Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Serhan Poyraz

10-11-2023 16:22

Advert

Yıl 1920’ydi…

“Türk köylüsünün ruhu, durgun ve derin bir su gibi. Acaba dibinde ne var? Yalçın bir kaya mı? Balçık yığını mı? Yumuşak bir kum tabakası mı? Sanırım, keşfetmek mümkün değil. 

Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak. Hadi bunların hepsini yapayım. Fakat onlar gibi nasıl düşünebilirim?” 

Anlayamıyordu ve inanamıyordu yaşadıklarına, gördüklerine…

Yürüyordu ve yürümeye devam etti. Saatlerce, günlerce, aylarca, hiç durmadan yürümek istediğini hissetti. Eskişehir'in Sivrihisar ilçesi yakınlarında bir yerlerdeydi. Yürümekte olduğu çorak toprak dalgalarının sonunun olmadığını düşündü. Birini aştıkça diğeri gelecekti sanki…

“Bu köyü arkamda bırakacağım üç dört saat sonra yine bunun gibi bir köy karşıma çıkacak. Oradan da yine kaçacağım… Yüreğim bir karanlık odada hapsedilmiş yaramaz bir çocuk gibi hopluyor.” diye mırıldandı kendi kendine… 

Durdu, etrafına baktı ve bu kez yüksek sesle haykırdı o çorak topraklara; “Türk aydını, bu ıssız ve garip dünya içinde en yalnız kişidir.”

Onun adı Ahmet Cemal’di… 

I. Dünya Savaşı’nda bir kolunu kaybetmişti ve savaştan sonra işgal altındaki İstanbul’a dönmek istememiş ve kimsesi de olmadığı için, emir eri Mehmet Ali’nin daveti üzerine onun köyünde yaşamaya başlamıştı. Ancak, köy halkı ile kendi yaşam tarzı, dünyayı anlama ve anlamlandırma biçimleri arasında büyük bir uçurum vardı. 

Çünkü…

Anadolu halkı yoksuldu; köylüler, yüzyıllar öncesinden kalma tekniklerle tarım yapmaktaydılar.

Anadolu halkı unutulmuştu; bakımsız kalmış köylerde, alabildiğine bozuk yolları kullanmakta ve ilkel şartlarda yaşamaktaydı. 

Anadolu halkı bitap haldeydi; uzun yıllardır sürmekte olan savaşlarda bir cepheden diğerine koştururken, gelen şehit haberleri veya yıllarca köylerine dönememenin yorgunluğuyla halk artık bir düzen aramakta ve her iddianın peşinden gitmemekteydi. Hatta öyle ki bazı köy halkları, aradıkları sosyal düzeni Yunan ordusunun getirmesine bile razıydı.

Hal böyle olunca, sefalet içinde yaşayan köylerin ve köylülerin olduğu Anadolu’nun önemli bir kısmı İtilaf Devletlerince işgal edilmişti. Kimi yerlerde Yunan askerleri, kimi yerlerde İtalyan ve Fransız askerleri vardı. 

“Peki ama bu işgalin gerçek sorumlusu kim?” diye sordu kendine Ahmet Cemal. Kendi insanı ile ilk defa gerçek anlamda yüz yüze gelme mecburiyeti, içindeki sarsıntıyı derinleştirmişti. Bir yerde bir hata vardı; insan, Türk olur da, nasıl Mustafa Kemal Paşa’dan yana olmaz!

Rahatsızdı vicdanı Ahmet Cemal’in… 

“Bu işgalin gerçek sorumlusu, halkı ile şimdiye kadar ilgilenmemiş olan Türk aydınıdır.” diye yazdı yanından hiç ayırmadığı not defterine…

Haklı mıydı Ahmet Cemal? Suçlu olan Türk aydını mıydı?

Bu soruların cevabını vermeden önce basit bir soru soralım kendimize; “Aydın kişi ne demektir?” diye.

Türk Dil Kurumu’na göre aydın kişi; “Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli kimse, münevver, entelektüel” demektir.

Zaten hepimiz de, bu soruyu ilk duyduğumuzda, sözlük anlamında belirtilen tanımlamaları yapıyoruz; ama gelin biraz daha derinlemesine düşünelim “aydın kişi” kavramı üzerinde…

Aydın etimolojik olarak, eski Türkçedeki “ay ışığı, ışık, nur” kelimelerinden evrilmiştir; ancak “aydın kişi”, on yedinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’da başlayan “Aydınlanma Dönemi” yıllarından gelen bir kavramdır. 

Bu dönemde, “akıl” mutlak yol gösterici kabul edilmiş ve bu durum Avrupa toplumlarının bilimsel ve teknolojik alanda gelişmesini sağlamıştı. Bu dönemde, düşünce ve ifade özgürlüğüne verilen önem, doğal olarak beraberinde eleştirel bakışı da getirdi ve aydın kişi; “Çok okuyan, kültürlü, her türlü dayatmacılığı ret eden, şüpheci, itiraz eden, tartışan, dönemsel, konjonktürel davranmayan, olaylara yerel gözle olduğu kadar evrensel pencereden de bakabilen kişi” olarak anlam kazandı. 

On yedinci yüzyıldan itibaren aydın kişilerin yarattığı düşünsel fırtına; bilim, siyaset, din, ekonomi, eğitim gibi Avrupa toplumlarının önemli alanlarında devletlerin değişiklik yapmasına yol açmış ve bu değişimler tüm dünyaya hızlı bir şekilde yayılmıştı. 

Doğal olarak Osmanlı İmparatorluğu da bu değişimlerden etkilendi ve Sultan II. Mahmut döneminde ilk kez idari reformlar yapıldı. Sonrasında da, Tanzimat Fermanı ve Meşrutiyet’in ilanıyla hemen her alanda Batılılaşma çabaları büyük bir hız kazandı.

Yalnız burada gözden kaçmaması gereken çok ama çok önemli bir nokta var. Batı toplumlarının “halktan devlete” şeklinde gerçekleştirdiği aydınlanma hareketi, Osmanlı İmparatorluğu’nda “devlet eliyle” ağırlıklı olarak siyasi ve idari anlamda gerçekleştiriliyordu. 

Örneğin, devlet teşkilatında önemli reformlar yapan Sultan II. Mahmut 1828 yılındaki nizamnamesiyle, bütün asker ve memurların fes giymesini zorunlu hale getirmişti. 

Bir başka örnek de, II. Meşrutiyet’i ordunun ilan etmesidir ki, İttihat ve Terakki’nin ilk on üyesinden sekizi askerdir. Bu, Osmanlı İmparatorluğu’nda aydının devletle ilişkisini çarpıcı bir şekilde gösterir; “devlete rağmen değil, devletle birlikte aydın” söz konusudur. Yani Osmanlılar, ulus devlete geçiş sürecini ve bu sürecin uzantısı olarak ortaya çıkacak olan kendi aydın prototipini; Anadolu’nun işgalinden çok önceleri idari gücünü genişleterek oluşturmaya başlamıştı. 

II. Meşrutiyet’ten sonra belirgin bir şekilde ortaya çıkan bu aydın profili, Osmanlı’nın üzerine titrediği Balkanlar’ın kaybedilişi ile birlikte “önce yakında olanı” ve sonunda da “elinde olanı” vatan olarak benimsemeye başladı. 

Örneğin, Yahya Kemal; “1918 baharında, ne vatan, ne devlet, hatta ne de millet kalmıştı. Rodos’un, İstanköy’ün ve diğer adalarımızın işgali bana Trablus’un işgalinden daha fazla tesir etmişti.” diyerek yaptığı tercih önceliği bakımından herkesi şaşırtmıştı. Gerçekten de, yetiştikleri mekanların yitimi dönem aydınları için büyük bir dram oldu. Bu aydınların neredeyse tamamı İstanbul’a gelmişti ama kiminin aklı Üsküp’te, Selanik’te, kimisinin de Kahire’de kalmıştı. 

Ama kısa bir süre sonra daha da kötüsü gerçekleşti; 1918 yılının Kasım ayında İstanbul da işgal edildi.

Yaşam alanlarından mahrum kalarak İstanbul’a gelmiş olan dönem aydınları buradaki özgürlüklerini yitirince, o zamana kadar fazla ilgilenmedikleri Anadolu’ya göç etmekten ve orada kurtuluş savaşını örgütlemekten başka seçenekleri kalmamıştı. 

Kurtuluş Savaşı’nın Türk aydınları deyince akla gelen ilk isimlerden biri de; 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu…

O, roman, öykü ve makaleleri ile Türk toplumunun Tanzimat’tan bu yana geçirdiği değişiklikleri anlatan, Türk edebiyatının en önemli yazarlarından biri olmasının yanısıra, Millî Mücadele yıllarında ve sonrasında etkin bir siyasal yaşam sürerek Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yakın arkadaşlarından biri olan, Anadolu Ajansı’nın ve Türk Dil Kurumu’nun kurucularından biri…

1889 yılında Kahire’de doğan Yakup Kadri, henüz küçük bir çocukken geldiği Manisa’da ilköğrenimini tamamladı ve ortaöğrenimi için İzmir’e geldi ancak babasının ölümü üzerine öğrenimini tamamlayamadan 1905 yılında Kahire’ye geri döndü. 

Mısır’da tanıştığı Jön Türkler’in etkisiyle politikaya ilgi duymaya başlayan Yakup Kadri, İskenderiye'deki bir Fransız okulunda ve İsviçre Lisesi’nde eğitim görerek iki yıl sonra ortaöğrenimini de tamamladı. Bu yıllarda öğrendiği Fransızca ile Flaubert, Guy de Maupassant, Alphonse Daudet gibi ünlü batılı yazarları okudu ve belki de bu yüzden, kendi yazdığı ilk romanlarında Fransız edebiyatının izleri görülür. 

Yakup Kadri, 1908 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi ve bugünkü adıyla İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydoldu ancak üçüncü sınıfta ayrıldı. 1909 yılında Fecr-i Ati topluluğuna katıldı. 

Henri Bergson ve Sigmund Freud’dan etkilenerek ruh tahlillerine geniş bir şekilde yer veren öyküler yazmaya başladı. 

Genç yaşta tüberküloza yakalanan Yakup Kadri, bu hastalıkla üç dört yıl mücadele ettikten sonra 1916 yılında tedavi için gittiği İsviçre’den, 1918 yılında Mondros Müterakesi’nin imzalandığı zamanlarda geri döndü. 

Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı’nda yaşananlar, Yakup Kadri’nin edebiyat anlayışını değiştirmesine neden oldu; sanatın "şahsi ve muhterem" olduğu düşüncesinden uzaklaşarak "'Toplum için sanat" anlayışına yöneldi. 

Yakup Kadri, 1918 yılından sonraki yazılarında Kurtuluş Savaşı’nı destekledi. Nitekim 1920 yılında, Millî Mücadeleyi izlemek için bazı arkadaşlarıyla birlikte Ankara'ya çağrıldı. Daha sonra, batı cephesini dolaştı ve gördüklerinden, yaşadıklarından ilk başlarda dehşete düştü. 

Yakup Kadri, Ahmet Cemal’di. 

Ahmet Cemal, aynı vatanı, dini ve dili paylaşmalarına rağmen o Anadolu köyünün marjinal yabancısıydı. Diğer bir ifade ile; Ahmet Cemal, köylünün gözünde bir “yaban” idi.  

Ahh Türk aydını… 

On dokuzuncu yüzyıl batı dünyası aydınlarının üstlendiği dünyayı değiştirmek, halkı aydınlatmak misyonuna, vatanı kurtarmayı da eklemlemek zorundaydı Türk aydını… Ama işi oldukça zordu. O dönem Türk aydının gözünde Anadolu köylüsü; hakimiyet ve kurtuluş imkanının kendi elinde olduğunu bir türlü görmeyen kitleydi. Çünkü, İstanbul’dan gelip aralarına karışmış bu kişilerin işgalciye karşı düşmanca tutumları sebebiyle durumun daha da zorlaşacağını düşünüyorlardı. Köylüler, neredeyse işgalden aydınları sorumlu tutacaklardı. 

“Öldüğümde bu köylüler, beni gömmezler, bir derenin içinde köpeklere, kargalara yemlik bırakırlar ve kemiklerimi tezek ateşinde yakarlar.” diye düşündü Ahmet Cemal…

Bu sancılı dönemde Ahmet Cemal, ruhunda çalkantılar yaşıyor ve bazen kaçıp kurtulmak kendini soyutlayıp her şeyi unutup yeniden başlamak istiyordu. Sonuçta mekansızdı ve zayıftı, henüz kendini anlatamamıştı. 

Ankara’ya doğru ilerledikleri dönemde de Ahmet Celal’in bulunduğu köye gelen, burada oldukça keyifli gözüken ve fazla sorun çıkarmadan giden Yunan ordusu, geri çekilirken köye geri döndüğünde, bozguna uğramış olmanın da verdiği öfkeyle, sadece eğlenmek için insanları öldürecek kadar ileri gitti ve bütün bir köyü yakıp yıktı. Savaşı kaybedecekleri anlaşıldıktan sonra Yunan ordusunun bu yaptıkları, Ahmet Cemal’in gerçekleşmesini istediği bilinci kendiliğinden oluşturdu. Sonunda hem aydınlar, hem de köylüler hep birlikte içinde bulundukları Türk toplumunu yok olmaktan kurtardılar.

Yakup Kadri, batı cephesi seyahatinden milli duyguları daha da güçlenmiş olarak İstanbul’a döndü.

1923 yılında, TBMM’de Mardin milletvekili olarak görev aldı. 1925 yılında Anadolu Ajansı şirkete dönüştürüldüğünde, ilk Yönetim Kurulunda yer aldı. 1932 yılında kurulan Türk Dil Kurumu’nun kurucularından biri olarak Türkçe için çalıştı.

1932 yılında Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin ile birlikte “Kadro” dergisinin kurucuları arasında yer aldı. O yıl, Kurtuluş Savaşı gözlemlerinden yararlanarak yazdığı “Yaban” adlı romanı Kadro dergisinde tefrika etti ve bu roman büyük yankılar uyandırdı.

Romanın yazıldığı dönem ile anlattığı dönem arasında yaklaşık on iki yıl olduğunu düşünürsek, Cumhuriyet aydınının geride kalan on iki yıl içinde, vatanı kurtarmanın yanında yeni görevler de yüklendiğini anlamak çok zor değil. Artık vatan kurtarılmıştır ve şimdi, devrim hareketinin Anadolu köylüsüne doğru yayılma çabası da aydının görevleri arasındadır. 

O Anadolu köyünde geçirdiği son anları unutamıyordu Ahmet Cemal. Yenildiğini anlayan Yunan ordusu, öfkeyle köydeki insanlara eziyet etmeye, köyü yakıp yıkmaya başlamıştı. Kaosun içinden zorlukla kurtulan Ahmet Celal ve sevdalı olduğu köylü kızı Emine, birlikte kaçmaya çalışmışlardı, fakat iki kurşun onların kaçışını durdurmuştu: Sol kalçasından vurulan Emine, yürüyemeyecek hale gelmişti. Bir kurşunun vücudunu sıyırmasıyla yaralanan ve yere düşen Ahmet Celal’in gözü, az ilerisinde toprağa saplanmış Amerikan malı teneke kutuya ilişince bir anda kendisini o kutunun benzeri gibi hissetmişti. Sonrasında ayağa kalkarak köyde kaldığı sürece hissettiklerini, düşündüklerini yazdığı not defterini Emine’ye bırakıp tek başına yürümeye başlamıştı.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, o dönemki Türk aydınının tıpkı Ahmet Cemal gibi çolak olduğunun farkındaydı ve bu yüzden Kurtuluş Savaşını izlemek üzere bazı aydınları Ankara’ya çağırmış, sonrasında da cephelere yollamıştı. 

Atatürk’e göre milletin efendisi olan köylü, savaş sonrasında efendi seviyesine getirilinceye kadar çalışılmalıydı. Bu sağlandığı zaman ülkenin de yükseleceğini biliyordu. Öte yandan, Türk aydını ve devrimler de bu şekilde gerçek anlamını bulacaktı.

Eski Latin şairi Horatius, kendi eserlerinin birine şöyle hitap eder; “Haydi, git; halkın içine karış; artık sen, benim malım değilsin!” 

Türk’e ait olan ve aydınlık bir gelecek için her Türk’ün okuması gereken Yaban da, böyle bir milli mücadele romanı… 

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın dostlarından biri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun aydın kaleminden…

***

Yazıyı sesli dinlemek için görsele tıklayın...

 

DİĞER YAZILARI Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad 01-01-1970 03:00 Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy 01-01-1970 03:00 Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy 01-01-1970 03:00 Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın 01-01-1970 03:00 Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter 01-01-1970 03:00 Hayaletler / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Hedda Gabler / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald 01-01-1970 03:00 Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe 01-01-1970 03:00 Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova 01-01-1970 03:00 Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres 01-01-1970 03:00 Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi 01-01-1970 03:00 Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi 01-01-1970 03:00 Hayvan Mezarlığı / Stephen King 01-01-1970 03:00 Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Graziella / Alphonse de Lamartine 01-01-1970 03:00 Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa 01-01-1970 03:00 Othello / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 01-01-1970 03:00 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım 01-01-1970 03:00 Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl 01-01-1970 03:00 Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit 01-01-1970 03:00 Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu 01-01-1970 03:00 Ketum / Ümit Polat 01-01-1970 03:00 Macbeth / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan 01-01-1970 03:00 Oyalı Kase / Ayfer Güney 01-01-1970 03:00 Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan 01-01-1970 03:00 Roma’nın Batısı / John Fante 01-01-1970 03:00 Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles 01-01-1970 03:00 Hamlet / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün 01-01-1970 03:00 Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Kral Oidipus / Sophokles 01-01-1970 03:00 Kürklü Kişi / May Sarton 01-01-1970 03:00 Leyla ile Mecnun / Fuzuli 01-01-1970 03:00 Paul Verlaine / Stefan Zweig 01-01-1970 03:00 Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness 01-01-1970 03:00 Gılgamış Destanı 01-01-1970 03:00 Toza Sor / John Fante 01-01-1970 03:00 Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski 01-01-1970 03:00 Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie 01-01-1970 03:00 Geronimo 01-01-1970 03:00 Romeo ve Juliet / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Sonsuzluğun Sesleri 01-01-1970 03:00 Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes 01-01-1970 03:00 Selvi Boylum Al Yazmalım 01-01-1970 03:00 Elveda Saraybosna 01-01-1970 03:00 Amin Maalouf’un “Semerkant”ı 01-01-1970 03:00 Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Ivo Andriç / Drina Köprüsü 01-01-1970 03:00