DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Hilmi Yavuz
Hilmi Yavuz
Giriş Tarihi : 13-06-2023 17:01

Canım Kardeşim Oruç Aruoba İçin

Hiç unutmadım,-müstesnâ bir anıdır: 1994 yazı olmalı. Bermutâd Yahşi’deyim, Zeferya’da, Yaşar’ın motelinde kalıyorum, Temmuz filân. Kırmızı ve üstü açık bir otomobille Oruç sökün etti. ‘Hadi gidiyoruz?’ ‘Nereye?’ ‘Oraya!’ ‘Orası nere, Oruç?’. Yanıt yok!

Ben, biteviye Mozart’ın Küchel sayısı 299’unu  dinliyorum;- bir tekinsiz dönem!  K299 iyi geliyor ve ben mütemadiyen, daha CV yok, kasetten dinliyorum K299’u!

Kırmızı, üstü açık otomobille ‘ora’ya gidiyoruz. K299 kaseti Oruç’a veriyorum. Hoparlörü açıyor: Ortakent’ten Yalıkavak yoluna sapıyoruz. Yeldeğirmenlerine doğru yükseliyor yol: Yokuş! Ve sonra iniş başlıyor. Sonrasını ‘Denemeler’ kitabımda şöyle yazdımdı:

‘Müziğin beni nasıl iyileştirdiğini görüyorsunuz’, diyordu Nietzsche Wagner Olayı’nda, ‘müzik Akdeniz kıyılarına kaydırılmalı!’ Bodrum’da o yazdan söz ediyorum.  Yalıkavak yollarında, onun o üstü açık kırmızı otomobiliyle giderken, yine dağlara karşı, arabanın kasetçalarına koyduğumuz, -ki Camus’yü çıldırtan Akdeniz kıyıları güneşinin denizdeki yerine ‘keyfince kurulduğu’ saatlerdi, K299’un bizi, Oruç’la ikimizi, nasıl  ‘iyileştirdiğini’, Oruç’a arabayı neredeyse dağlardan denize doğru sürme esrikliği verdiğini unutabilir miyim? Benim ‘Hazda Ölüm’ dediğim coşkuydu bu: ”İyi’nin ve Kötü’nün Ötesinde” olmaktı!’ 

‘Hazda Ölüm’! evet, Oruç Aruoba, hep bunu ‘hazda ölüm’ü yaşamak istedi. Onun için , pek emin değilim ama, Dionysos-olma’nın anlamı buydu! Bir felsefeci olarak Hume’u, Kant’ı, Wittgenstein’i, Apollon’ca bir akıl açıklığıyla okumuş, ama gönlünü Nietzsche’ye, onun Dionysos’una düşürmüştü! Platon’un ‘Symposion’unu bile , Dionysos’çu bir sofra şölenine çevirmek  için ‘Kazmalar’ toplantıları’nı icad eden oydu;-Oruç elbette!
‘Kazmalar grubu’:  Cem, Kadir, Sedat, Müfit!  Nevîzâde’deki sofralara, onlarla birlikte, doğallıkla o gruba beni de   ‘aslî üye’ kaydederek  dâvet eden Oruç’tu! ‘Kazmalar grubu’, ‘erkek’ bir gruptu ve bir Diotima’mız olmadı!

Oruç’un kadınlarla ilişkisi, bunu hüzünle söylüyorum, pederşâhî bir ilişkiydi’ ‘Pederşâhî’ ya da ‘Babaerkil’!  demem boşuna değil: Çünkü Oruç, evde anneden, sevgili Muazzez hanımefendi’den başka kadının olmadığı, babayla birlikte beş erkeğin, dört erkek kardeşin [Çelik, İskender, Oruç ve Fatih] yaşadığı bir aileden geliyordu. Babası subaydı ve evde Baba’nın Adı geçiyordu!

