Bir adam…
Soğuk bir akşamda, ay ışığının parlak gri tonlarına bürünmüş kayaların üstünde oturuyordu. Omuzları çökmüştü. Suların kıpırtısını yakamoza dönüştüren ay ışığının karanlığa yenildiği boş ufka bakan gözleri, geçmişin gölgeleriyle doluydu. İyi görmek istercesine hafiften kıstığı gözlerinin ucundaki alın çizgileri, yılların bıraktığı izler olarak belirginleşmişti. Sanki içindeki sessiz çığlıkları bastırmak ister gibi derin derin nefes alıp veriyordu. Giydiği eski montu, yoksulluğunun ve o anın ifşası olan bir etiket gibi üzerindeydi.
Kaybedilen bir aşk mı, yitirilen bir dost mu ya da hafızasından silinmeyen pişmanlıklar mıydı onun üzerine böylesine çöken? Kimse bilmiyordu. Hatta yanından geçenler bile onun farkında değildi. O da zaten fark edilmek istemiyordu. Orada; hatıralarının gölgesinde, kaybettikleriyle birlikte anın içinde ağır ağır kayboluyordu.
…
“Bir erkek işine odaklandığında 'hırslı' olur, bir kadın bunu yaparsa ‘mesafeli ve soğuk’. Erkekler net ve kararlı konuştuklarında ‘lider ruhlu’, kadınlar aynı şeyi yapınca ‘sert’. Gülümseyince hafife alınıyor, sert durunca ‘uyumsuz’ ya da ‘huysuz’ damgası yiyoruz. Bir denge kurmaya çalışıyorum ama bir yanım hep eksik kalıyor. Ben ne zaman, sadece işimi iyi yapan biri olacağım? Kadınlığımla değil, emeğimle görüleceğim?” diyen bir kadın…
…
Yani iki kederli insan…
Keder…
Sahip olunan şeylerin yitip gitmesi veya yaşamın türlü zorluklarının yarattığı ölüm, yalnızlık ve anlam arayışı gibi temel sorunlarla insanın yüzleşmesi sonucunda ortaya çıkan bir duygu…
…
En yakın arkadaşıyla telefonla konuşuyordu ama tek bir noktaya odaklanmış ve âdeta orada kaybolmuş gözlerinde huzursuzluk vardı. Bir anlık dikkat kayması oldu, gözleri sanki bir tehdit karşısında tetikteymiş gibi. Birden karnında hafif bir ağrı hissedince konuşmasını yarıda kesip yüzünü buruşturarak dudaklarını gergin bir şekilde sıktı. O an tuttuğu nefesi bıraktıktan sonra konuşmaya devam etti.
“Her şey normal gibi görünüyor, değil mi? Ama her an, her saniye korkuyorum. İçimde bir başka yaşam var, bir kalp daha atıyor. Ya o durursa? Ya her şey birden biterse? Geceleri yatarken, sabaha uyanıp 'O tatlı tekmeleri hissedecek miyim?" diye düşünüyorum. Bir şey olursa… Bunu kabullenemem… Bebeğimi kaybetmek… O kadar… Korkuyorum ki… Sonra; ‘Belki de çok endişeniyorsun. Her şey yolunda merak etme!’ diyorum kendi kendime. Ama her kanama, her küçük sancı sanki her şeyin sonuymuş gibi. Biliyorsun daha önce yaşadım. Bu, ömür boyu taşınacak acı bir iz. Sanırım bir kez kaybetmek, tekrar kaybetmekten korkmaya başladım!”
…
Önündeki ekrana baktıkça, yüzü her geçen saniye biraz daha soluyordu. Dudaklarını kenetlemiş ama bir yandan da iç kısımlarını kemiriyordu. Titreyen ellerini birbirine kenetleyerek ensesine koydu. Sabırlı bir şekilde nefes almaya çalışırken, zihninde oradan oraya çarpan kaotik düşüncelerin buğulandırdığı gözlerini ekrandaki rakamların hızla azalmasını izlemekten alıkoyamıyordu. Çünkü o an, etrafındaki hiçbir şeyin onun için anlamı yoktu, her şey ona yabancıydı. Sadece zihninin içindeki sesler, âdeta o ekrandaki hareketli rakamların yankısı gibi kulaklarında çınlıyordu.
“Neden böyle? İki üç gün öncesine kadar her şey yolundaydı. Hatta biraz kâr bile etmiştim. Ama şimdi hisselerimin hepsi her gün dibe çakılıyor. Satmalı mıyım? Ama bu kadar kayıp? Düşüş bitecek diye bekliyorum ama bitmiyor! 'Borsa fırsat' dediler, 'alım zamanı' dediler. Her şeyimi yatırdım ve hepsi uçup gitmekte. Daha da düşer mi acaba? Ya her şeyimi kaybedersem? Evdekilere ne diyeceğim? Hiçbir şeyden haberleri yok. Belki bugün sondur, tekrar yukarıya doğru hareket etmeye başlar fiyatlar. Of, satmalı mıyım, beklemeli mi? Ne yapmalıyım?”
Endişenin yarattığı çaresizlikle başını ellerinin arasına alarak öne eğdi.
…
Endişe…
En basit tanımıyla, insanın geleceğe yönelik belirsizlikler ve potansiyel tehlikeler karşısında duyduğu kaygı...
Endişe ve keder, birbirini tamamlayan iki sıkı dost gibidirler. Endişe, insanın geleceğe dair olan belirsizliğinden doğarken, keder geçmişteki kayıplar ve hatalarla şekillenir. Diğer bir ifade ile keder, geçmişiyle yüzleşmesine ve anlam arayışına yönlendirirken insanı, endişe geleceğe yönelik belirsizliğin bir sonucu olarak insanın varlık sorunsalını derinleştirir. Bir insanın kederi, onun geçmişteki kayıplarına bağlı olduğu gibi bu kayıpların ortaya çıkarması muhtemel endişeleri de tetikleyebilir. Yani bu iki duygu, insanın varoluşsal sorgulamalarını ve içsel gerilimlerini anlamlandırmanın yollarından biridir.
İnsanın varoluşsal boşluk ve özgürlük kaygısının bir dışavurumu belki de...
İnsan, anlam arayışı içerisinde geleceği kontrol edebilmek ve varoluşsal boşluğunu doldurabilmek için endişelenir. Ancak şöyle bir şey de var ki, insanın yaradılışı gereği içindeki o boşluk neredeyse tüm hayatı boyunca onu takip eder ve çoğu zaman da hiç dolmaz.
“İnsan nedir?” sorusuna; “bir damla kan, binbir endişe” diyerek cevap veren Sadi Şirazi çok güzel açıklamıştır bu konuyu...
Zaten insanın mayası bu kadar keder ve endişe ile yoğrulmuşken, özellikle on dokuzuncu yüzyılın ortalarındaki Sanayi Devrimi ile birlikte kentleşme ve teknolojik ilerlemeler, insan hayatına pek çok yenilik katsa da, “modernizm” adı verilen bu gelişmeler; toplumsal yapıyı, insanın dünyaya bakışını ve duygusal deneyimlerini köklü şekilde değiştirerek yeni türden bir keder ortaya çıkarmıştır.
Her şeyin hızla değiştiği modern dünyada, teknoloji, ekonomi ve sosyal yapının sürekli dönüşmesi insanlarda bir yandan istikrarsızlık ve belirsizlik hissi yaratırken diğer taraftan da zayıflayan geleneksel toplum yapıları, insanların aile ve toplumla olan bağlarının eskisi kadar güçlü olmaması yalnızlık ve aidiyetsizlik hissi yaratınca, keder insan ruhunda daha derin hissedilmeye başlamıştır.
Doğadan ve organik yaşamdan uzaklaşan modern insan, şehir hayatının ve teknolojinin içinde sıkışıp kaldıkça bu durum, insanların ruhsal tatmin ve anlam arayışını zorlaştırmış, anlamsızlık ve boşluk hissinin doğmasına sebep olmuştur.
Yani “Modernizm”, kederin doğasını değiştirmiş, onu bireyselleştirmiş ve daha derin bir varoluşsal boyuta taşımıştır. Geleneksel keder duygusu, kayıplar ve trajediler üzerine kuruluyken, modern dönemde yalnızlık, anlam arayışı, yabancılaşma ve varoluşsal boşluk gibi unsurlar kederin temel kaynağı haline gelmiştir. Modern insan, hızla değişen dünyada kendine bir yer bulmaya çalışırken, belki de geçmiş çağlardan daha derin bir kederin içine sürüklenmiştir.
Modernizmle birlikte sanat ve edebiyat, kederi daha soyut ve bireysel düzeyde ele almaya başlamıştır. Klasik dönemlerde keder daha çok kahramanlık, trajedi veya dini temalar üzerinden işlenirken, modern edebiyatta keder; yalnızlık, yabancılaşma, kaygı ve anlamsızlık gibi bireysel ve psikolojik yönleriyle ele alınmıştır. Franz Kafka’nın eserlerindeki yabancılaşmış birey, Albert Camus’nün absürt insanı ve T. S. Eliot’ın şiirlerindeki modern insanın boşluk hissi buna örnektir.
Ve yine “Modernizm” ile birlikte tüketim toplumu yaygınlaşmış, bireyler mutluluğu maddi şeylerde aramaya yönlendirilmiştir. Ancak bu geçici hazlar, derin bir tatminsizlik ve sürekli eksiklik hissi yaratmış, insanlar gerçek anlamda mutlu olmak yerine sahte bir mutluluk peşinde koşarken daha da mutsuz hâle gelmiştir.
Ve yirminci yüzyılın ortasında Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan iki atom bombası, hâlihazırda anlam arayışı içinde sürüklenen modern insanı iyice anlamsızlaşan ve sessizleşen bir dünyanın içine atmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, 1950’li yıllarda dünya edebiyatı işte böyle bir sessizlikten doğdu. Savaşın yarattığı anlamsızlık duygusu, edebiyatı da dönüştürmüştü.
Varoluşçular, insanın evrendeki boşluğunu, Tanrı’nın sessizliğini ve özgürlüğün lanetini dile getirdiler. Sartre’ın “hiçliği”, Camus’nün “absürd”ü, artık yalnızca felsefi kavramlar değil; sokaktaki adamın ve toplumların günbegün deneyimlediği çürümenin ta kendisiydi.
Tiyatro sahnelerinde ise eskiye göre bambaşka oyunlar sergilenmeye başladı. Samuel Beckett’in sahnesinde zaman yoktu, mekân bulanıktı, insanlar ise konuşuyor ama birbirini anlamıyordu. Absürtleşmişti tiyatro ve yalnızca dilin değil, anlamın da tükenişini gösteriyordu artık.
Evet boşuna bekleniyordu; “Godot”, hiçbir zaman gelmeyecekti…
Aynı yıllarda Fransız edebiyatı ve sanatı da sessiz bir devrim geçirdi. Örneğin “Nouveau Roman”, olay örgüsünü çöpe attı; karakter, zaman, mekân ve anlatıcı, hepsi de artık muğlaktı. Robbe-Grillet’in nesneleri, insanlardan daha çok şey anlattı. Gerçeklik, deneyimin değil algının ürünü oldu. Artık hikâyeler değil, düşünce biçimleri anlatılıyordu.
Başka bir coğrafyada, güney yarı kürenin sıcak topraklarında edebiyatın büyüsü yeniden keşfediliyordu. Büyülü Gerçekçilik, Latin Amerika’da doğdu ama insanın evrensel hayal gücüne seslendi. G. García Márquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ı ile yükselen bu ses, bir ailenin tarihi değil, insanlığın unutulmuş masalıydı. Gerçek ile düş, o kadar ince bir çizgide buluşmuştu ki hangisinin daha hakiki olduğu sorusu cevapsızdı.
Amerika kıtasının kuzeyinde ise bir grup gençlik anlamı, uyuşturucuda, sekste, mistisizmde ve en önemlisi “yolda” aradı ama sonunda bulduğu 'yalnızlık' oldu.
Aynı yıllarda, kadın yazarlar da kendi öznelliklerini kurmak üzere kaleme sarıldılar. Feminist edebiyat, dilin erkek tahakkümünden arındırılmasını istedi ki Sylvia Plath’in intiharı, sadece bir yazarın değil, bir çağın içsel çığlığı olarak kulakları sağır etti.
Çeyrek asır boyunca Hiroşima’nın dilsizliği ile tüm dünyaya yayılan sessiz patlama, gerçeği de parçalamıştı ve edebiyat bu parçalanmışlıkla yüzleştikçe yeni açılımlar yapıyordu.
“Yazar öldü” dedi Roland Barthes…
1967 tarihli makalesinin başlığı olan bu cümle; bir ölüm ilanı değil, yeni bir akımın doğuşunun, bir özgürlük bildirisinin ilanıydı. Bu, modernizmin otoriter anlatıcısına karşı bir isyandı.
Barthes’a göre yazar, anlamın efendisi olmayı iddia ettiği sürece, metni bir tekil yorum alanına hapsediyordu. Oysa yine ona göre gerçek edebiyat, bu despotik sesi susturduğunda başlıyordu. Her okuma bir yeniden yaratmaydı. Artık “ne anlatıldı?” değil, “nasıl okundu?” önemli olacaktı. Böylece okur, metnin tek anlamı değil, sonsuz anlamlarının yaratıcısı hâline gelecekti yani yazarın ölümünde bir doğum gizliydi.
Postmodernizm doğmuştu …
Roland Barthes, 1973 yılında yazdığı “Metnin Keyfi (The Pleasure of the Text)” adlı eserinde ise okuma deneyimini bir haz alanı olarak tanımladı. Metin, artık ideolojik bir mesaj taşımaz; büyük bir şehvetle okunur. Postmodern romanın oyunbazlığı, çok katmanlılığı ve biçimsel hileleri, bu “keyifli” okumayı teşvik eder. Bu da edebiyatı, anlamlandırmaktan çok deneyimlemeye dönüştürür.
Roland Barthes’ın fikirleri, Umberto Eco gibi yazarlarca metne doğrudan uygulandı. “Açık Yapıt” kavramı, Umberto Eco’nun postmodern anlatılarında Roland Barthes’ın “sonsuz anlam” ve “metinlerarasılık” kuramlarının ete kemiğe bürünmüş hâli oldu.
Ve küçürek öykü…
Özellikle yirminci yüzyılın sonlarında iyice belirgenleşen bir tür haline gelen küçürek öykü, çok az sözcükle, çok katmanlı anlamlar yaratmayı amaçladı.
Küçürek öykülerde geleneksel olay örgüsü ya yoktur ya da çok belirsizdir. Anlatılmayan, sezdirilen, boşlukta bırakılan çok şey vardır. Olaylar bir zaman çizgisine göre anlatılmaz. Zaman genellikle donmuştur. Ve anlatıcı baskın değildir. Okur, anlamı tamamlamakla yükümlüdür. Yani Roland Barthes’in postmodernizme ilişkin fikirlerinin tümü vardır küçürek öyküde.
Ancak küçürek öykü, genellikle birkaç cümle hatta bazen tek bir cümle ile anlatılan kısa, yoğun, imgesel ve çağrışımlı bir anlatı biçimi olarak postmodern edebiyatın biçimsel ve anlam boyutlarıyla yakından ilişkili gibi bir tür olsa da, postmodern edebiyatın doğrudan alt türü değildir.
Yani her küçürek öykü postmodern değildir. İnsanın yalnızlığı gibi temaları kapsayarak modernist bir duygu yoğunluğu da taşıyabilir.
Küçürek öykü, anlatıya dair ideolojik bir duruş olmaktan ziyade, “bir anlatı stratejisidir.” Ve anlatı stratejileri geliştirilebilir…
Deneysel yöntemlerle anlatı stratejileri geliştirmek, yalnızca yeni biçimsel olanaklar yaratmak değil, aynı zamanda edebiyatın duyarlık coğrafyasını genişletmek anlamına gelir. Bu stratejilerle kurulan metinler, klasik anlatıya başkaldırırken, biçim ve içerik arasında yeni bir denge arar; bazen dili parçalar, bazen sessizliği dile dönüştürür. Sanırım bu yaklaşımın en dikkat çekici örneklerinden biri, yakın zamanda okuduğum, Muhammet Çavdar’ın “Ekmek Arası Keder” adlı kitabı...
Muhammet Çavdar’ın bu kitabı, küçürek öykü ile kısa öykü arasında salınan, sayıca yetmişi aşan metinden oluşuyor. Her biri bir sayfadan kısa, çoğu birkaç satırla sınırlı bu öyküler, az sözle çok şey söylemenin olanaklarını araştırıyor. Kimi zaman bir bakış, kimi zaman bir suskunluk ya da gündelik hayatın içinden seçilmiş bir eşya aracılığıyla, okuyucunun belleğinde yankı yaratan şiirsel bir yoğunluk kuruyor. Bu öyküler tamamlanmış değildir; okurdan, eksik olanı düşlemesini bekler.
Bu nedenle “Ekmek Arası Keder”, yalnızca bir öykü kitabı değil, aynı zamanda bir okuma deneyimi, bir yazınsal oyun alanı gibi. Metinlerin birçoğu, modernizmin getirdiği anlamsızlık boşluğunda salınan, geçmişle hesaplaşan ve şimdiki zamana sığamayan yalnız karakterlerle dolu. Ancak bu yalnızlık basit bir duygulanım değil, zamanın, dilin ve kimliğin parçalanmışlığına dair daha derin bir varoluşsal sorgu...
Bazı öykülerde düş ile gerçek arasındaki sınır siliniyor; böylece anlatı, Louis Borges’in hayal evrenine uzanan bir edebi selam gönderiyor. Tıpkı Borges gibi, Muhammet Çavdar da gerçekle kurmaca arasında örülmüş bir anlatı inşa ediyor. Bazı öykülerde ise karakterler, karmaşık, çoğulcu ve belirsiz bir gerçeklikte, kederi bilinç ile bilinç dışı arasında salınan bir hâli deneyimliyor. Böylece anlatı, yalnızca dış dünyayı değil, zihnin kıvrımlarını da anlatının sahnesine dahil ediyor.
Bazı metinlerde keder, “estetik bir melankoli”ye dönüşerek şiirsel bir düzleme taşınırken, diğerlerinde âdeta bir tüketim nesnesi gibi metalaşır; ambalajlanmış, sunulmuş, yenilmiş bir hüzün. Ekmek arası sunulan kederin ironisi, çağdaş insanın duygusal deneyimini hem sorgulayan hem de sahneleyen bir dilin parçası gibi.
Muhammet Çavdar’ın anlatısında imge kullanımı da bu deneysel yapının vazgeçilmez bir bileşeni oluyor. “Soda Şişesi, Trafik Işıkları, Madeni Para, Takım Elbise, Ayna” gibi gündelik nesneler, anlamın taşıyıcısına dönüşüyor. Bu nesneler aracılığıyla kurulan çağrışımsal dil, postmodernizmin çoğulculuk anlayışıyla birleşiyor; her okur için başka bir kapı, başka bir çağrışım açıyor. “Kederi ekmek arası yapıp” okuyanın zihninde çoğul anlamlara yaymak, bu kitabın poetikasının temeli diyebilirim.
Özetle Muhammet Çavdar, öykülerini yalnızca tür olarak değil, biçimsel olarak da deneysel bir şekilde kurguluyor. Modernizm, gerçeküstücülük, absürdizm ve postmodernizm hamuruyla yoğrulmuş bu anlatılar, kalıpları parçalayarak yeni bir duyarlık yaratmayı hedefliyor. Kimi zaman bir gölgeyi, kimi zaman yitmiş bir sesi izleyen bu anlatılar, okurun belleğinde birer kırılma noktası gibi kalıyor...
İşte bu yüzden Muhammet Çavdar’ın “Ekmek Arası Keder”i, yalnızca bir kitap değil, zamanla ve dille yapılan, okuruna bir yudum hüzün, bir lokma hafıza, bir tutam sessizlik sunan içsel bir yolculuktur.
Ve ardından yalnızca bir şey kalır…
Gözden değil, kalpten silinemeyen o gri duman…
Hayır, hayır. Her şey şehirdeki sandviççilerin menülerinde görünmeyen bir seçenekle başladı…
“Ekmek Arası Keder”…
Evet, kimse menüde göremez onu, ama herkes istediği kadar sipariş verilebilir.
Ve soranlara şöyle denir;
“Sosunu kendiniz seçiyorsunuz ama içindeki duygu sabit: hafif burukluk, geceyi sabaha bağlayan suskunluk ve geçmişten bir ısırık…”
***
- Yazıyı sesli dinlemek için görsele tıklayın
Bilinçaltı bilinçüstü genetik kodummu oturturum kodlarının izlerinde kendi izlerimizi bırakmaya çalışırken çoğu şeylere kör çoğu şeylere dilsiz kalışların sorumluluğu tamamı ile bize mi aittir bir bilinmezin Tanrı bozonu ne söyler?Bozalım mı tüm kurmacaları