ELEŞTİRİ
Giriş Tarihi : 05-05-2024 21:11   Güncelleme : 05-05-2024 22:49

Şah ve mat / Serhan Poyraz

Yazan: Serhan Poyraz -ŞAH ve MAT

Şah ve mat / Serhan Poyraz

ŞAH ve MAT

Bir oyunun son sözü belki ama hayatın içindeki sayısız anın da imitasyonu gibi…

İlk başlarda hayat, oyuna başlamadan önceki bir satranç tahtası gibi… Her şey düzenli ve yerli yerinde. Ruhumuzun gıdası olan saf mutluluğu yakalayabilmek için içimizdeki tüm dürtü, duygu ve düşünceler farklı görevlerle donatılmış satranç taşları gibi doğduğumuz andan itibaren akan zamanın getirdiği yaşanmışlıklarla belirginleşiyorlar ve ilerleyen yaşamımızdaki bireysel kararları tetiklemek için hazırlanıyorlar. Hayata atılıp oyuna başladığımızda yani oyun alanında olasılılıklar belirmeye başladıkça her şey artan bir şekilde karmaşık hale gelmeye başlıyor ve üstüne de bizim dikkatli seçimler yapmamız gerekiyor, pişmanlıklar kitabımıza yeni bir öykü eklememek için… Öyle ya, sonunda mutsuzluk matıyla anda kalıp bugünü yaşayamamak veya depresyona girmek bile var.

Öyleyse, iyi bir satranç oyuncusu gibi olmamız gerekiyor hayatın içinde. İyi bir satranç oyuncusu olabilmekten kastım kendi kişiliğimizle ilgili bir şey. Karşımızdaki insanları mat etmek ile ilgili değil.

Hepimiz türünün tek örneğiyiz. Benden, senden bir tane daha yok bu dünyada. DNA'mızdan gelen milyonlarca elementin ve dönüşümün sonucuyuz ve karar vermek için kendi benzersiz formülümüzü oluşturuyoruz, olayları yaşadıkça. Bu yüzden, amacımız bu formülden en iyi şekilde yararlanmak, onu belirlemek, performansını değerlendirmek ve iyileştirmenin yollarını bulmak olmalıdır değil mi?

Şah ve mat…

Bir oyunun son sözü belki ama hayatın içindeki sayısız anın da imitasyonu gibi…

Hayatın içindeki anlar, insanlara aittir. Ve “IQ” kavramını dünyaya ilk kez tanıtan Fransız psikolog Alfred Binet der ki; “Bir satranç oyuncusunun kafasının içine bakabilsek, orada hisler, imajlar, fikirler, duygular ve tutku dolu bir dünya görebiliriz.”

Edebiyat da en kısa tanımıyla, yazarın içindeki duygu ve düşüncelerin, özgürce yani yazarın kendine has üslubuyla kelimelere dökülmesi değil midir?

Dünyanın en eski oyunlarından biri olan satranç da, zaten edebiyatla iç içedir. Örneğin, Divan edebiyatı içerisinde, diğer yüzlerce konu gibi satrancın da hatırı sayılır bir yeri vardır. Satranç ile ilgili bilinen ilk manzum eser, Firdevsi-i Rumi tarafından 1503 yılında yazılmış olan; “Satranç-name-i Kebir”dir. Çok güzel ve detaylı bir eserdir. Edebiyatımızda bilinen ilk satranç-name ise Bedr-i Dilşad’ın “Murad-name” mesnevisi içinde yer almaktadır.

Divan edebiyatında, aşk yolunda şah taşı sevgili gibidir. Aşığın gönlü ise değersiz olması nedeniyle piyona benzetilir. Sevgilinin yanağı, kale taşıdır ki, ikisinin de yazımı aynıdır. Şairlerin en çok zikrettiği ve arzu ettiği taş at iken, düşmana benzetilen olumsuz teşbihlerle anılan taş ise fildir. Satrancın oynandığı tahta yahut bez genellikle dünyaya benzetilir. Satrancın mucidi olarak divan şiirinde geçen Leclâc ise daha çok feleğe teşbih edilir.

Zaten, etimolojik olarak, Arapçada aşk; sarmaşık, yar ise; uçurum demektir. Öyle ya, maşuk, yani aşık olunan kişi, çoğu zaman uçsuz bucaksız bir uçuruma düşürür aşığını. Ama aşık yine de ona bağlanır, tıpkı bir sarmaşık gibi…

Gerçekten de, satranç terimleri edebiyatta genellikle; aşk, aşık ve maşuk arasındaki münasebetler, tasavvufla ilgili unsurlar, insanın ruh halleri ve bir de ölümle ilgili durumlar anlatılırken kullanılmıştır.

Satranç terimlerinin gerek tasavvuf gerek aşk, insan ve ölümle alakalı hususlar açısından yorumlanmaya oldukça elverişli bir yapısı vardır. Mesela bazı divan edebiyatı şairleri, satranç terimleri ile ruhun ve nefsin hallerini anlatmışlardır. Bazı taşlar nefsi harekete geçirmiş, bazı taşlar da ruhu irfanı bir yola sevk etmiştir. Her bir durumda şaha bir zararın gelmediğini ifade etmesi şahın vahdeti temsil ettiğini göstermiştir. Sonunda da, bu oyunda galip gelen mutlu mağlup olan üzgün olmuş, satrancın oynandığı bez kesretin perdesi olmuştur.

Evet, divan edebiyatı şairleri farklı amaçlarla satranç terimlerini kullanarak şiirler yazmışlardır. Çünkü, çok net ki; satranç taşlarının gerçek ve mecazi anlamlarının düşünülmesi, beyitlerin anlam katmanlarının zenginleşmesini sağlamıştır.

Şah ve mat…

Hayatın içindeki sayısız anın imitasyonu gibi ama bir oyunun son sözü… Satranç oyununun...

Satranç, iki kişinin otuz iki beyaz, otuz iki siyah olmak üzere altmış dört kareye ayrılmış bir zemin üzerinde oynadığı bir oyundur. Satrançta her bir oyuncunun bir şah, bir vezir, iki fil, iki at, iki kale ve sekiz piyonu vardır. Oyunun tek bir amacı vardır; rakip şahı ele geçirmek…

Her taşın hareket biçimi farklıdır. Değeri en düşük taş piyon olup bir kare ilerleyebilir (sadece ilk hamlesinde iki kare ilerleyebilir) Düz ilerler, geri hareket edemez ve taş üzerinden atlayarak ilerleyemez. Ancak başka bir taşı ele geçirecek ise çapraz ilerler. Piyon son haneye ulaşırsa, vezire veya oyuncunun istediği başka bir taşa dönüşebilir.

Fil taşı bir oyuncuda iki tane olup biri beyaz diğeri siyah kare içerisindedir. Fil hangi karede ise o doğrultuda önünde başka taş olmadığı sürece çapraz şekilde ileri ve geri doğru hareket eder.

At taşı, dik veya yatay L şeklinde ilerler. Ve diğer taşların aksine tüm taşların üstünden atlayabilir.

Kale, yatay ve dikey şekilde önünde taş olmadığı sürece istediği kadar ileri veya geri hareket edebilir.

Vezir ise, en değerli taş olup önünde taş olmadığı sürece düz veya çapraz bir şekilde ilerleyebilir.

Ve Şah, sadece önündeki arkasındaki yanındaki karelere bir kare olacak şekilde düz veya çapraz ilerleyebilir.

Satranç, kuzeybatı Hindistan'da, yaklaşık olarak yedinci yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. İlk başlarda “chaturaṅga” olarak biliniyordu. Satrancın kültürel yolculuğunun tarihsel gelişimine baktığımızda, İpek Yolu boyunca doğuya ve batıya doğru olduğunu görebiliriz. Satranç, milattan sonra altı yüz yılı civarında Sasani İran’ınında oynanırken adı  “chatrang” idi. İranın İslami fethinden sonra (633-44), “Chatrang” ismi yerine “Shatranj” kullanılmaya başlandı. En eski arkeolojik satranç eserleri olarak bazı fildişi parçaları, Özbekistan'ın Semerkant kentinde yapılan kazılarda bulunmuştur.

Milattan sonra 1200’lü yıllarda, Güney Avrupa’da Shatranj'ın kuralları değiştirilmeye başlanmış ve çeşitli zamanlarda yapılan önemli değişikliklerle oyunun kuralları 1475 yılında yaklaşık bugünkü halini almıştır.

Orta Çağ'da ve Rönesans döneminde satranç, soylu sınıfına ait kültürün bir parçasıydı; çoğunlukla savaş stratejisi öğretmek için kullanıldı ve "Kralın Oyunu" olarak adlandırıldı. Bu dönemlerde, farklı insan sınıfları için metafor olarak farklı satranç taşları kullanılmış ve insanların görevleri oyunun kurallarından veya satranç taşlarının görsel özelliklerinden türetilmiştir.

Orta Çağ'da, satranç oyununa, Yahudi, Katolik ve Ortodoks dini otoriteler tarafından sıcak bakılmazken, “Aydınlanma Çağı” boyunca satranç, toplumlar tarafından bir kendini geliştirme aracı olarak görülmeye başlandı.

Aydınlanma çağında satranca bakış açısı ile ilgili yaptığım araştırmalar sırasında bir makale dikkati çekti. Benjamin Franklin, "Satrancın Ahlakı" başlıklı makalesinde diyor ki; “ Satranç oyunu sadece boş bir eğlence değildir; bu oyunu oynarken, aklın insan yaşamı boyunca yararlı olan çok değerli birkaç niteliğini kullanmak ve geliştirip güçlendirmek gerekir. Böylelikle, aklın bu nitelikleri hayattaki her durumda kullanılmaya hazır hale gelmektedir. Çünkü, yaşam; içinde sık sık kazanmamız gereken puanların, rakiplerimizle mücadele ederken karşımıza çıkan çok çeşitli iyi ve kötü olayların olduğu, bir dereceye kadar da sağduyunun etkisi olan, bir satranç oyununa benzer.

Satranç oynarken;
- Yapacağımız bir eylemin doğurabileceği sonuçları değerlendirebilecek bir öngörüyü,
- Taşların birbiri ile olan ilişkilerini göz önünde bulundurarak tüm satranç tahtasını veya eylemin gerçekleşeceği kısmı araştırma zorunluluğunun vereceği ihtiyatlı olmayı,
- Hamleleri çok acele ile yapmamamız gerektiğinden dikkatli olmayı,
öğrenmemiz mümkündür.“

Katılmamak mümkün değil.

Aynı şekilde, “Taktik, yapılacak bir şey olduğunda ne yapılacağını bilmektir; strateji, yapacak hiçbir şey olmadığında ne yapılacağını bilmektir.“ der büyük satranç üstatlarından Savielly Grigoryevich Tartakower.

Evet, hayat bir yolculuktur. Kendi sınırlarımızı ve hayatımızın sınırlarını keşfetmeliyiz. Başkalarının da aynısını yapmasına yardım etmeliyiz. Hayatta nereye gittiğimizi bilmek istiyorsak, bu yolculukta kişiselleştirilmiş bir haritaya sahip olmak çok önemlidir.

Bunun için, kendi özümüzün farkındalığında olmalı ve kendi kendimize meydan okuyabilmeyiz. Böylece, mümkün olan en iyi kararları nasıl vereceğimizi öğrenebiliriz. Mesela, iş hayatında herkes için apaçık olan veya özdeş olanın, bir avantajı ve gelişimi yoktur. Bizi herkesten ayıran kalıpları oluşturmak için daha yükseğe bakmalı ve alışılmışın ötesine geçmeliyiz. Yetenek geliştirilebilir ve eğer deneyim ve bilgi yetenek prizmasıyla odaklanıp sezgiyle yönlendirilirse, daha iyi kararlar almamızı sağlayan benzersiz kişisel farklılığımızı yaratabiliriz.

Kısacası, “Şah ve Mat!” sözünü sıkça söyleyebilmek adına satranç öğrenelim, öğretelim ve oynayalım her fırsatta.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi