gelir. Biri büyücü Von Rothbart, diğer ise büyü ile Odette’ye benzettiği kızı Odile…  Bu benzerlik karşısında kendisinden geçen ve Odile’yi Odette zanneden prens, onunla dans etmeye başlar. Dansın sonunda prens, Odile’ye olan aşkını ilan edip evlenme arzusunu dile getirir. Kraliçe, bu teklifi kabul eder ancak Von Rothbart, prensten yemin etmesini ister. Prens yemin ettikten sonra Odile ve Von Rothbart onlarla alay edercesine kızının gerçek kimliğini ve yüzünü açığa çıkarır. O anda, prensin gözlerinin önüne Odette’nin ağlayan gözleri gelir birdenbire ve vakit kaybetmeden onu aramaya koyulur.

Göldeki kuğular da, Odette için yas tutmaya başlamışlardır. Prensin ettiği yemin, hem Odette’nin üzerindeki büyünün kalkmasını hem de onların aşklarını yaşamalarını imkansız hale getirmektedir. Prens, Odette’yi bulur bulmaz ondan af diler ve yalnızca kendisini sevdiğini söyler. Odette her ne kadar onu affetse de, yapılan büyük hata onu ömür boyunca kuğu kalmaya mahkum edecektir. Odette, bir kuğu olarak yaşamını sürdürmektense ölmeyi tercih eder. Kendini gölün ıssız sularına bırakan Odette’nin ardından prens de atlar ve bu büyük aşk, kötü büyüyü bozar. Von Rothbart, efsanevi gördüğü aşkın gücüyle orada ölür. Aşıkların ruhu ise, sonsuz özgürlüğe bürünür.

İyi de, bu hikaye kimi neden rahatsız etmişti? Neden “Kuğu Gölü” repertuardan kaldırılmıştı? Başka bir kadın yüzünden birlikte olamayan, aşklarını yaşayamayan çiftlerin hayatlarına son vermesi mi? Ya da ne bileyim, aşkların başka kadınlar yüzünden yitip gitmesi mi? İntiharı çağrıştırdığı için belki de. Çünkü o dönem Rusya’sında evli erkeklerin evlilik dışı ilişkileri bir hayli yaygın aristokrat sınıfında. Bir sürü mutsuz eş var yani.

Tüm bunları ve kendi hayatını düşündüğünde, rüyasında “beyaz ördek” görmenin de bir anlamı olmalıydı. Rüya kitaplarını karıştırdı ve buldu; “Rüyada ördek görmek, asil ve güzel, şerefli, itibarlı bir kadın” anlamına geliyordu.

Rüyasında gördüğü beyaz ördek, eşi Sophie Behrs’ti büyük ihtimalle…

“Evet, o; Sophie…” diye mırıldandı.

Lev Nikolayeviç Tolstoy 1828 yılında bir Kont’un oğlu olarak dünyaya geldi ve henüz iki yaşındayken annesini, dokuz yaşındayken de babasını kaybedince, zengin Rus aristokrat akrabalarının yanında büyüdü. Evlilik dışı cinsel ilişkilerin normal karşılandığı lüks ve gösterişle dolu hazza dayalı yaşam, ergenlik döneminden itibaren onun ruhunda fırtınalar estirmeye başladı. Kadınlar gördü, evli erkekleri büyüleyip ayartmaya çalışan... Kadınlar gördü, para ve lüks için erkeklerle birlikte olan… Diğer taraftan da, çocukluk yıllarında okuduğu Voltaire ve Jean Jacques Rousseau’nun da etkisi altındaydı. Taşraya döndü, kadın erkek ilişkilerindeki ahlaksızlığın orada da olduğunu gördü. Askere yazıldı, Kırım Savaşı’na katıldı ve düşman bildiklerinin zavallılığını, çaresizliğini gördü. Askerliğin ve savaşın anlamsızlığını anlayınca ordudan ayrıldı.

Modernizm adı altında gelen değişimin alevlendirdiği paranın büyüsünün, insanların içine şeytani bir şekilde yerleştiğini görünce lüks yaşamı terk ederek taşraya yerleşti ve köylüler gibi yaşamaya başladı. Ama içindeki hazza dayalı cinsel dürtüleri kontrol etmekte zorlanıyordu ve bu konuda da bir şey yapması gerekiyordu. Kendisinden on altı yaş küçük, on sekiz yaşındaki Sophie Behrs ile evlendi. O güne kadar ki tüm ilişkilerini bir günlüğe yazarak okuması için Sophie’ye verdi. Temiz bir sayfa açacağı bu evliliğin hayatını düzene sokacağını umuyordu.

Bu evlilikten on üç çocukları oldu, beşi çok küçük yaşlarda öldü. Ama ne yazık ki, Sophie’nin hamile olduğu zamanlarda başka kadınlarla olan ilişkilerinden vazgeçememişti. Oysa ki, Sophie onun eserlerini yazma sürecindeki en büyük yardımcısıydı, hep yanındaydı. Örneğin Sophie, Tolstoy’un ünlü “Savaş ve Barış” romanını tam on iki kez düzenlemişti. Evet, rüyasında gördüğü “Beyaz Ördek” kesinlikle Sophie’ydi.

Tolstoy, cinsel yaşamında hedonistçe tavırlar sergilese de, gerçekçi ve sürekli sorgulayan bir filozof ve her zaman yoksulların yanında olan biriydi.

Evliliğinde bir sorun vardı, doğru… Ama bu sorun, modernite ile değişmekte olan, içinde yaşadığı Rus toplumunun dayattığı kadın-erkek kavramlarından ya da hem erkek, hem de kadın bireylerin ahlaki değerleri algılayış biçimlerinden kaynaklanıyordu belki de…

“Ne kadar çok farklı kalp varsa, o kadar farklı aşk vardır” diye düşünerek, dünya edebiyat tarihine unutulmaz bir roman açılışı olarak geçecek; “Bütün mutlu aileler birbirine benzer ama her mutsuz ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” cümlesiyle başladı yazmaya…

Üç evli çiftin aile yaşamları üzerinden kurguladı yazacaklarını…

Dolly ve Stiva Oblinsky…
Stiva’nın ilişkileri nedeniyle sorunlu bir evlilikleri vardı ama tipik on dokuzuncu yüzyıl kadını olan Dolly’nin her defasında Stiva’yı affetmesi sebebiyle hala evliydiler. St. Petersburg'dan biraz daha sıcak ve dost canlısı, hâlâ eski Rus cazibesini koruyan Moskova'da yaşıyorlardı.

Kitty ve Kostya Levin…
Hikayenin başında henüz evli olmayan, ilişkilerine zorlu bir başlangıç yapan ama tüm zorluklara rağmen belki de en mutlu çift olacaklardı.

Anna ve Alexei Karenin…
Anna inanılmaz derecede güzel bir kadındı ve kocası Alexei Karenin de önemli bir devlet görevine sahip, kariyer odaklı ve görevlerini son derece ciddiye alan bir adamdı. Ancak romantik, tutkulu ve maceracı olmadığı için Anna ondan sıkılmıştı. İklimsel ve kültürel açıdan soğuk, bürokratik ve Rusya’nın en batılılaşmış şehri olan St.Petersburg’da yaşıyorlardı. Sekiz yaşında, Sergei adında bir oğulları vardı.

Tüm bu çiftler aristokrattı. Yani, sanki bir Cinderella masalındaymışız gibi zengin fakir evliliği söz konusu değildi. Hepsi de oldukça zenginler ama Kitty ve Levin dışındakiler, evliliklerinde sorun yaşıyorlardı. Kitty ile Levin’in evliliklerinin geç gerçekleşmiş olmasının ise başka bir sebebi vardı; bir adam…

Yakışıklı ve çapkın bekar Voronsky…
Voronsky günümüz dünyasında Ferrari ya da Lamborghini kullanan bir adam gibiydi ve parlak zırhlı bir ortaçağ şövalyesi gibi beyaz bir at üzerinde kurguya dahil oldu. Beyaz at çünkü o dönemlerde pahalı arabalar yoktu; erkekler, kadınları cezbetmem için ata binerdi.

Vronski’nin gelişi romandaki iki önemli kadın karakteri ön plana çıkartıyor. Bunlardan biri Levin’in evlenmek istediği Kitty, diğeri ise Anna Karenina…

Voronsky zamanının kötü çocuğu gibi… Tek bir kadınla uğraşmak istemiyor, daha büyük bir şeyin peşinde; Anna Karenina’nın. Ancak, Anna evli bir kadın…

Anna ve Voronsky çifti, evlenmemiş ve toplum tarafından dışlanmış ama romanın en maceracı çifti… Rusya’dan İtalya’ya kaçıyorlar. Ardından St Petersbourg’a, sonra kırsala daha sonra Moskova’ya dönüyorlar ama huzurlu bir yer bulamıyorlar.

Sonrası mı? Tolstoy, satır aralarında; “Mutlu olmak istiyoruz ama tam olarak herkes gibi olmak istemiyoruz. Birinin benzersizliğini korumanın tek yolu, mutsuzluğu kabul etmektir.” diyerek insanoğlunun içindeki ikili açmaza vurgu yapıyor.  

Gustave Flaubert’in “Savaş ve Barış”ı okuduktan sonra; “Ne sanatçı! Ne de psikolog!” demiş olmasına, hiç kuşku yok ki Tolstoy “ilk gerçek romanım” dediği ve psikoloji bilgisini muazzam bir şekilde ortaya koyduğu Anna Karenina romanıyla, bir anlamda cevap veriyor.

On dokuzuncu yüzyılın içinde, geleneklerin kaybolmaya başlamasının yarattığı o kaos ortamında, sanki insanlar nasıl yaşayacağına yeniden karar vermek zorundaymış gibi, birçok sosyal ilerlemeci aile kurumuna saldırırken ve aile kavramını, bireysel özgürlüğün geri kalmış ve modası geçmiş bir sınırlaması olarak nitelendiriyorlardı.

Tolstoy ise, aile hayatını bir rahatlık, mutluluk ve felsefi coşkunluğun kaynağı olarak görüyor. Mesela, bir kahraman bir aileyi yok edip sefalet içinde ölürken yani hayatı anlamını kaybederken, bir diğer kahraman bir aile kurarak yani hayatına anlam katarak romanı mutlu bir şekilde bitiriyor. Nihayetinde Tolstoy bizi inanç, mutluluk ve aile yaşamının el ele gitmesi gerektiği sonucuna ulaştırıyor.

Şimdi diyeceksiniz ki, Tolstoy da cinsel anlamda hedonist tavırlar sergilemiyor muydu, ruhsal dalgalanmalar yaşamıyor muydu? Doğru. Zaten bu roman da, Tolstoy’un tecrübelerinin ve anılarının bir yansıması gibi... Yani, kendi hayatına ait kesitlerden alıntılar yaparak yazmış Anna Karenina’yı…

Anna Stepanovna Pirogova gerçek hayatta Tolstoy’un dostlarından birinin sevgilisiydi. Bu ilişkinin trajik sonu Tolstoy’u derinden etkiledi ve yaraladı. Anna intihar edince, olay mahalline gitti ve bizzat otopsisini inceledi.

Romanın ana karakteri Anna Karenina, Anna Stepanovna Pirogova’nın yanısıra Alexander Puşkin’in kızı olan Maria Hartung’dan da esintiler taşıyor. Tolstoy ile bir baloda tanışan Maria, o zamanlar güzelliği ile yazarı büyülemişti. Bütün gece Maria ile birlikte edebiyat ve sanat konuşmuşlardı. Romandaki Anna Karenina’nın görünüşü ve bedensel özellikleri Maria Hartung’unkilerle birbirine benziyor.

Öte yandan, Anna ile küçük oğlu Seryozha arasındaki ilişkinin naifliği, Tolstoy’un gerçekte annesini iki yaşındayken kaybetmesi ile ilgili olabilir mi? Bence, büyük ihtimal.

Bazı eleştirmenlerin yorumlarına göre de, romandaki uyumsuz karakter Levin ise Tolstoy’un ta kendisidir. Tolstoy’un eşi Sophie, bizzat kendisine; “Levin gibi yeteneksizsin, o sensin” demiştir. Hatta Tolstoy’un eşi Sophia Behrs’e yaptığı evlilik teklifi ile Levin’in romanda organize ettiği evlilik teklifi hemen hemen aynıdır. Levin de Tolstoy gibi kitap kurdu, felsefeci, garip, pek yakışıklı değil ama daha iyi bir insan, daha iyi bir koca ve daha iyi bir vatandaş olmak için gerçekten çok çalışıyor. Tolstoy gibi taşrada yaşıyor ve hayat tarzı basit.

Ve Levin’in biricik eşi Kitty, tıpkı Sophie Behrs gibi duyarlı, ailesine bağlı, asil ve güzel bir kadın.. Beyaz ördek ya da beyaz kuğu yani.

Tolstoy’a göre, yazdığı ilk gerçek roman Anna Karenina ama yazının başında belirttiğim Tolstoy’un “beyaz ördek” rüyası görmesi ile ilgili kurgu bana ait. Bunu da söylemiş olayım.

Bu arada öğrendim ki, ünlü besteci Pyotr İlyiç Çaykovski’nin kıyısında oturduğu ve ay ışığında kuğuların hareketleriyle ortaya çıkan küçük dalgacıkların yansımalarından eserine ilham aldığı gölde artık kuğu yokmuş. Göl kıyısında eski günleri hayal eden Moskovalılar ise kuğuların göle neden uğramadığını bilmiyormuş.

Nerede bu kuğular?

Sizce?

NELER SÖYLENDİ?
@
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA