DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Serhan Poyraz
Serhan Poyraz
Giriş Tarihi : 25-01-2024 17:16

Hedda Gabler / Henrik İbsen

“Hayatımda bir kez olsun, insanın kaderini şekillendirecek güce sahip olmak istiyorum." dedi Hedda Gabler; on dokuzuncu yüzyılda…

Binlerce yıl önceyse, Olimpos dağının zirvesinde…

“Balçığa su katın” dedi Zeus, kattılar. “Bakire olsun” dedi, ilahi güzellikte bir form verdiler çamura... Ağzına yalancı sözcükleri, aklına cin fikirleri ve içine de huysuzluğu koydu, Hermes…

Ve “Pandora” adını verdi antik Yunan Tanrıları, yarattıkları bu ilk kadına…

Epimetheus’u çağırdılar hemen ve evlendirdiler Pandora ile.. Ve böylece, dünyadaki ilk evli çift oluştu. Ancak, Pandora hiçbir zaman tatmin olmadı. Elde olanla yetinmeyip hep daha fazlasını istedi. Kadının bu doymak bilmez açlığı yüzünden eşi de sağlığını kaybetti.

Uzun uzun düşündü ve gözlemledi filozoflar ve sonra dediler ki; “En iyileri, en ölçülüleri olsa dahi bütün kadınlarda ortak bir özellik vardır: Çamur ve sudan yaratıldıkları için nemli bir evrene aittirler. Erkekler de sıcağa, kuruluğa ve ateşe yakın bir yapıdadırlar.”

Böylece, antik Yunan’da, kadın ve erkeğin toplum içinde birbirinden farklı rollerle sınıflandırılmasının düşünsel temelleri atılmaya başlamış oldu. Zaman geçtikçe, antik Yunan düşünürleri, kadının doğurma özelliği ile doğanın bereketi arasındaki uyumdan yola çıkarak, kadını doğaya ait bir cins olarak konumladı ve buna karşılık olarak da erkeği akılla eşleştirdi.

Akıl idealleri ve ideası üzerine yapılan sonraki düzenlemelerde, kadın ve erkeğe dair bu simgesel çağrışımların sorgulanmasına devam edildi. Sonunda, düşüncenin “açık ve kesin” biçiminden erkekliğin; düşüncenin “muğlak ve belirsiz” biçiminden de, kadınlığın tanımlandığı düşünüldü.

Hatta, M.Ö. 6. yüzyılda Pisagor, ortaya koyduğu felsefesinde dünyayı; belirlenmiş forma sahip iyilerle, belirsiz ve muğlak olan kötülerin bir karışımı olarak tanımlayınca, sonrasında iyi olan her şeyin erkeğe, kötü olan her şeyin de kadına ait olarak tanımlanmasının önünü açmış oldu.

Batı felsefesinde bu gelişmeler yaşanmıştı ama Doğu felsefesinde de gelişim çok farklı değildi. Örneğin, ilk yerleşimlerin görüldüğü Mezopotamya uygarlıklarında, kadın ilk başlarda, doğanın bereketi ile eşleştirilip “Tanrıça” statüsündeyken, zaman içerisinde ataerkil yapının gelişmesiyle toplumlar içinde erkeğin gerisinde yer almaya başladı.

Japonya’daki Samurayların kız çocukları, annelerinin yanında yetişkin olmayı bekledi. Bir kız çocuğunun evliliğe hazır olduğunun ifadesi, kaşlarının alınması, dişlerin siyahlaştırılması ve anneleri gibi giyinmeye başlamaları oldu.

Çin’deki Taoizm anlayışına göre kadının simgelendiği “yin”ile erkeğin simgelendiği “yang” in birbirine tamamen eşit oran ve orantıda olduğu görüldü ki; bu, özellikle birbirlerini tamamlayan uyumlu bir yapıya vurgu yapıyordu. Ancak, bu uyumun toplumsal yaşama yansıması böyle değildi. Ataerkil bir yapının etkili olduğu Çin toplumunda da baba, evin mutlak reisiydi ve erkek çocukları kız çocuklarına göre daha değerliydi. Kadın, toplumun konuşmayan, suskun kısmını oluşturuyordu. Sonuç olarak kadın, erkeğin gerisinde konumlanmıştı.

Hindistan da durum aynıydı. Kız çocuklarını evlendirmek isteyen aile, erkeğin ailesine başlık parası olarak yüklü miktarda altın vermek zorundaydı ki, bu uygulama, günümüz Hindistan’ında birçok kesimde hala devam etmektedir.

Yeniden Batı felsefesine dönecek olursak, Antik Çağ felsefesinde kadın ve erkek arasında yapılan bu ayrım, Avrupa’da Orta Çağ’da iyice belirginleşti. 11. yüzyılın önemli din adamlarından Peter Damien, Havva’nın cennette işlediği günahın arkasında şeytanın olduğunu ileri sürerek, kadının adının şeytanla birlikte anılmasının yolunu açmış oldu.

Yani, Ortaçağ Avrupasında kadın, tehlikeli bir cins olarak konumlandı ve kontrol altında tutulması gerekiyordu. Bu amaçla, kadınların titiz, tertipli ev kadınlığı rolünü benimsemeleri, cinsel kışkırtıcılıkları ile sosyal düzeni bozmamaları gerektiği düşüncesi ortaya çıktı.

Bu düşüncenin etimolojik yansıması, “Lady” ve “Lord” kelimelerinin kökenlerinde görülür. Orta Çağ’da kullanılmaya başlanan ve kökeni eski İngilizceye dayanan “Lady” kelimesi; “ekmeği yoğuran kişi” anlamına gelirken, “ekmek somunu” anlamına gelen “Loaf” kelimesinden türeyen “Lord”un, ekmeği koruyan kişi anlamında kullanıldığı görüldü. Böylece kadın, evin tüm sorumluluklarını üstlenen kişi, erkek de evi dışarıya karşı koruyan otorite figürü olarak konumlanmış oldu.

İlerleyen yüzyıllarda, Avrupa’daki toplumsallaşma süreçlerinde erkek ve kız çocukların içinde büyüdükleri kültürün, cinsiyetlerine “uygun” bulduğu duygu, tutum, davranış ve roller arasındaki farklılıklar, toplumsal cinsiyet farklılıklarını ortaya çıkardı. Yani, kadınlar daha duyarlı, ilgili ve verici olarak algılandıklarından ev kadını, öğretmen, hemşire vb. olmaları beklenirken, buna karşılık erkekler bağımsız, kuvvetli, cesur olarak algılandıklarından asker, mühendis, tüccar vb. olmaları beklenmeye başladı.

“Duygulu ve hassas kadınlar, güçlü ve cesur erkekler” kalıp yargıları ile Avrupa toplumları, annelerine benzeyen kadınlar, babalarına benzeyen erkekler yaratma işini yüzyıllar boyunca başarıyla uyguladı.

Antik Çağ, Orta Çağ, Klasisizm derken Rönesans’ın ışığı, Avrupa’da Aydınlanma Çağı’nı getirdi. Akıl, ön plana çıktı. Tüm Avrupa’da düşünsel bir fırtına başladı. Birbiri ardına yeni düşünsel akımlar filizlendi.

Fransız İhtilali, Sanayi Devrimi, Romantizm, Rasyonalizm, İdealizm, Realizm, Spiritüalizm, Hümanizm derken, duygulu kadınların yanısıra duygusuz kadınlar; çok güçlü erkeklerin yanısıra görece daha güçsüz veya diğer erkeklere göre daha duygulu erkekler olduğu bilincine ulaşıldı. İnsan varoluşunun sorgulanmasıyla psikolojinin de temellerinin atıldığı filozof yıllar yaşanmaya başladı.

Bu yıllar sosyal, kültürel, endüstriyel anlamda da gelişen dünyayı yansıtan yeni ifade biçimlerini peşinden sürükledi ve modernizm düşüncesi ortaya çıktı. Modernizm, ticaretten felsefeye kadar her şeyin sorgulanması gerektiğini, böylece kültür unsurlarının daha yeni ve daha iyi olanla değiştirilebileceğini savunuyordu.

Modern tiyatronun kurucusu sayılan Norveçli oyun yazarı Henrik İbsen, hızla modernleşen 19. yüzyıl yaşam algısı içinde toplumsal değişimin önemli direnç noktalarından biri olan kadın-erkek kalıp yargılarını,  oyunlarında geniş bir perspektif üzerinden ele aldı.

Yani, hem toplumda “olanı”, hem de toplumda “olması gerekeni” ortaya koydu. İbsen, evli kadın ve erkek karakterler üzerinden anneliği de tartışmaya açtı. Hatta öyle ki, toplumsal cinsiyet kalıp yargılarının önemli bir aktarım noktası olan annelik kavramını, bazen bu yapıyı kıracak şekilde kurguladı.

Henrik İbsen, alt sınıf veya üst sınıf diye ayırım yapmadan, toplumun her kesiminden kadını ve erkeği içine alacak şekilde,  yeni bir kadın, yeni bir erkek ve yeni bir evlilik modeli önerileri ortaya attı.

İbsen’in tiyatro alanında öncülüğünü yaptığı bu toplumsal dönüşüm, 19.yüzyılda başka alanlarda hak ve özgürlük mücadelesi veren aydınlarca da desteklendi. Öte yandan, dönemin kadın hakları savunucuları İbsen’in bu duruşundan büyük destek aldılar. İbsen’in erkek egemen bir toplumda neden olduğu karşıtlık öylesine derinleşti ki, onun savunduğu görüşler; “İbsenizm” adıyla anılıp, ona destek verenlere “İbsenist” denilmeye başlandı.

Gerçekten de, İbsen, hümanizm ekseninde yazdığı oyunlarıyla, oldukça kemikleşmiş bir konu olduğundan, o dönem için dönüşü çok zor ve çok önemli olan bir virajın geçilmesini sağladı. Oyunlarında durmadan sorular sorarak yaptı bunu da…

Mesela, az önce; “Duygulu ve hassas kadınlar, güçlü ve cesur erkekler kalıp yargıları ile Avrupa toplumları, annelerine benzeyen kadınlar, babalarına benzeyen erkekler yaratma işini yüzyıllar boyunca başarıyla uyguladı.” demiştim ya, işte Henrik İbsen de, 1890 yılında “Hedda Gabler” adındaki oyununu yazarak bu kez de; “Annesine benzeyen kız, babasına benzeyen erkek değil de, öksüz ve yetim büyüyen bir erkek, annesiz yani öksüz büyüyen bir kız ile evlenirse ne olur?” diye sordu…

Hedda Gabler, askeri kast sistemi geleneklerine sahip bir ailenin kızıydı. Annesi, Hedda küçük yaşlardayken öldüğü için onu, orduda bir general olan babası büyütmüştü. Güzel bir kız olsa da, kıskanç, cimri, küstah, başkalarının mutluluğuna acımasızca karşı gelen ve kendi korkaklığından ötürü yeterince zorba olan biri haline gelmişti büyüdükçe…Aslında tam bir şüpheci olmasına rağmen, gerçekleri keşfetmesini engelleyen idealler arasında çıkmaza girmiş, kalbi, cesareti ve inancı olmayan biriydi de diyebiliriz onun için…

Hedda, yaşamasına izin verilmeyen, hayatın diğer yüzünü keşfetmeye meraklıydı ve genç, çapkın Lövborg adında bir adamla uzun sohbetler ederdi. Lövborg, ona dillere düşmüş kendi kötü maceralarını anlatırdı. Soruları soran hep Hedda’ydı; bu sorulara doğru veya yanlış cevap verme sorumluluğu ise Lövborg’daydı. Hedda’nın Lövborg’un anlattıklarının doğruluğuna güvenmeye dair bir cesareti yoktu, her ne kadar tüm bu konuşmaların toplumun belirlediği yüz kızartıcı şeyler olduğuna inanmasa da… Bir gün, Lövborg Hedda ile birlikte olmak istediğinde de  babasının tabancası ile vuracağını söyleyerek onu evinden uzaklaştırdı. Tabancayı Lövborg’a doğrultmuş ama ateşleyememişti çünkü bunu yapabilecek bir cesareti yoktu. Çünkü, kendini inkar halindeydi.

Babasının, tabancalarından başka kızına verebileceği başka bir şeyi olmayan asker hayatı yüzünden, Hedda’nın sosyalleşme imkanları kısıtlıydı ve yaşadığı hayatı sıkıcı buluyordu ve oldukça mutsuzdu. Yıllar geçiyordu ve Hedda, kayda değer zenginlikte hiç kimseden de evlilik teklifi almamıştı. Ancak, toplumsal normlara göre kendisine bakacak birini de bulması ve evlenmesi gerekiyordu, ve sonunda Jörgen Tesman ile tanıştı.

Hedda Gabler, Jörgen Tesman’ı alt sınıftan biri olarak görmesine ve onu büyüten sevecen yaşlı halalarından ve hizmetçiden, kısacası o ailenin tüm üyelerinden nefret etmesine rağmen, daha iyi birini bulamadığı için çiçeği burnunda profesör Jörgen Tesman ile evlendi.

Burada, kısa bir bilgi vermek istiyorum. İbsen’in bir arkadaşına bu oyunla ilgili yazdığı bir mektupta; "Oyunun adı, Hedda Tesman değil, Hedda Gabler. Oyuna bu ismi vermekteki amacım, Hedda'nın kocasının eşi değil, babasının kızı olarak görülmesi gerektiğini belirtmekti. Bu oyunda, sözde sorunlarla uğraşmak değildi aslında amacım… Esas olarak yapmak istediğim şey; insanı, insan duygularını ve insanın kaderini, toplumun belirli toplumsal koşulları ve ilkeleri temelinde tasvir etmekti.” diye yazdı.

Zaten, Hedda Gabler de, evlenir evlenmez, kendi harcamalarını kocasının gelirine göre ayarlayacağı yerde, kocasının gelirinin onun harcamalarına uyması gerektiğini düşünen müsrif bir kadın haline geldi. Eşi ve halalarının ondan çocuk beklemeleri, onu çıldırtıyordu. Çocuk yapmanın onun için onur kırıcı olduğunu düşünüyordu. Böylesine mutsuz yaşadığı bir evlilik hayatında, eskiden tanıdıkları ve evlerine sık sık onları ziyarete gelen ama kocasından hiç hoşlanmadığını bildiği yaşlı, kibar bir yargıç ile kendisini eğlendirmek için gizli bir yakınlık kurdu. Bir süre sonra yaşlı yargıç Brack, Hedda’ya bir aşk üçgeni kurmayı teklif etti. Hedda, bu adamın eve gelmesine razı oldu, Jörgen’i her fırsatta çekiştirdiler ama Hedda, yargıç kendisi ile zorla birlikte olmak isterse diye babasından miras kalan silahlardan birini yanından eksik etmedi.

Bu arada, uzun süre bohem hayatı yaşayan Lövborg da, kötü alışkanlıklarından arınmış şekilde şehre yeniden geri döndü. Lövborg’u kötü alışkanlıklarından kurtaran ve ona kitabını yazmasına ve ünlü olmasına yardımcı olan, zor ve parasız günler geçirdiği dönemde evlendiği Bayan Thea Elsvted’di. Dramatik olan, Lövborg’un, eşi Thea Elvsted’i terk ederek geri dönmesiydi. Kendisini terk eden eşinin yeniden içkiye başlamasından endişe eden Thea da, Lövborg’un peşinden geldi.

Thea, Hedda’nın okul arkadaşıydı. Lövborg’un yeniden içki alemlerine girmesini önlemek için Hedda ve Jörgen’den Lövborg ile arkadaşlık etmelerini istedi ancak ne var ki, Hedda, Thea’ya olan kıskançlığı ile Lövborg’u içki alemlerinin içine çekti. Lövborg, sarhoşken Thea ile birlikte yazmış olduğu ikinci kitabın basılmadan önceki son halini kaybetti, şans eseri Jörgen bu nüshaları o an ortadan kaybolan Lövborg bulununcaya kadar saklaması için Hedda’ya verdi. Hedda için bu kitap müsveddesi, Thea ile Lövborg’un evliliğinin bir meyvesiydi. Yani, o evliliğin çocuğu gibiydi. Hedda, bu müsveddeleri kimseye haber vermeden sobada yaktı.

Lövborg ortaya çıkıp Hedda’nın yanına geldiğinde ise, babasının tabancalarından birini Lövborg’a verdiğinde, Lövborg tabancayı alıp Hedda’nın yanından ayrıldı. Ve oyun giderek dramatik bir hal alarak, yaşanan bir dizi korkunç olaydan sonra sarsıcı bir final yaptı.

Kierkegaard’ın felsefi görüşlerinden faydalanan Henrik İbsen, hem kendi varoluşunun farkında olmayan hem de bunun doğal sonucu olarak hiçbir ideali olmayan Hedda karakterini yaratarak yeni bir tartışma başlatmıştı.

Kierkegaard’a göre zaman iki çeşittir. Biri doğa bilimlerinin nesnel zamanıdır. Nesnel zaman her şeyi saniyeler, dakikalar, saatlerle ölçer. Diğeriyse, öznel zamandır. Öznel zaman her şeyi varoluş anlarıyla ölçer. İnsan yaşamının değeri, insanın yaşadığı yılların sayısına göre değil, varoluş anlarının sayısına göre ölçülmelidir der Kierkegaard…

Zaman gibi doğruluk da iki türlü anlaşılabilir. Nesnel açıdan doğruluk, bir yargıdır. Öznel açıdan doğruluk ise, kendi içini ortaya koymadır. Doğruluk ancak insan onu varoluş anında öznel olarak yaşarsa meydana gelir. Doğruluk, ancak yaşanarak ortaya çıktığından başkasına bildirilemez. Bir oluştur. Yani, öğretmen, öğrencisine dolaylı olarak biçim verir. Öğrencisinin gerçekleştirmesi gereken olanakları gösterir. Dolaylı bildirmenin yöntemi diyalektiktir.

Kişi olarak her birey ayrıdır, yalnız kendisi ve Tanrı karşısında sorumludur. Toplum, bireylerden kuruludur; ama sahici bir topluluk ancak bireyin bireyle birleştiği bir topluluk olabilir. Yani, herkesin kendisinin ve karşısındakinin de insan olduğunun farkına varması gerçek bir toplumu yaratır.

Bu oyun, bundan 134 yıl önce yazılmış ama dünyada, o günden bugüne insan olabilmeye, gerçek ve sağlıklı toplumlar oluşturabilmeye dair neredeyiz tam olarak?

Yorum sizin ama dünyaca ünlü Pink Floyd grubu 1979 yılında çıkardıkları The Wall albümü ile bu oyuna bir anlamda fon müziği gibi olmuştur.

We don’t need no education (Eğitime ihtiyacımız yok)
We don’t need no thought control. (Düşünce kontrolüne ihtiyacımız yok)
No dark sarcasm in the classroom. (Kötü niyetle iğnelemek yok)
Teacher, leave those kids alone. (Öğretmen, çocukları yalnız bırak)

Hey, teacher! Leave those kids alone!! (Hey öğretmen!! Çocukları yalnız bırak)
All in all it’s just another brick in the wall (Herşey duvardaki başka bir tuğla)
All in all you’re just another brick in the wall. (Sen duvardaki başka bir tuğlasın)

“The Wall” albümü, hayatı boyunca pek çok travmatik olaya maruz kalan ve sonunda paranoyak ve münzevi bir hale gelen, kendisini mecazi bir duvarla toplumdan izole eden Pink adlı kurgusal bir rock yıldızının hikayesini anlatıyor.

Pink’in ilkokuldaki istismarcı öğretmenlerle ve öğrenme yerine itaati teşvik eden sistemlerle ilgili deneyimlerini tartışıyor. Albümün tamamında yer alan “Another Brick In The Wall” yani “duvardaki bir tuğla daha” ifadesi, Pink’in hayatındaki, onu diğerlerinden ayıran metaforik duvarın inşasında “tuğla” görevi gören olaylara gönderme yapıyor. Özellikle bu şarkıda  bu ifade aynı zamanda Pink Floyd’un okul sistemine karşı tutumu içinde geçerlidir, çünkü sistem çocukları sadece toplumun beklentilerine uymaları ve otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmeleri konusunda eğitmektedir. Ayrıca, öğretmenlerin öğrencilerine karşı fiziksel ve duygusal tacizde bulunduğunu ima ederek, onları rahat bırakmasını da istemektedir.

Dediğim gibi, bu konudaki yorumu size bırakıyorum…

Ama her şey bir yana, bireyi önce kendi vicdanı ve en sonunda da Allah yargılayacaktır, kendisi gibi düşünmeyenler değil!

Dolasıyla, istismar olmayan, şiddetin, baskının olmadığı bir toplum olabilmek için, savaşların, zamansız vahşi ölümlerin olmadığı bir dünyada yaşabilmek için, önce kendimizin sonra da karşımızdakinin de insan olduğunun farkında olarak tepkilerimizi yargılardan arındırıp hümanist çerçevede ortaya özgürce koyabildikten sonra, gerçek bir toplum olup huzuru ve mutluluğu yakalarız…

Bu kolay bir şey midir? Günümüz dünyasının geldiği noktada kolay değildir elbette ama bu bilince ulaşmak ve yaymaya çalışmak, denemeye değerdir.

Tıpkı Henrik İbsen’in uzun yıllar önce yapmak veya anlatmak istediği gibi…

NELER SÖYLENDİ?
@
Serhan Poyraz

Serhan Poyraz

DİĞER YAZILARI Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA