DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Esedullah Oğuz
Esedullah Oğuz
Giriş Tarihi : 05-10-2022 02:21

Türk Olmak...

Türkler, dünyanın kaderine yön veren yeryüzündeki büyük uluslardan biridir. Asırlarca Asya, Ortadoğu, Afrika ve Avrupa’nın kaderine yön vermişlerdir.

Ancak bu, onların üstün bir ırk olduğu  anlamına gelmez. Aksine, bir zamanlar ne kadar başarılı olsalar da son 200 yılda bilimsel ve teknolojik rekabete ayak uyduramayıp geri kalan ve giderek  küçülen orta sınıf bir ülke ve ulus haline gelmiştir. 

Dünyayı bir sınıfa benzetirsek, gelişmiş Batı ülkeleri sınıfın en çalışkanları, Afganistan, Etyopya, Bangladeş gibi ülkeler de en tembelleridir. Türkiye, Hindistan, Arjantin ve Meksika gibi ülkeler de sınıfın vasat öğrencileridir. Diğer bir deyişle Türkiye, ne en öndeki çalışkanlar kadar iyi, ne de en arkadaki tembeller kadar kötüdür. 

Dünyada Türkler gibi geçmişte çok başarılı olup son birkaç yüzyılda geri kalan bir sürü ulus ve devlet vardır. İranlılar, Hintliler, Mısırlılar ve Yunanlılar, bunlardan bazılarıdır. Bir de eskiden çok başarılı ve büyük olup sonradan geri kalan ama birkaç yılda tekrar toparlanıp ayağa kalkan milletler vardır;

Çinliler ve Japonlar bunların başında gelir. 
Son bin yıldır Ortadoğu, Güney Asya ve Doğu Avrupa’nın kaderine yön verenler Türkler olmuştur. Şöyle bir göz önüne getirin:  Yıl 1500 civarı. İslam dünyasında üç büyük imparatorluk vardır. En doğuda Babür, ortada Safevi ve batıda ise Osmanlı imparatorluğu. Kuzeydoğuda da yeni yeni filiz veren Özbek Şeybani devleti. İslam dünyasının tamamına yakını (yaklaşık %90’ı) bu 3+1 imparatorluğun yönetimi ve hakimiyeti altındadır. Ve İslam dünyası çöküşten önceki en zirve dönemini yaşamaktadır. 

Dikkatinizi çekerim bu dört devlette de saray dili Türkçedir, yöneticiler Türk asıllıdır. Osmanlıda resmi dil Türkçe, Safevilerde Farsça, Şeybani devletinde Özbekçe, Babür devletinde Çağatayca, Farsça ve Hintçe’dir ki bir süre sonra üç dilin karışımından bugünkü Urduca doğacaktır. Bu dört ülkede siyasete Türkler hakim olsa da kültür hayatı esas olarak Fars ve Arap etkisi altındadır. 

Bu yüzdendir ki bugün bizim saydığımız ve sandığımız Leyla ile Mecnun, Zaloğlu Rüstem, Şirin ile Ferhat ve Yusuf ile Züleyha, Alibaba ve Kırk Haramiler, Binbir Gece Masalları ve Alaaddin gibi bir sürü masal ve destan, Fars ve Arap kökenlidir. İbni Sina, El Biruni, Ömer Hayyam, İmam Gazali, İbn Haldun, Sadi Şirazi, Hafız gibi dönemin önde gelen şairleri ve filozofları ve bilimadamları  da ya Fars ya da Arap kökenlidir. 

Bizim destanlarımızsa toplasan bir elin parmaklarını geçmez : Dede Korkut, Deli Dumrul, Manas ve Köroğlu gibi. Veya Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Ali Şir-i Nevai gibi. Bizim destanlarımız ve şairlerimizin etkisi sadece Türk coğrafyasıyla sınırlıyken Arap ve Fars destanları ve şairleri İslam coğrafyasının tamamını, hatta Batı’yı da etkilemiştir. Cihanşümül tek şairimiz, Mevlana’dır ki onun da kökü tartışmalıdır. Belh’de doğup büyüyen Mevlana,  İranlılara ve Afganlara göre Fars kökenlidir ve İran’ın yedi büyük şairinden biridir, Türklere göre de Konya’da yaşayıp eserler veren ve orada hayata veda eden bu büyük mutasavvuf, özbe-öz Türk’tür. Hemen belirtelim; Mevlana Farsların iddialarını destekler nitelikte şiirlerini Farsça yazmıştır. 

Bunun anlamı şu: Türkler yönetimde ne kadar güçlü ve başarılı olsa ve Araplarla İranlıları bin yıl kadar yönetmiş olsa da, kültürel alanda o kadar geri ve zayıf kalmıştır. O yüzdendir ki, bugün Türkçedeki kelimelerin yaklaşık yarısı  -son 70 yıldaki Türkçeleştirme çabalarına rağmen- Arapça veya Farsça kökenlidir.  “Şey, kelime, sebep, hayat, dikkat, destan, kadar, hakimiyet” vs gibi.

Selçukluların İran’ı fethettikten sonra devlet yönetimini İran’ın büyük devlet adamı Nizamülmülk’e teslim etmesi, bu kültür eksikliğinin bir sonucudur. Göçebe bir toplum olan Selçuklular, İran’ı fethettikten sonra kendi göçebe idare tarzlarının koca bir imparatorluğu yönetmeye yetmeyeceğini anladıkları anda İran’ın devlet sistemini aynen benimseyip, başına da dönemin en akil devlet adamı Nizamülmülk’ü getirmiştir.

Böylece, sarayda Türk(men)ce konuşulsa da devletin yönetim dili Farsça olmuştur. İranlılar sonradan,  Selçukluları Etrak-i bi-İdrak (Anlayışsız, anlama kabiliyetinden yoksun Türkler) diyerek küçümsemişlerdir. Oysa, kendisininkinden daha üstün ve gelişmiş bir sistemi aynen alıp benimseyip, bunu kendi yararı için kullanmak, ince zeka ve özgüvenin bir göstergesidir. 

İranlıların bi-idrak diye burun kıvırdığı aynı Selçuklular, bugünkü Türkmenistan’dan yüzlerce Türkmen aşiretini İran, Irak ve Suriye’ye taşıyarak yerleştirmiş, böylece bölgenin Türkleşmesini sağlamıştır. Selçukluların bir sonraki hedefi de Bizans diyarı Anadolu’dur ve bugün Anadolu ağzına kadar Türk kaynıyorsa bu,  Selçukluların eseridir.

Selçuklulardan bayrağı devralan Osmanlılar hem üç kıtaya yayılan fetihleri ve toprak kazanımları hem de imparatorluğun gücü ve ömrü konusunda daha başarılı olsa da yeni toprakları Türkleştirme meselesini ihmal etmiştir. O yüzdendir, imparatorluğun başkentine 100-120 km mesafedeki topraklar bile ilk fırsatta anavatandan kopup gitmiştir. Oysa yapılması gereken, Istanbul’un batısındaki toprakların en az 500-600 km’ye kadar Türkleştirilmesiydi. Bu olsaydı, ya o topraklar hâlâ bizim olacaktı, ya da en azından batımızda bize komşu bir iki Türk devleti olacaktı. 

Günümüze dönersek, bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşadığı halde gönlü ve aklı başka yerde olan milyonlarca insan olduğu gibi, Orta Asya’nın bozkırlarında ve Afganistan’ın çorak vadilerinde yaşadığı halde ayyıldızlı bayrağı görünce gönlü coşkuyla dolan milyonlar vardır. Türk olmak, belirli coğrafi sınırlar içerisinde geçerli ve oraya özgü bir şey değildir, aksine bir duygu, bir gönül meselesidir. 

30 yılı aşkın bir zamandır Almanya’da yaşıyorum ve yılda 2-3 defa aile ziyareti veya tatil için Türkiye’ye gelirim ve uçaktan inip, daha doğrusu uçak pistte ilerlerken küçücük pencereden gözüm ayyıldızlı bayrağa ilişince içimde çocukça bir coşku hissederim. Yaşadığım ülkede hiçbir sıkıntım olmadığı halde yine de ayyıldızı bayrağı görünce kendimi daha bir güvende hissederim. Bu, insanın kendi evine, doğup büyüdüğü babaevine geri dönmesi gibi bir şeydir. Otel ne kadar lüks olsa da insanın kendi evi gibisi yoktur. Bir millete ait olmak veya kendini ait hissetmek de, işte böyle bir duygudur. 

Korkma, sönmez… diye başlayan o muhteşem marş birçok kimse için bir şey ifade etmeyebilir. Ama benim gözümde, ne zaman bu marşı duysam, bambaşka bir manzara canlanır.  Yakılıp yıkılmış bir ülke, barut kokan köyler, sakat kalan insanlar. Düşman dört bir yandan ülkeyi sarmış ve insanlar şaşkın, çaresiz ve umutsuzca etrafa bakınırlar. Tam o sırada bir ses yükselir: “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak / Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.”

Savaş yorgunu, umutsuz ve çaresiz insanlar, mezarlarından dirilen ölüler gibi yeniden ayağa kalkar ve o mavi gözlü  kahramanın  önderliğinde harekete geçerler. Sonrasını anlatmaya gerek yok, zaten biliyorsunuz. 

Kökünüz, kökeniniz, diliniz,  ten renginiz ve inancınız ne olursa olsun, İstiklâl marşını duyduğunuzda yukarıdaki manzara gözlerinizde canlanıyorsa, yüreğiniz coşkuyla doluyor ve boğazınız  düğümleniyorsa, heyecandan tüyleriniz diken diken oluyorsa, bizdensiniz. Değilse, güle güle.

NELER SÖYLENDİ?
@
Ali İhsan Çiçek 2 yıl önce
Türkçe' den yeni diller çıkarma, Türk Milletinden yeni milletler yaratmadır... Yazarın kötü niyetli olmadığını inanıyorum ama bu çok büyük bir yanlıştır.
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA