İnsan ne için yaşar ki? Huzur, mutluluk, sevgi, saygı, saygınlık, gurur, makam, mevki, şan, şöhret, itibar...
Ardı arkası kesilmeyen kriterler. Üç günlük dünyada, üç kuruşluk bir heves sanki. Ancak tüm bunlara sahip olmanın, gösterişten geçtiğini zannedecek kadar cehalete yenik düşmek, içler acısı.
Bakara Suresi 148. Ayet; "Hayırda yarışın" buyurur. Ancak biz hayırda yarışmayı, "gösterişte yarışma" olarak algılamışız. Her gün yapılan güya hayırlar, isim isim ilan edilerek göze göze sokuluyor yazık ki!
Bazen içim acıyor. Bakıyorum da herkes, kanun gibi her gün sırayla pişi ikramı yapıyor. Oysa gün boyu yapılan bir pişi ikramı, ortalama 10 bin ile 20 bin TL arası değişiyormuş. Ve bu gereksiz harcama, yüreğimi dağlıyor doğrusu. Onca kirasını ödeyemeyen, bakkal borcu olan, tekerlekli sandalye alamayan, protez kol veya bacak yaptıramayan, ameliyat parası temin edemeyen insanlar var. Parası olmadığı için düğün yapamayan gençler dersen, içler acısı durumda…
Memleketin yüzde yetmişinin şeker hastası olduğu bir toplumda, her gün şeker deposu pişi ikramını almıyor aklım. Yemekli mevlit veya pişi ikramı yapmak isteyenler, ihtiyaç sahiplerinin listesini belirleyip bütçesine göre bir kişinin yarasına merhem olsa; hem hayırda yarışmış olur, hem de ayetin hakkını vermiş olur bence.
Veya on, on beş hayır sahibi birleşip hastahaneye alınamayan bir cihazı alsalar ya da bir genci evlendirip yuvasını kursalar hayırda yarışmış olmazlar mı sizce de? Ayetin tam hakkını vermiş olmazlar mı?
Hani Mevlana Celaleddin-i Rumi;
"Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
Hoşgörülükte deniz gibi ol.
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol." diyor ya işte, Bakara Suresi’ndeki bu 148. ayeti okuduğumda, hep bu sözleri aklıma geliyor. Hayırda yarıştığımızı zannederken, gösterişte yarıştığımızın farkında bile değiliz. Kusur aramada kusursuzuz. Hoşgörü anlayışımız ise evlere şenlik. Hiddet ve asabiyette de zirveye ramak kalmışız. Şefkat duygumuz ise yürek mezarına çoktan girmiş. Ne olduğumuz gibi görünebildik, ne göründüğümüz gibi olabildik.
Yer yer içime dönüyorum. Yapılan hayırları düşünüyorum. Hesap yapıyorum. Hastanelerde cihaz eksikliğinden kaynaklanan maduriyetler geliyor aklıma. Oysa yapılan bu masraflarla kim bilir kaç kişinin hayatını kurtaracak cihazlar alınırdı.
İzlenimlerime göre yapılan ikramlara genel olarak aynı insanların gitmesi, gitmezsen ayıp olur düşüncesi de ayrı bir muamma. İhtiyacı olan garip de karşıdan bakıyor sessizce. Elini uzatmaya çekiniyor. Ve benim içimden bir şeyler kopuyor.
Eskiden cenaze evinde, üç gün yemek pişmezdi. Herkes evinde pişirip götürür ev sahibinin acısına ortak olurdu. Acısına hürmet edilirdi.
Bugünlerde, cenaze daha kaldırılmadan çay ocağı kuruluyor taziye evine. Kutlama yaparmış gibi. Yemekçiler tutulup ikramlar veriliyor. "Şükür kurtuldum!" Der gibi. Oysa dinimize göre taziye evinde yiyip içmek mekruhtur. Cenaze sahibine saygısızlıktır. Acısını hiçe saymaktır.
Olması gereken ise; vefattan bir müddet sonra, onun adına bir okula sıra yaptırmak gibi, bir hastaneye cihaz almak gibi, bir fakirin borç defterini ödemek gibi, ihtiyaç sahibi iki genci evlendirmek gibi hayırlar yapmaktır.
Gel gör ki, bütün ahali sıraya geçmiş, hayırda yarışırmış(!) gibi yemekli mevlüt, pişi ikramı vs. yapıyor. Ve bunu ilanlar eşliğinde kuralmış gibi üzerlerindeki yükü atmaya çalışılıyor. İç yangınıma benzin dökülüyor...