Eşi Zeyneb’ten ayrıldıktan sonra, tahmin edilebileceği gibi, hiç mutlu olmadı Oruç. [Birlikte yaşadığı birçok sevgilisi olduğunu biliyorum!] Sonuncusu, önce İzmir’de sonra da Gümüşlük’te birlikte yaşadıkları hanımefendi dışında! Onunla mutluydu Oruç…
Kadınların Oruç’a entelektüel kimliğinden dolayı gösterdikleri aşırı ilginin, benim onunla  şakacıktan takılarak dalga geçtiğim bir yanı da var: Bunu Oruç’a söylediğimde, gülüşüp çok eğlenmiştik! İtiraf etmeliyim: Biraz da, galiba onu kıskanarak, ‘Oruç, kadınlarda 

analık içgüdüsünü kışkırtıyorsun da ondan sana aşırı ilgi gösteriyorlar!’ dediğimde, ‘nasıl yani?’ diye sormuş; ben de ‘  ne bileyim, mesela, birlikte olduğun kadına, her halde, “ hayatım, bu musluk nasıl açılıyor?” türünden sorular soruyorsundur!’ diye yanıtlamıştım! Hiç unutur muyum: Nietzsche bıyıklarını oynatarak ve olanca ciddiyetiyle, “ne demek istiyorsun?” deyince ‘ “herhalde, Oruç bey’in zihni o kadar soyut ve kavramsal meselelerle meşgul ki,  musluk açma işini bilmiyor olması çok doğal! Senin kadınlar, ‘ musluk açıp kapamak türünden alelâde işleri yapmak da elbette bize düşer!’ diye düşünüyorlardır’”  demiştim. Çok eylendikti. Öyle anımsıyorum şimdi…

Wittgenstein’in Tractatus’unun Oruç’un yaptığı ilk çevirisi BFS yayınlarından çıktıktan sonra, Boğaziçi Üniversitesi’nde o yıllarda doçent olan Arda Denkel, ağır bir eleştiri yazısı yayımladı. Oruç da bu eleştiriye bir yanıt verdi;-verdi ama, bu yanıt, serinkanlı değil, tersine öfkeli bir yanıttı!

1983 olmalı: O gün Levent’te, Gorbon Işıl’ın kafeteryasında, her zamanki gibi öğle soframızı vegan salatalarla donatmışken, Oruç’a, ‘eğer izin verirsen Arda’ya bir yanıt da ben yazayım!’ demiştim. İtiraz etmedi, ben de yazdım [Bu eleştiriler-ki Arda’nın yanıtlarıyla bir hayli devam etti- benim ‘Felsefe Yazıları’mdadır!]. Arda’nın Oruç’un Tractatus’una, kaba deyişle, ‘takmasının’ nedeni sonradan anlaşıldı: Meğer Arda, askerlik arkadaşı Ali Kozbek’ten Tractatus’u çevirmesini istemiş. Kozbek’in çevirisi yayımlanınca da, Arda, maalesef çok egosantrik biriydi, bu çeviriyi öne çıkarmak için Oruç’un çevirisini karalamak istemiş!

Gorbon Işıl kafeterya’da yaşanmış günlerimizi, ikimizin de o yıllarda Gelişim Yayınları’nda çalışıyor olmamıza borçluyuz: Rahmetli Ercan Arıklı, Gelişim Yayınları’nı Levent’te, kendi binasına taşıdıktan sonra, ansiklopedilerin yanısıra ‘nokta, ‘Kadınca’ ve ‘Erkekçe’ 
dergilerini yayımlamaya başlamıştı. ‘Kadınca’yı  rahmetli Duygu Asena, ‘Erkekçe’yi de Hıncal Uluç yönetiyordu. Hıncal, 12  Eylül faşizminin  görevden aldığı için işsiz kalmış, Ankara’dan tanıdığı bazı akademisyenleri ‘Erkekçe’nin kadrosuna almıştı: SBF’de uzaklaştırılan ‘sıfırcı hoca’, sevgili Kurthan Fişek ve Hacettepe’den istifa ederek ayrılan Oruç Aruoba! [Çok ilginç olan, Oruç’un babasının Kenan Evren’in Harp Okulu’ndan en yakın sınıf arkadaşlarından biri, hattâ en samimisi, olmalıdır: Oruç için O, 12 Eylül öncesi’nin ‘Kenan Amca’sıdır! Fakat, burası önemli: Oruç, asla bu ‘amca’dan herhangi bir talepte bulunmaya tenezzül etmemiştir! Asla! Oruç, böyle biri değildi!

Hiç unutmadığın anılardan biri: Gorbon Işıl kafeterya’nın bir duvarındaki, geometrik biçimli seramik karoların,  nasıl bir düzene göre yerleştirilmiş olduklarını merak etmiştik: Belirli bir mantıksal sıralanma kriterine göre yerleştirildikleri anlaşılıyordu,-ama nasıl bir kriter, nasıl bir düzen? Oruç’la önümüzde kağıt, elimizde kalem, karoların düzenlenişine ilişkin mantıksal olasılıkları sürekli saptamaya çalışıyorduk.

Sonunda düzenlemedeki mantıksal kriterin ne olduğunu bulabildik mi? Anımsamıyorum şimdi.  Ama Oruç’a ‘yahu, bu çalışmamız böyle kalmasın. Bunları  bir metne dönüştürüp yayımlayalım ‘ demiştim. O da ikimizin ihmalleri yüzünden, maalesef olmadı!

Oruç Aruoba, konuşkan biri değildi;- hatta şaka yollu ‘Oruç, sen galiba konuşma özürlüsün!’ dediğim de olmuştur: Tipik bir örnek vereyim: TRT2’de bir şiir programı yapıyorum; şairleri konuk ediyor, onlarla şiirleri üzerine konuşmalar yapıyorum. 2002 y da 2003 olmalı. Oruç’u da , o sırada Japon şairi Başo’dan yaptığı Haiku çevirileri dolayısıyla programa konuk olarak almıştım.Başo ve hiku konuşacağız. Oruç felsefeci ya, ‘Oruç’ dedim, haiku’lar şiirde minimalizmin örnekleri, ama galiba, fenomenolojik bir okuma da yapılabilir: Yani şair, ilinekleri paranteze alıp. öz’ü vermeye mi çalışmış? Böyle okunabilir mi Haiku’lar?’  Oruç’tan yanıt yok! Bekliyorum, canlı yayın, süre geçiyor, sessizlik! Kaş göz işaretleriyle uyarmaya çalışıyorum; Nietzsche bıyıklarını oynatarak susmaya devam ediyor Soruyu  yineliyorum, yine yanıt yok!  programın yönetmeni de  öfkeli, bana ‘programı kapat!’ işareti veriyor; tam kapatacağım, Oruç’tan yanıt geliyor: ‘Yok!’ ‘Yok! Fenomenolojik indirgeme, parantez filân yok!’ Abartmıyorum, programı Oruç’un bu cümlesiyle kapattım. Bendeki  perişanlığı tahmin ediyorsunuzdur! 

Oruç, felsefeyi Blanchot’nun ‘’parole  de  fragment’ diye kavramlaştırdığı ‘parçalı yazı’yla yapmayı yeğlemiştir. Kitapları, bu tür felsefe yapmanın seçkin örnekleri olarak okunmalıdır. ‘Parçalı yazı’, evet, çünkü, Nietzsche’nin felsefe yapma tarzı da budur! Ve bu, sistemli, bütüncül felsefe yapma geleneğine karşı bir başkaldırıdır. 
Tuhaftır: Oruç, aslında akademik  doktora ve post-doktora çalışmalarını bu sistemli felsefe geleneğinin temsilcilerinden ikisinin , Hume’un ve  Kant’ın izini sürerek yapmış, ama kendi felsefesini bu geleneğe değil, bu geleneğe karşı çıkan bir tarzın, ’parçalı yazı’nın içinden üretmeyi tercih ermiştir… 

Bana sorarsanız, doğru olan da budur!

NELER SÖYLENDİ?
@
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA