DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Ufuk Batum
Ufuk Batum
Giriş Tarihi : 10-11-2023 18:48

Yarılma

Toplumların, farklılıkları çeşitlilik olarak görmesi ve bundan beslenmesi olumlu sonuçlar doğurabilir. Bu durumu anlatan iyi bir örnek ABD olabilir. Özellikle de 1945-2001 yılları arasında hızlı büyüyen, toprağında savaş görmeyen, dünyaya sadece mal ve hizmet değil tüketim trendleri de ihraç eden, yarattığı “American Dream” ile insanların imrendiği rol modeli olarak konumlanan ABD. Sonrası malum; Huntington’a sipariş edilen “Medeniyetler Çatışması” tezine bağlı olarak kendisine İslam’ı ve genel anlamda Doğu’yu, son 7-8 yıldır da Çin’i düşman belleyen hastalıklı zihniyet artık hem kendi toplumunda hem de dünyada hemen her yerde yarılma ve kırılma kültürünü besliyor.

Arkasındaki gerçek gücün kim olduğuna dair zihinlerin karışık olduğu 11 Eylül 2001 tarihli Dünya Ticaret Merkezi olarak bilinen ikiz kulelere yapılan terör saldırısı bir dönemi kapattı, yeni bir dönemi başlattı. Huzur, tolerans ve istikrar çağı bitti, ne yazık ki tahammülsüzlük, belirsizlik ve kaos çağı başladı. Dünün toleranslı ABD’si eskiden hem üniversitelerine hem de şirketlerine Hindistan, Çin, Türkiye, Rusya, Meksika gibi kaynak ülkelerden en iyi araştırmacı, mühendis ve yöneticileri çekerdi. Hatta Silikon Vadisi’nden çıkan ve her birinin piyasa değeri yüzlerce milyar dolara erişen teknoloji devlerinin CEO’larının çoğunluğunun Hint asıllı olması da bir tesadüf değildi.

ABD’den Japonya’ya kadar

ABD’de bugüne kadar siyahlar atletizmi, Hintliler muhasebeyi, Çinliler yazılım ve Ar-Ge’yi, İtalyan’lar lokantacılığı, Meksikalılar ve Kolombiyalılar kurdukları kartelleri, Museviler de entelektüel sermaye yoğun işleri gayet iyi kotardı. Ancak ABD bugün Trump-Biden, beyaz-siyah, fakir-zengin, küreselci-ulusalcı çatışmalarının çok derin yaşandığı bir ülke konumunda. Hatta başta Teksas olmak üzere bazı eyaletlerin birleşik devletler statüsünden ayrılarak bağımsızlığını kazanacağını iddia edenler bile var. Bu geniş çatışma alanlarının dünyaya yansıyan en belirgin olayı; 6 Ocak 2021 tarihinde dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın destekçilerinin 2020 ABD başkanlık seçim sonuçlarını protesto etmek ve başkan seçilen Joe Biden’ın zaferini reddetmek için Washington DC’de toplanması, hatta sonrasında kongreyi basmasıydı.

Birçok ülkede benzer tartışmalar ve savrulmalar yaşanıyor. Birileri ama içeriden ama dışarıdan bu konuları kaşımaya devam ederken birçoğunda ortaya çıkan yarılmaların getirdiği zararlar görülmeye başlandı bile. Arap Baharı da, Rusya-Ukrayna Savaşı da, bugün Sahraaltı Afrika’da ECOWAS ülkelerinde baş gösteren gelişmeler de dünyanın bu yeni çatışmacı ve ayrımcı kültüründen bağımsız değil. Çin; Tayvan konusunu, Doğu Türkistan’daki baskıcı rejimini, Hindistan ile sınır anlaşmazlıklarını göreceli olarak alçak profille götürmeye çalışsa da yakın dönemde buralarda yeni çatışmalar söz konusu olabilir. Bu konuda en rahat ülkelerden biri belki de Japonya. Çok köklü tarihi ve geleneği olsa da önemli düzeyde yeknesaklık barındırıyor. Ada olmasından ve kendine has bir kültürü korumasından mütevellit etnik yapının oldukça homojen olduğu söylenebilir. Farklı kültürler arası geçişler son derece sınırlıdır.

Biz kendimize bakalım

Dünyadan çok farklı örnekler verilebilir. Örneğin Rusya bir günün içerisindeki 24 saat diliminin 11’ini tek ülke olarak yaşıyor. Düşünsenize doğu tarafı uykuya daldığında ülkenin batı tarafı güne başlıyor. Farklı ırkları, dinleri, mezhepleri, dil ve lehçeleri barındırmasına karşın şimdilik federasyon yapısı içerisinde durumu kotarmışa benziyor. Tabii şimdilik.

Çok eski konulara girip kaybolmayalım ama Türk devletlerinin de kendine has bir yapısı olagelmiş. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun hakim olduğu geniş coğrafyada uyguladığı yönetişim modeli (dirlik hali) zaten “Vatikan’ın külahındansa, Osmanlı’nın sarığı” ifadesiyle başarısını tescil etmiştir. Ancak gel gör ki İstanbul’un fethine giden süreçte Bizans’tan parça parça Avrupa’ya kaçan bilim ve entelektüel sermaye, ardından Avrupa’da yaşanan Rönesans’ın yeni kıtanın keşfine olanak vermesi bir süreliğine de olsa İstanbul’un ve İpek Yolu’nun önemini yitirmesine yol açmıştır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e

Osmanlı’nın inişe geçmesinde birçok sebep gösterilebilir. Doğal sınırlarına erişmiş olması, döneminin teknoloji ve fennini takip etmekte zorlanması, dünyanın ağırlık merkezinin Atlantik Okyanusu’na kayması, açık denizlere çıkacak bir denizcilik kültürüne sahip olunmaması, vb. sebepler söylenebilir. Zaten bundandır ki Osmanlı son yüzyılını, İlber Ortaylı’nın “Osmanlı’nın en uzun yüzyılı” dediği 19’uncu yüzyılı Avrupa’yı yakalama sevdasıyla geçirmiştir. Ancak bu arayışı isteyen de, istemeyen de çoktur. Hatta ilerleyen yıllarda Sultan Abdülhamit’i deviren Jön Türkler ve sonradan İttihat Terakkicilerin siyasi çekişmeleri de millilik-batıcılık ekseninde cereyan etmiştir. Genç cumhuriyetin “muasır medeniyet” arayışı da aslında malum tartışmaların, kırılmaların devamı niteliğindedir.

Öyleyse bugün en azından 200 yıllık köklü ve henüz tam olarak çözümlenip küllenmemiş bir problemin yansımalarını yaşıyoruz. Türkiye ayrıca çoğu dış güçlerin kaşıdığı Alevi-Sünni, sağ-sol, laik-antilaik, Türk-Kürt gibi yapay çatışmaların içine de çekildi. Yani tarihten gelen doğal ve sosyolojik çatışmalar özellikle planlı ve kötü niyetli çatışma alanlarıyla tahkim edilince; işte şimdiki durum olan öfke patlamalarının zirveye çıktığı, tahammül sınırlarının düştüğü, kendinden olmayandan ölesiye nefret edildiği bir hale de gelinmiş oldu.

İncir çekirdeğini dolduramamak

Yakın tarihimizde yüzlerce olayda kırılmalar, yarılmalar yaşayan bir toplumuz. Neredeyse her 10 yılda bir tekrarlanan darbelerde bile farklı düşündük: “Gerekliydi, iyi oldu!” diyerek darbeleri aklayanlarımız oldu. Başörtüsü konusunda da gerdikçe gerdik, yasakladık kadınlarımızı, genç kızlarımızı. O kadar ki ikna odalarıyla başlarını açmaya çalışmayı hayırlı bir yol, yöntem olarak kendimize hak gördük. Milli eğitimin müfredatından başkanlık sistemine geçmeye, savunma sanayi şirketlerimizi desteklemekten ülkemize gelen yabancıların uyruklarına, sokak hayvanları konusunda bir düzenlemenin sağlanmasından 15 Temmuz’un planlı olup olmadığına kadar her konuda gerilimliyiz, kavgalıyız, küsüz.

Gelin şöyle çok yakın döneme bir bakalım. Örneğin 6 Şubat 2023 tarihinde yaşanan “çifte deprem” başta hepimizi üzmüşken, sanki sonra siyasi eğilimlerine bağlı olarak “yaptığım yardımlar sana haram olsun” gibi çirkin tartışmalar hepimizi pek üzmüştü. Zaten 14 Mayıs tarihinde yapılması planlanan cumhurbaşkanlığı seçimlerine de kutuplaşmayla gidilmişti. Partiler arasında, ittifaklar arasında, hatta Millet İttifakı’ndaki 6 parti arasında, milletvekili adayları arasında, sosyal medya hesapları ve troller arasında, seçimi kaybeden CHP’liler arasında -çoğu zaman gereksiz detaylarla ilgili olarak- büyük kapışmalar, zıtlaşmalar, tehditkar mesajlaşmalar yaşandı. Herkesin gözü önünde, adeta “bu şeffaf(!) çağda” yaşanan bu garip hal doğal olarak toplumun da ruhunu zehirledi, zehirlemeye de devam ediyor.

Voleybolda da olmaz ki!

Türkiye özellikle son 20 yılda farklı alanlara yaptığı yatırımın bir benzerini, hatta daha fazlasını spora yaptı. Hemen her şehrimize, üniversitelerimize, kulüplerimize yeni finansal imkanlar sağlandı. Tesisler yenilendi ve sayıları arttırıldı. Bu birçok bölgede ve çeşitli spor dallarında söz konusu oldu. Okçulukta alınan madalyalar tesadüf olabilir mi? Atletizmde, halterde, judoda, güreşte, basketbolda, jimnastikte, voleybolda ve diğer birçok branşta elde edilen başarılar, kazanılan madalyalar ve ödüller tesadüf olabilir mi?

Daha önce yaklaşık 67 bin olarak bilinen lisanslı kadın sporcu sayısının Erdoğan döneminde yapılan yatırımlarla ve rol modellerinin sunulmasıyla 2 milyonu aştığı biliniyor. Yani her seçim dönemine yine “Türkiye İran mı olacak, Malezya mı?” sorusuyla girerken, şeriatın gelmesi beklenirken lisanslı kadın sporcu sayımızın 32 katına çıkması tesadüf mü? Yoksa önemli ve planlı bir yatırımın getirdiği büyük bir umut mu?

Filenin Sultanları yıllar boyunca başa oynadı, iyileşti gelişti, adım adım yükseldi. Son üç ayda dünyanın en önemli iki turnuvasında harikulade oynayarak hem dünya şampiyonu, hem de namağlup sıfatıyla Avrupa şampiyonu oldu. Ancak ne olduysa oldu, biz yine toplum olarak bölündük, kem küm etmeye başladık, gözünün üzerinde kaşın var dedik, şöyle gönül rahatlığıyla hep beraber sevinip, kutlayıp, dertsiz tasasız bir keyif yaşayamadık. Yazık oldu doğrusu.

Balkon konuşması

Gerginleşmeyle geçen seçim dönemlerinden sonra sandıktan çıkan, girdiği her seçimi kazanan Erdoğan’ın meşhur balkon konuşmaları olurdu. Orada kendisine oy vermiş vermemiş, hatta sadece Türkiye’de yaşayan ve oy kullananlarla sınırlı kalmadan, Türkiye’nin geniş gönül coğrafyasına seslenen Erdoğan bu konuşmalarla takdir edilirdi. Erdoğan, Filenin Sultanları’nın Sırbistan’ı yenerek şampiyon olmaları sonrası yaşanan tartışmalarla ilgili bakalım ne demiş:

“Otobüslerde, metrolarda, mağazalarda, yolda insanlarımızı taciz etme noktasına varan küstahlıklarla daha çok karşılaşmaya başladık. Kültür-sanat, spor gibi hepimizin müşterek değerlerimiz, sevinçlerimiz, gururlarımız etrafında birleştirmesi gereken alanları ne yazık ki bozgunculuk aracı haline getirmeye kalkanlar olduğunu görüyoruz. Bu ülkeyi bir avuç azınlığın malı, bu milleti de aynı azınlığın kölesi olarak gören müstekbirlerin devri çoktan kapanmıştır.”

Erdoğan beklenen son balkon konuşmasını bence böylelikle yapmış oluyor… Başarılarımızda gelin gururlanalım, sevinelim, kucaklaşalım…

NELER SÖYLENDİ?
@
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA