DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 27-04-2024 16:27

Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad

Kayıp bir kentin eskicisi gibi, ortalığa saçılmış olan karmakarışık duygularını toplamaya başlayacağından haberi yoktu Elias Rukla’nın…

İnsan yalnız doğar, kalabalıklar içinde yaşar ama yalnız geldiği bu dünyadan yine yalnız ayrılır.

İnsan doğup, içsel dünyasında bir yere ait olma ihtiyacı duymaya başlayınca; sevmek, sevilmek, aile kurmak, neslini devam ettirmek ister ve karşılıklı görevler belirleyen, kurallar oluşturan, uygulayan ve sadakat temeli üzerinde kurulu ideal bir topluma dahil olmak arzusunu taşır. Çünkü toplumsal bir canlıdır insan ve sosyalleştikçe dünyada kendini boşlukta, karanlıkta veya belirsizlikte hissetmez.

Peki ama ya iç dünyasında?

Kendi iç dünyasındaki karanlığı da aydınlatma arayışındadır aslında insan… Toplumda üstlendiği rol ve görevlerle, toplumun ortak yararı için çalışıp “erdemli” bir insan olma isteğiyle içsel aydınlanmasını başlattığında, insan olmanın en büyük kazancını fark eder; onuru veya diğer bir ifade ile, haysiyeti…

Yani, onur veya haysiyet, insanın doğuştan sahip olduğu bir özelliktir ve insanın kendi karakteri ve prensipleri ile ilgilidir. İnsanın kendi kendine duyduğu saygı; verdiği değerdir.

Elias Rukla nereden bilebilirdi ki, bir ekim ayının bir pazartesi gününün, hayatının dönüm noktası olacağını…

Her günkü gibi kahvaltısını yapıyordu hafif tombul eşi Eva Linde ile beraber, camın kenarında… Norveç’in başkenti Oslo’da yaşıyordu. O sabah da, Fagerborg Lisesi’ne gidecekti. Ellisini geçmiş, yirmi beş yıllık bir lise edebiyat öğretmeniydi.

Camdan dışarı baktı. Sokak, yorgun düşmüştü onca modernite kirliliğinden… Bir de üstüne, dışarıda karanlık ve insanın üzerine çöken bir hava vardı. Sonrasında, her sabah yaptığı gibi temiz, beyaz bir gömlek giydi. Bu çağda, bu koşullar altında yaşamak zorunda kalmanın verdiği rahatsızlığı hafifletiyordu belki de, taze bir güne temiz başlamak…

Önemli sayılabilecek veya kendisini diğer insanlardan ayırabilecek herhangi bir yeteneği olmayan, sıradan biriydi Elias Rukla… Zaman zaman kendisini demode ve köhnemiş bulsa da, toplumsal konulara oldukça ilgili ve duyarlıydı.

Elias Rukla, lise son sınıf öğrencilerine Norveç Dili ve Edebiyatı dersi vermekteydi ve üstelik bunu tam yirmi beş yıldır aynı müfredatla hiç sıkılmadan yapmaktaydı; çünkü edebiyata büyük bir ilgisi ve sevgisi vardı. O günkü dersin konusu, Henrik İbsen’in “Yaban Ördeği” adlı piyesiydi. Fakat karşısında, on sekiz yaşlarında tam tamına yirmi dokuz genç vardı ve bu ortak kültüre ait eseri içeren dersten inanılmaz derecede sıkılmaktaydılar ve sınıfın içinde homurdanmalar, iç çekmeler ara ara yükseliyordu. Elias Rukla, öğrencilerinin bu sıkkın hallerini elbette fark ediyordu ama bu duruma ses çıkarmıyordu, o anki hakikat ile yüzleşmek istemediği için belki de…

Elias Rukla, o gün sıra dışı bir olay yaşadı. “Yaban Ördeği” adlı eserde, daha önce fark etmediği bir detayı yakaladı ve bu durum karşısında çok heyecanlandı. Coşkusunu öğrencileriyle paylaşan Elias, beklediği tepkiyi maalesef bu gençlerden yine alamadı. Öğrenciler uyuklamakta ve bir an önce dersin bitmesini beklemekteydiler. Öyle ki, zil çaldığı an, Elias'ın sözünü bitirmesini beklemeksizin sınıfı boşaltıp, kulaklıklarını takarak çoktan yola koyuldular.

İnsan, içinde bulunduğu toplum tarafından kendisine saygı duyulmasını, değerli olduğunu hissetmeyi ister.

İnsanın kendine verdiği değer ile değerli olduğunu hissetmek arasındaki duygu karmaşasının çözümü için bazı sorulara yanıt aramak gerekir; “İnsan doğuştan, yani yalnızca varlığıyla değerli olamaz mı?  İnsanı değerli kılan tarihsel, sosyal, kültürel alanda yaptıkları veya elde ettiği mertebeler midir?”

İnsanın, sahip olduğu hünerlerini sergileyerek toplum içinde elde ettiği başarılara duyulan saygı ve verilen değere, Arapça “Şaraf” kelimesinden gelen “şeref” denir.

Şeref, insanın yaptıkları ve başarıları ile kazandığı veya kaybettiği bir özellik olduğundan toplumun ahlaki, sosyal kuralları ve beklentileri ile doğrudan ilgilidir.

Yani, onurlu olmak için kendine saygı duymak yeterlidir ama şereflilik için başkalarının saygısını kazanmak gerekir.

Onurlu olmak için kendi vicdanını dinlemek yeterlidir ama şereflilik için toplumun ahlakını takip etmek gerekir.

Onurlu olmak, her zaman iyidir ama şereflilik toplumdan topluma, hatta aynı toplum içinde kesimden kesime bile değişebilir. Örneğin, bir kesim için “şerefli” veya “değerli” olmak, diğer kesim için “şerefsiz” veya “değersiz” olmak anlamına gelebilir.

Elias Rukla, ders bitiminde okuldan eve gitmek için dışarı çıktığında yağmur yağdığını görünce, çantasından şemsiyesini çıkardı. Fakat ne yaparsa yapsın şemsiyesi bir türlü açılmayınca, sinir krizi geçiren Elias, şemsiyesini okul bahçesindeki taş duvara vurmaya başladı. Siniri bir türlü geçmek bilmiyordu. Parçalanan şemsiyenin demirlerinin eline batıp kanatmasını önemsemeden, etrafına toplanan öğrencileri görmeden, şemsiyesini vurmaya devam etti. Sonunda öyle bir noktaya geldi ki Elias; bir kız öğrenciye küfür ederek ayrıldı okuldan…

O an, aklından sadece bir şey geçmekteydi; bir daha oraya asla geri dönemeyeceği…

Kayıp bir kentin eskicisi gibi, ortalığa saçılmış olan karmakarışık duygularını toplamaya başlayacaktı, Elias Rukla…

Aslında, şemsiyenin parçalanmasına yol açan duygusal patlama, Elias'ın varoluşunun bir nevi dışavurumuydu. Sadece şemsiyeyi değil, geçmişinde aldığı kararları, evliliğini, öğretmenliğini, kendisini dinlemeyen öğrencilerini, kısacası kendi hakikatı saydığı tüm yanılsamaları vuruyordu taşlara…

Onurlu veya haysiyetli olma ve şerefli veya değerli olma arasındaki bu duygusal karmaşada, bir duygu filizlenmişti şimdi içinde; mahcubiyet…

Mahcubiyet, insanın doğuştan gelen temel duygularından biri olmayıp, kişinin kendi olma algısının ve davranışlarının diğer insanlar tarafından değerlendirileceğini idrak edebilmesinden sonraki süreçte, zaman içinde ortaya çıkar. Kızgınlık, şaşkınlık ve korku gibi temel duygular düşünce süreçlerinden bağımsız, otomatik olarak ortaya çıktıkları halde, utanç, suçluluk, gurur gibi kişinin kendi benliğine dair bir farkındalığı temel alan duygular daha karmaşıktır. Bu duyguların hissedilebilmesi, kişinin kendisi hakkında düşünebilmesini ve kendi kendini değerlendirebilmesini gerektirir.

Elias, okulun bahçesinden çıkıp, kalabalıkta kaybolma amacıyla şehrin merkezine doğru yol aldıktan sonra bir döner kavşakta, nereye gideceğini bilmez bir halde kalıverdi.

Elias'ın o döner kavşaktaki düşünme hali, üniversite yıllarına kadar gitti. En yakın arkadaşı olan Johan Corneliussen ile tanışmalarından, karısı Eva Linde ile evliliğine kadar her şey düşüncelerini doldurduğunda; aslında bizzat tercih etmediği bir hayatı nasıl yaşadığını ve evlendikten sonra, sahteliklerle dolu bu yirmi sekiz yılın nasıl geçirdiğinin farkına vardı Elias Rukla...

Elias, karısı Eva ile tanıştıktan sekiz yıl sonra evlenmişti. Çünkü Eva, tanıştıklarında en yakın arkadaşı Johan Corneliussen’in sevgilisiydi. Eva, Johan ve Elias, 1960'ların sonunda yirmili yaşlarında üç üniversite öğrencisiydi. Eva, olağanüstü güzel bir kadın iken, Johan ise okulda oldukça popüler bir felsefe öğrencisiydi; Marx ve Kant üzerine çalışmakta ve okuldaki herkes, ondan mükemmel bir doktora çalışması beklemekteydi. Ayrıca, Johan tam bir entelektüeldi; müzik, sinema, buz hokeyi, futbol, politika, felsefe, edebiyat başlıca ilgi alanlarıydı. Johan ile Eva, 1970 yılında evlendiler ve aynı yılın sonunda kızları Camilla dünyaya geldi. Johan 1972 yılında doktorasını bitirdi fakat bir türlü iş bulamadı. Ekonomik bunalımın da etkisiyle 1976 yılında Amerika'ya gitmek üzere evi terk etti. Johan tüm geçmişine karşın 'zengin olma' hedefiyle Amerika'ya yerleşme kararı aldı ve havalimanındayken Elias'ı arayarak Eva'yı ve Camilla'yı ona emanet ederek ailesini ve ülkesini terk etti. Bir süre sonra Elias ve Eva evlendiler ancak Eva Elias’a hiçbir zaman “Seni Seviyorum” diyemedi ve şimdilerde o olağanüstü güzelliğinden eser yoktu ve hafif tombul bir kadındı.

Kayıp bir kentin eskicisi gibi, ortalığa saçılmış olan karmakarışık duygularını topluyordu Elias Rukla…

Mahcubiyet ve Haysiyet…

Dag Solstad, hakikat ve gerçeklik arayışında olan; hem toplumla hem de kendisiyle çatışmalar yaşayan, sürmekte olduğu hayatını nasıl anlamlandıracağını bilemeyen, yabancılaşmayı doruklarında yaşayan, modern çağın sıradan ve yalnız bir insanının hikâyesini anlattığı bu romanını 1994 yılında yayımladı.

Henrik İbsen’in “Yaban Ördeği” isimli piyesinin ortaya koyduğu; "Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz" önermesini, hem Elias hem de Eva Linde karakterleri üzerinden ustalıkla anlattı Dag Solstad…

Elias, gerçekten de hayatı boyunca kendisini kandırmıştı ve şemsiyesini taşlara vurduğu anla birlikte düşüşü de başlamıştı.

Eva Linde ise, edilgen bir karakterdi. Hatta, o kadar etkisizdir ki; Johan onu terk edip Elias'a emanet edince, itiraz etmeden kabul etti ve bir süre sonra Elias ile evlendi.

Eva Linde, Elias’ın gözünde uyku ile özdeşti ve sanki, yeni bir güne uyanmak istemiyor gibiydi. Elias, Eva'nın bu durumunu, o henüz Johan'la evliyken fark etmişti ve Johan’a söylemişti ve o da, Elias’a aslında onun uyumadığını, kendilerini dinlediğini söylemişti. Eva Linde, bu özelliği ile adeta hayata karşı pasif bir direniş sergileyerek hayatı reddediyor gibiydi.

Oysa ki Eva Linde, yaşlanana kadar oldukça güzel bir kadındı ve nereye giderse gitsin bu güzelliği fark edilmekteydi. Hatta bu fark edilmelerden öyle rahatsız olurdu ki, kendince refleksler geliştirmek zorunda kalmıştı.

Eva Linde yaşlanıp kilo alınca ve güzelliği de onu terk edince, adeta esaretten kurtuldu ve özgürleşmeye başladı. Evliliği ile birlikte bıraktığı yüksek öğrenimine devam etme kararı aldı. Yıllardır sürdürdüğü sekreterliği bırakıp sosyal hizmet uzmanı olmaya karar verdi.

Eva Linde de bir yanılsama yaşamaktaydı ve onun hayatı boyunca yaşadığı yalanı ise, güzelliği idi.

Belki de Johan ya da Eva Linde anlatsaydı bambaşka bir varoluş hikâyesi olacaktı bu; ama döner kavşakta nereye gideceğini bilemez halde duran Elias Rukla idi.

Elias Rukla nereden bilebilirdi ki, bir ekim ayının o pazartesi gününün, hayatının dönüm noktası olacağını, yirmi beş yıldır derslerinde anlattığı Henrik İbsen’in “Yaban Ördeği” piyesinde yeni bir şey keşfedeceğini…

Ortalığa saçılmış olan kendi karmakarışık duygularını toplamıştı sonunda Elias Rukla, kayıp bir kentin eskicisi gibi…

Heybesinde umut vardı ve bir sabah güneş doğacak, yeniden kuracaktı bu kenti, sevgiden tuğlalarla…

Kim bilir, belki bu da, koca bir yanılsama ve yalandan ibaretti…

Mahcubiyet ve Haysiyet…

Yükte hafif, pahada ağır…

NELER SÖYLENDİ?
@
Ayfer Güney 4 gün önce
Tebrik ederim. İnsanın yanılsamalarını vurgulayan bu eseri, bir içe dönüşü hayatımıza karşı ne kadar samimi adımlar attığımızı anlatıyor..
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA