Bir bilgedir. Söylemlerinde bu bilgeliği aramalı. Bir konuyu ne kadar iyi biliyorsak, tüm cevaplara sahipsek o kadar doğal ve sade anlatabiliriz. Bir çocuğa anlatır gibi. Tabii ki çocukları küçümsemek değil niyetim. Onlar mihenk taşlarımız. Hayatımızı bilgece yaşıyor muyuz? Merak ediyorsak eğer, başvurabileceğimiz en önemli referans, çocuklar.
Bilgelik basitçedir, kapsayıcıdır ama kolay değildir. Söylemde herkes kendisini bulur, kendisince anlar. Çok ciddi bir önyargı, art niyet, saplanmışlık yok ise kimse itiraz edemez. Gereğinin yapılması konusunda emredicilik yoktur. Üzerine odaklanmayanlar derinliğine inemez. Odaklananlar derinliğinde boğulmaz. Çünkü herkes kapasitesince, arayışlarını bulur.
Bilgelik çok şey bilmek değildir. Bildiğini tam bilmektir, anlam aramaktır. Zaten bilmemek cehalet değildir. Bildiğini sanmak veya bilmediğini bilmemek?
“Bir Türk dünyaya bedeldir“ sloganları ile büyüdük. Mimar Sinan’ın yaptığı eserler ile övünerek. Şu iki cümleyi desteklemek üzere bilgi diyerek saatlerce anlatanlar var. Ama hiçbirisinin insanlık tarihimizde karşılığı yoktur. Türk, özel bir ırk olabilir mi? Belki evet. Ama kesinlikle onu özel yapan şey, ataları ile övünmek ve diğerleri ile karşılaştırmak olamaz.
Veya İslam düşünce sistemimizdeki insanlığımıza bakan bağnazlıklara takılarak itirazlarını dile getiren bilgeleri(!) görüyoruz. Nerede güzellik var ise bir şekilde başka kriterlere dayandırmaya çalışanlar… Oysa adı her ne olursa olsun, hüküm sürmüş olan her inanç veya yönetim sisteminin insanlığımızda karşılığı vardır. İyi veya kötü, diktatörlük, firavunluk, demokrasi, komünizm, faşizm… Herhangi birisini görmezden geldiğimizde insanlığı anlamamız mümkün olamaz.
Bir de yurtdışı sendromu yaşayanları görüyoruz. Sudan çıkmış balık misali. Nefes almakta güçlük çekenler. Önlerine açılmış olan bilgelik kapısını zorlamak varken fanuslarında oturup birilerini kötülemekle keyf çatanlar. Fetih mi yoksa işgal mi?
Bir sanat eleştirmeninden Osmanlı’yı dinlemiştim, bilgece. Bugünün Amerika‘sı, der. Dünyanın dört bir bucağından insanlar Sarayburnu’nda görev almış, çalışıyor, yaşıyor. Onlara gösterilmiş bir ideal olmalı. Aidiyetlerinden vazgeçirebilecek kadar güçlü hem de. Ve olan biteni bir cümle ile özetler. Mutlak güzel yoktu‘ der. Sürekli gelişmeye açık. İnsan ile birlikte, insanlık için. Saygı, sevgi, ihtiyaçların farkındalığı, birlikte yaşam…
Niyetim Osmanlı’yı anlatmak, savunmak değil. Bunu vazife edinmedim. Dünyaya bakan yönü ile zaman hükmünü vermekte. Her nerede güzellik var ise, bireylerin mutluluğu, özgürlüğü belirli bir seviye sağlanabilmiş ise sistem devam eder. Ancak bu, orada hiçbir kötülüğün olmadığı anlamına gelemez. Çünkü iyi, en iyi olmadığı için kötülük vardır. Ve o masumane, hak iddialarıyla kabaran rekabet duygumuz, bireysel önceliklerimiz ile girilen yolun sonudur.
Burada bir soru akla gelebilir. İnsanlık tarihinde sürekli kötülükler olmuş. En iyilerden olmak mümkün değil midir? Belki de öncelikle iyi nedir, sınırlarını çizmeli. Kötülüğün var olabilmesi iyilikle mümkün. Çünkü iyilik kötülüğü yok etmek için çalışmaz.
Kötülüğün egemen olduğu sistemlerde çöküş kaçınılması mümkün olmayan sondur. Toplum hakkında böyle bir hüküm doğru olsa bile bireyler hakkında söz söylenemez. Çünkü kararlarımızın iyi veya kötü diye nitelenebilmesi niyetimize ve muhatabımızın kabulüne bağlıdır.
Bu bir devrandır. Tarih tekerrür eder durur. Kötülük her zaman bir tohum olarak bulunur. Tomurcuğa durur, büyülenerek seyrederiz. Açılır, kokusu ile sarhoş olur yüreklerimiz. Ve her çöküş kendi kahramanlarını yetiştirir…
“İnsanları niçin öldürüyorsunuz? Biraz bekleyin. Zaten ölecekler.“ sözünü kendimce yorumlamış oldum sanki. Bilgelik böyle bir şeydir işte. Bir söz söyler, uğraşır durur insanlar. Ne kadar geniş ele almaya çalışırsak çalışalım, bir şeylerin eksik kaldığı hissi daima köşede durur.