DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Hakan Cucunel
Hakan Cucunel
Giriş Tarihi : 01-04-2024 22:34

Haremde Bir Polisiye

Meral Altındal’ın; “Osmanlı’da Harem” kitabını yıllar önce okumuştum. Bu konuda okuduğum ilk kaynak buydu. Çok fazla kaynak olmadığını da sonradan fark ettim. Osmanlı’nın en çok merak edilen kurumlarından biri olmuştur harem tarih boyunca. Kimilerinin hayallerini süslemiştir. Kimilerinin iç özlemi olmuştur. Az bildiğimizin hayalini geniş ve sık kurarız. Harem de hayali geniş kurulan bir mekan olmuştur. Elçilik notlarında, gezginlerin yazdıklarında hep bir harem anlatısı var olmuştur. Osmanlı mülkünde bulunsun bulunmasın herkes sarayın bu bölümünü merak etmiştir.

Hatta yazılanlara göre Venedik elçiliğinde çalışan Signor Grellot, bir teleskop satın alıp yaşadığı odadan haremi gizlice izlemiştir. Fakat bu yaptığı anlaşılınca yakalanmış ve başı vurulmuştur. Batılılar için harem, içerisinde, sınırsız cinsel fanteziler yaşanan bir yerdir ama gerçek, bu zannedilenden tamamen farklıdır. Haremde her şey belli kurallara göre yapılır. Yeme içme, eğitim, ibadet ve hatta uyku bile kurallara bağlıdır ve kurallar kolay kolay esnetilmez. Kuralsızlık söz konusu değildir. Padişahın kendisi bile kurallara uymak zorundadır.

Sonuç olarak anlaşılan o ki, harem konusuna asıl ilgi gösterenler Batılılardır. Bu ilgiyi, bu zamana kadar yazdıklarından, yaptıkları gravürlerden anlayabiliyoruz.

Osmanlı Türk toplumunda Müslümanların köle olmaları yasak olduğu için haremdeki kadınların tamamı yabancılardan oluşuyordu. Dönemin bir özelliği olarak kızlar, korsanlar tarafından kaçırılıp saraya hediye edilir veya satılırlardı. Ayrıca, bu işi kendilerine meslek edinmiş kişiler tarafından özellikle Kafkas bölgelerinden ve bazen de Avrupa içlerinden  kaçırılıp saraya satılırlardı. Çerkezler tercih edilen milletlerdendi. Bugüne kadar yazılanlardan bunları öğreniyoruz.

Buraya kabul edilen kızlar ciddi bir eğitimden geçiyorlardı. Genellikle bir süre sonra da ileri gelen devlet adamları ile evlendiriliyorlardı. Buna da “çırak çıkmak” deniliyordu. Diğer kadınlar ise saray içerisindeki çeşitli bölümlerde görev alıyorlardı.

Osmanlı padişahlarının cariyelerinin sayısı değişkendir. Abdülmecit’in 688 Abdülaziz’in 809 cariyesinin olduğu yazılmıştır. Yavuz’un ne haremle ne de cariyelerle işi olmamıştır. Bundan başka, haremde bulunan bütün cariyeler odalık olarak kullanılıyordu demek gerçek dışıdır.

Harem’in kurumsallaşması 2. Mehmet dönemi ve İstanbul’un alınmasıyla olmuştur. (Çağatay Uluçay)

1909 devriminde İttihatçılar tarafından dağıtılana kadar 2.Meşrutiyet ilanı ile haremdeki bütün kadınlar en yakın akrabalarının yanlarına gönderilmiştir. Bu olaydan sonra yüzyıllardan beri devam eden harem geleneği de tamamen sona ermiştir.

Çoğu kişinin zannettiği gibi harem, yalnızca Osmanlı’da yoktu. Aslında Osmanlı, bu geleneği öncüllerinden almıştır. Anadolu Selçukluları ve Büyük Selçuklu’da da harem vardır. Emevi ve Abbasi saraylarının da haremleri vardır. Anlaşılan harem, Osmanlı’nın Hem doğudaki komşularında Arap ve Fars devletlerinde hem de batı komşusu Bizans’ta vardı.

HAREMDE CİNAYET

Peki, haremde cinayet olur muydu? Elbette vardı. Pek çok kaynakta da geçmektedir. Ancak bu durum daha çok tahtın değişen sahibinden sonra çocuk sahibi olma olasılığı olan cariyelerin başına gelirdi. Bazen de kurallara uymayan cariyeler, bir çuvala konarak Sarayburnu’ndan denize atılırdı.

Demet Mannaş, romanına böyle zorlu bir konuyu seçmiş. Çünkü harem, üzerine kolaylıkla ve geniş geniş konuşabileceğimiz bir konu değildir. Hakkında yazılanların çoğu, bize bir edebi evren sunmaz. Gündelik hayatları nasıldı, nasıl yaşarlardı, neleri severlerdi? Bunları ayrıntılarıyla bilmiyoruz. Bu da Osmanlı tarihindeki önemli eksiklerden biridir.

Demet Mannaş, romanını iki ayrı hikaye üzerinden ustaca kurgulamış. Girişte bir damla su ile anlatıma başlıyor. Bir damla su. Aslında yaşamın başlangıcı da sonu da su ile oluyor. Annemizin rahmine bir damla sıvının yardımıyla ilerliyoruz. Zorlu bir yolculuk bu. Sonunda bir yumurtanın bizi seçip kabul etmesiyle başlıyor var olma öykümüz. Demet Mannaş’ın bir damla ile başlattığı anlatıda da bu su damlası önce yalnız başına ilerliyor. Ardından diğer damlalarla birleşip büyüyor ve yolculuğuna devam ediyor. Biz de ovaryum ile birleştikten sonra var olma yarışına devam etme gücünü buluyoruz.

Bir romanı, bir damla su ile başlatmak pek çok metafor içerebilir. Giriş bölümünün bana düşündürdüğü öykü bu oldu. Yaşamın sonunda da yine su var. Yıkanıp temizlendikten sonra Veysel’in sadık yarinin koynuna bırakakılırız ve sonsuz kavuşmamız veya dönüşümümüz de böyle başlar. Bu yönüyle roman, daha başlangıçta bize derin alt öyküler düşündürüyor.

Roman omurgasının diğer bölümü de kahramanımız “Yaz” ile başlar. Yaz, babasının hayallerini gerçekleştirmiş ve yazar olmuştur. Yaz mevsiminin düşündürdükleri ise başka bir anlatı konusu. Bu mevsimde, insan yaşamının gençlik sonrasını düşündürür. Yaz, bir roman yazmaktadır. Bu konuda çeşitli illerdeki kütüphanelerde araştırmalar yapmıştır. Artık kurgusunu oluşturmuş ve romanını yazmaya çalışmaktadır.

Ancak, bu romanın içeriği bazı çevreleri rahatsız eder ve iki ayrı öykünün zaman zaman kesişmeleri ile roman başlar. Aslında yukarıda da söylediğim gibi zor bir konuyu, iki ayrı öykü ile kurgulamak ustalık gerektiren bir çaba. Çünkü öykülerden biri tarihi diğeri ise günümüzde geçen bir polisiye içeriği sahip.

Romanda saray sahneleri son derece gerçekçi olarak betimlenmiş. Aslında saray dışarıdan göründüğü gibi ferah ve rahat bir mekan değildir. Bu gerçeği Halit Ziya’nın “Kırk Yıl” ve “Saray ve Ötesi” kitaplarından da biliyoruz. Sarayın içi, katı kurallarla yaşanan, çoğunda kasvetli ve sessiz bir yerdir. Bu kurallar pek esnetilmez. Yazar, saray sahnelerini de çok başarılı bir biçimde oluşturmuş. Bu da romanın ayrı bir başarısıdır.

Roman kahramanlarının da başarılı olarak yansıtıldığını okurken daha ilk sayfalarda görüyoruz. Oldukça kısa ancak vurucu ayrıntılar verilerek yaratılan kahramanlar son derece canlı olarak betimlenmiş.

Romanda her konu ve her kişi, ustalıkla tartılarak verilmiş. Hiçbirinde ne fazlalık var ne eksiklik. Sonunda roman bittiğinde hem saraydaki olaylar hem de günümüzde geçen polisiye gerilim aklımızda akmaya devam ediyor.

Zor bir türün başarılı bir örneği olarak “Haremde Cinayet”, yazar Demet Mannaş’ın diğer romanlarını okumaya çağırıyor bizi.

NELER SÖYLENDİ?
@
Ayfer Güney 4 hafta önce
Çok güzel bir tanıtım yazısı.
Hakan Cucunel

Hakan Cucunel

DİĞER YAZILARI Deli...
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA