ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 27-04-2024 19:34   Güncelleme : 29-04-2024 00:21

Engerek / Gülçin Granit

Yazan: Gülçin Granit -ENGEREK

Engerek / Gülçin Granit

ENGEREK

Kamyoneti homurtular içinde yol kenarına park ettin. Bakımını yine sonraya erteledin. Çıtırdayan dal parçaları arasında yürüdün. Av tüfeğiyle çıktın yola. Yol dediysem ormana. Birkaç kuş, bilemedin yabani at vurmaya. Gri bir tavşan koşarak geçti önünden, çalılıklarda kayboldun aniden. Mustafa’yı düşündün sonra. Henüz askerden gelmiş kardeşini, erik ağacından baş üstü düşüp nasıl öldüğünü gördün. İçin acıdı, eridin...

“Kaderin miydi?...” dedin. Bir koca küfür devirdin. Koca ayaklarınla toprağın üstündeki karınca kümelerine basıp geçiverdin. Görmedin... Kimseyi görecek halde değildin. Kendine odaklanmış gidiyordun. Kadere duyduğun öfkeyi böyle çıkarttın, bilmiyordun. Hedefinde, yabani atların toplandığı yere gitmek vardı. “Ya kısmet,” dedin. Tüfeğini öbür omuzuna geçirdin. Kafanda dağıtamadığın sorularla düştün yollara.

Babanı düşündün. Kısa yoldan zengin olmak isteyen babanı... Marmara adasında, orman içinde kalan arazilerden, bedelsiz olarak çevirdiği, bol beddualı, büyükçe toprakları hatırladın. Yakında ev kuracaktın. Ekip biçilecek topraklarını hatırladın. Denizin hırçın dalgalarını bir de Mustafa’yı duyumsatıyordu sana. Sert esen rüzgâra göğsünü gerdin, derince nefesler alarak yoluna devam ettin.

Karatavuk kuşu gördün silahına sarıldın. Küçücük bedeni koca tüfekle parçaladın. “Öğlenlik...” dedin torbaya indirdin. O an, kardeşin Mustafa’yı unuttun.... Bir mutluluk sardı yüreğini, ferahlamaya başladın. Saatlerce yürüdün. Beyaz bir tavşan gördün, kaçırdın. Büyükçe bir fıstık ağacının altına oturdun. Ateş yakıp kuşu bir güzel miğdeye indirdin. Kaçırdığın tavşana hayıflandın. Kirli ellerini üstüne başına sildin. Uzunca geğirip uykuya daldın.

Bülbüllerin nazenin ötüşleriyle uyandın. Ağzın sulanacaktı ki, rüyanı hatırladın. Mustafa, siyah montuyla erik ağacının yanında açmıştı kollarını “Gel abi! Gel!” diyordu sana. Ortada yağlı kayış gibi duran zehirli engerek yılanı gördün. Başını kaldırıp nasıl da tıslamıştı sana. O iri bedenin küçüldükçe küçüldü. Dizlerinin bağı çözüldü, ter içinde sıçrayarak uyandın. Bir sağa, bir de sola bakındın. Bol Mustafalı rüyalardan sonra, yabani at vurmayı başka güne erteliyorsun. Yolda komşu Hüsnü Amca’ya rastladın.

“O! Hüsnü Bey Amca, nasılsın hele deyiver bana, akşam getireyim mi bir tavşan sana?”

Hüsnü gevrekçe gülümsedi, bedava sirke baldan tatlı ne de olsa diye gülümsedi.

“Çok severim, makbule geçer doğrusu. Ah! Yanında bir de pilav,” dedi.

Sen ertesi günü yola düştün, çok yürüdün. O gün üç tane gri tavşan vurup eve döndün. Bir tanesini Hüsnü Bey Amca’ya bıraktın.

“Bu meret sert olur, hemen yenmez. Kes doğra terbiye yap, bir gün beklet.” diyerek, bir de nasihat ettin. Kahvenin önünden evine doğru seğirttin.

Henüz çiğ yağmış bahçeye yalın ayak bastın. Sonra bir sedire oturdun. Adaçayı ve kekik kokularını taşıyan rüzgarın öpüşlerini teninde hissettin. Derin bir soluk aldın biraz rahatladın. Nişanlın Hülya’yı aradın. Yarın düğün hazırlıkları için geleceğini öğrendin. “Oh! Artık ayrılmak yok,” dedin. Başını gökyüzüne çevirdin. Dolunayda Hülya’nın yüzünü gördün. İçeri girip yattın. O gece bol Mustafalı rüyalara karıştın.

Sabah terler içinde uyandın. Unutmaya çalıştın. Kahvaltı yapıp Hülya’yı beklemeye başladın. Nikâh tarihi almadan onu yaban atlarının bulunduğu tepelere çıkartmayı planladın. Bir at vurmalıydın.

Mehmet Amca geldi gözlerinin önüne. Geçende yolunu kesmişti de, “Evlat! Vurma şu mübarekleri, kıyma canlara. Vebali büyük olur sonra.” deyişini anımsadın. Hiçbir anlam veremedin hayvanlar yenmek için yaratılmıştır diye düşündün. Erkekliğin şanındandır ne de olsa diyordun. “Nasıl erkek olunur Hülya görsün istiyordun.”

Nişanlın geldi. Nikâh tarihi için müracaat etmeyi iki gün sonraya erteledin. Hülya hiç sevmiyordu avı. Yine de seninle geldi ormana. Birlikte nohutların otlarını ayıklayıp yoruldunuz. Ormana gitmeden tarlaya indiniz. İzin vermedi atları vurmaya. Daha önce kaç tane yabani at öldürüp kasaba sattığını hatırladın. Sustun... Hülya kasabı nerden bilsin, gülümsedin.

İki gün sonra Marmara Adası’nın, dik ve bol virajlı yollarından geçip nikah tarihi aldın. Emektar kamyonetinin tamirini, bir sonraki sefere erteledin. Bu mutlu gününde, Hülya ile şarkılar söyleyip gülüştün. Karşıdan gelen otomobilin acı fren sesiyle irkildin. Zaman durmuştu. Artık her şey için çok geçti. Frenlerin tutmuyordu, direksiyonu bariyerlerin olmadığı uçuruma çeviriverdin. Ah! Sen ne yapmıştın?

Emektar kamyonet, büyükçe bir çam ağacının dalına takıldı. Hülya nefes alıyordu. Aracın çamından içeriye koca bir yılana gözleri takıldı bu zehirli engerekti. Ağaç dallarını çıtırdatarak girdi camdan içeriye. Hülya’nın yüzü mermer kadar beyaz, kanı kılcal damarlardan yol bulmuş gidiyor. Hülya çığlık attı, engerek de korktu. Başını kaldırıp tıslamasıyla seni tam göğsünden soktu. Hülya’nın gözleri önünden geçerken çeyizleri, zehirli engerek bugüne kadar öldürdüğün hayvan sürülerini de senin önüne katarak gökyüzüne doğru uçuyordun.

Editör: Ümmügülsüm Hasyıldırım 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi