Sene 1849’du. Otoriter bir asker emeklisi ama aynı zamanda alkolik bir baba ile çoğu zaman hasta olan bir annenin oğlu olarak Moskova’nın varoşlarında doğduğundan beri tam 28 yıl geçmişti. Geride kalan yıllarda, 16 yaşındayken önce annesini kaybetmiş, ondan iki yıl sonra da aslında her zaman ölmesini istediği babasının ölümüyle içindeki duygusal çatışmalar yüzünden uzun süre depresyona girmiş ancak yine de disiplini ile ünü Petersburg Mühendislik okulunu başarıyla bitirip bir yıl kadar asker olarak görev yapmış ve sonra istifa edip yazarlığa başlamıştı..
İlk kitabı “İnsancıklar” ile edebiyat çevrelerinin dikkatini çekerek büyük övgüler almanın heyecanıyla “Öteki”, “Ev Sahibi” ve “Beyaz Geceler” i yazmış ancak bu kez aldığı olumsuz tepkilerle umudu kırılınca hayatına bambaşka bir yön vererek politikaya atılmaya karar vermişti.
İşte tam da bu yılda, 1849 yılında, “Petrashevski” adlı gizli bir devrimci örgüte üye olduğu gerekçesiyle tutuklanarak Omsk kalesine hapsedildi ve sonrasında da idama mahkûm edildi. İdam kararları uygulanırken beklenmedik bir şekilde af çıkınca, idam cezası Sibirya’da sürgün cezasına çevrildi.
Politikaya atılmak ona insan olmaya dair çok şey yaşatmıştı ve daha da yaşatacaktı. Tüm bunları yaşayan bu adam; düşündükleriyle, yazdıklarıyla varoluş felsefesi düşünürlerini derinden etkileyen Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’den başkası değildi..
Beş yıl süren sürgün günleri, Dostoyevski’nin düşüncelerini ve hayata bakışını etkiledi. Sürgün öncesinde sosyalist partilere sempati duyarken sürgünden sonra dindar ve milliyetçi bir düşüncelere sahip oldu. Sürgünden döndükten kısa bir süre sonra da, yeniden edebiyata dönerek, sürgünden sonraki ilk kitap olan “Amcanın Düşü” adlı romanını yazdı.
Amcanın Düşü adlı romanına mekan olarak Moskova veya Petersburg yerine Mordasov kasabasını seçerek ve Rus taşrasının ahlak anlayışının yozlaşmasını gözler önüne sermek istedi. Eleştirdiği ahlak anlayışını ve insanın benliğindeki politikaya dair olguları, hikayesinin başkarakteri kendini soylu gibi hisseden ama aslında bir taşra kadını olan Marya Aleksandrovna’ya giydirerek ona “İnsan bulunduğu şartlara göre iyi veya kötü olur” düşüncesi ile “Paran varsa ucube de olsan prenssindir” düşüncesini birleştirmesi için çöpçatanlık görevi verdi.
Diğer bir ifade ile; her politikacı gibi entrikalarla dolu, göründüğünden çok farklı olan Marya Aleksandrovna’nın insana dair ahlak anlayışını; iyi gibi görünüp annesinin entrikalarına eşlik eden Marya Aleksandrovna’nın kızı Zina Afanasyevna’nın insanın bulunduğu şartlara göre iyi veya kötü olma samimiyetsizliğini; saçları sakalları hatta bacağı takma olmasına, peltek peltek konuşmasına, duyduklarını anında unutup saçma sapan cevaplar vermesine, akli dengesi bozukmuş gibi davranarak adeta bir ucube gibi olmasına rağmen sadece zengin olduğu için toplumdan saygı gören yaşlı Prens’in insanın paraya, statükoya verdiği önemi temsil ettiği Rus taşra toplumunda Marya Aleksandrovna’nın kızı Zina’yı yaşlı prens ile evlendirme çabalarının trajikomik hikayesi “Amcanın Düşü”.
Durun bitmedi, birşey eksik kaldı. İnsanın güzel duygularını harekete geçirerek insanı art niyetten arındırıp saflaştıran yani insana dair kötü duyguları tamamen etkisiz hale getiren romantizm böyle bir ahlak anlayışının olduğu bu toplumda nasıl bir yer bulur kendine? Romantizm, haklı olduğu durumlarda bile aşık olduğu için suçluluk hissine kapılan Mozglyakov gibi aşkın saflığını içinde taşıyan bir karakterleri komik duruma düşürmekle meşgul bu hikayenin içinde.. Shakespeare’in kemiklerini sızlatıyor Dostoyevski aşka dair yaptığı göndermelerle..
Önce ölüm korkusu, ardından acı dolu sürgün günlerinden sonra yeniden başladığı hayatında Dostoyevski’nin yazarlığa geri dönüşünün de başlangıcı olan “Amcanın Düşü” kitabını okumalısınız. Kitabın tüm karakterlerini etrafınızda göreceksiniz, hepsi size tanıdık gelecek. Dostyevski Rus taşrası üzerinden tüm insanlığa dair yine çarpıcı tespitleriyle evrensel bir yazar olmanın ne demek olduğunu okuyucusuna hissettiriyor.
Kesinlikle tavsiye eder, keyifli okumalar dilerim.