DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Ufuk Batum
Ufuk Batum
Giriş Tarihi : 14-08-2022 02:16

İnsan Denen Mahlukat

Hisse senedi, borsa, müşteri segmentasyonu, iş modellemesi, türev piyasaları, bayilik sistemi, CRM, Kaizen, toplam kalite yönetimi, fikri ve sanayi mülkiyet hakları, ölçek ekonomisi, kırmızı okyanus, ciro, patentler, piyasa değeri, hammadde, ERP, iştirak, regülasyon, iş hukuku, dağıtım kanalı, ekosistem, ürün geliştirme, gelir akışı, EBİTDA, lojistik, Ar-Ge, inovasyon, katma değer, denetim, vergi, KPI, satış hedefleri, prim, halkla ilişkiler, paydaş yönetimi, karlılık, iş planı, proje yönetimi, tedarik zinciri, departman, iş geliştirme, müşteri memnuniyeti, portföy yönetimi, vaka analizi, MBA, risk yönetimi, tahakkuk, müşteri ziyareti, CEO, pazarlama, dijitalleşme, sanayi 4.0, nakit akışı, iş akdi, maliyet yapısı, işsizlik sigortası, aile geçim indirimi, teşvik, sigorta, hasarsızlık indirimi, benchmark, diversification, hacim indirimi, sözleşme, arbitraj, hedge etmek, doğum izni, partnerlik, adi ortaklık, stopaj, limited şirket, JV, konsolidasyon, M&A, çıkış senaryosu, yatırım planı, OPEX, CAPEX, indirgenmiş değer, ROI, rekabet! Vay anam vay; nasıl da zengin bir kavramlar dünyası!

Anladınız siz onu!

İşine gelince insan denen mahlukat ne kadar da yaratıcı olabiliyor, değil mi? İsimler, kavramlar bulma, altyapılar, sistemler kurma noktasında çok da maharetli maşallah. Ama unutmayınız ki bu işlerin önemli bir kısmı Anglo Sakson marifetidir, hani Max Weber’in ortaya attığı o “Protestan Ahlağı” var ya, hemen her şey onun başının altından çıkmaktadır. Ne yapalım; dünya böyle dönüyor! Önce fikir aranıyor, bulunuyor, sonra sermaye ve hammadde ile buluşturuluyor, insanın bütün yaratıcılığı kullanılıyor ve sonra üretiliyor, pazarlanıyor, satılıyor. Hem de defalarca, aynı döngü tekrarlanıyor, sonra iyileştiriliyor, geliştiriliyor yine aynı döngü tekrarlanıyor. Hemen her aşamada insan var.

İnsan dedik; insanın yaratıcılığı dedik. Tam olarak nereye oturtacağız insanı? İnsan bir kaynak mı? Cevher mi? Yoksa bir girdi, bir hammadde mi? Sermaye mi? Bu işi nereye kadar götürmeliyiz, nereden başlatmalıyız? Nereyi referans almalıyız? 1’inci Sanayi Devrimine kadar gidebiliriz ama gelin açık açık söylemekten korkmayalım: “Gerçek tarih, doğru referans 1609’dur!” Bu tarih bir mihenk taşıdır; son dört asrın problemlerinin, çatışmalarının, hukuksuzluğunun kaynağıdır. Bu tarih; Avrupalı çapulcu sömürgecilerin Kızılderilileri katlederek el koydukları o geniş topraklarda kurdukları plantasyonlarda adeta karın tokluğuna çalıştırdıkları, taciz ve tecavüz ettikleri, insan yerine koymadığı Afrikalı köleleri toplu ve sistemli olarak Amerika Kıtası’na getirmeye başladıkları ilk tarihtir. Yani bilelim ki kölelik neredeyse insanlık tarihiyle at başı gitse de, bu işin en acımasız ve vicdansız ama sermaye açısından sistemli ve profesyonelce(!) yapılmaya başlandığı tarih işte 1609’dur. Kısacası sistematik ayrımcılık ve kölelikte Batı’nın eline kimse su dökemez.

Çocukluğumuzda duymuşluğumuz vardır; kamuda veya özel sektörde kurum içinde pek de popüler olmayan, statik ve hatta sıkıcı bir “Personel Müdürlüğü” bulunmaktadır. Ücret, tahakkuk, gelir vergisi, SGK gibi gayet olağan iş süreçlerinin dışına çıkmazlar, temel ve çoğu zaman yasal yükümlülüklerle sınırlı kalırlardı. Tabii daha önceki “açıktan ödeme, elden ödeme” dönemine, yani kayıtdışı dönemine hiç girmiyorum bile. Çünkü geçmiş maşallah Gayya Kuyusu gibi; git gidebildiğin kadar: Karın tokluğuna çalıştırmak mı, 1609’den itibaren gemilere tıkıştırılarak okyanusu aşmak mı, aşamayanı denizde balıklara atmak mı, bir tas su ve bir parça kuru ekmek karşılığında kırbaçlar altında kürek işçiliği mi, yoksa binlerce yıl önce Antik Mısır’da bir firavunun gönlü olsun diye inşa edilen her piramidin yapımında yaşamını yitiren binlerce köle işçi mi? Ve bugünden geçmişe dönüp baktığımızda; Mısır Piramitleri’ni veya Sfenks’i ziyaret ederken; “Ne medeniyetmiş ama!” diyen ve göklere çıkartan da yine biz!

Çok şükür ki; Personel Müdürlüğü’ne sıkışan mesele rekabetin de artması ve daha nitelikli insanların gerekli olduğu bir dönemde yerini “İnsan Kaynakları” tanımına bıraktı. Artık işletmenin başına bela ve zul olmaktan biraz çıktık, adeta “kaynak” (resource) konumuna dönüştük. Tabii “insan kaynak mıdır, yoksa varlık mı?” sorusu güncelliğini koruyor. Örneğin ormanlar, memba suyu, göller, denizler kaynak mıdır, varlık mıdır? Şu dil, dildeki ton, nüans ne önemli ve şekillendirici bir husustur aslında. Kaynak deyince insanın içinden gidip bulası, ortaya çıkartası, kana kana içesi, istediği gibi kullanması, alıp satması, zenginliğine zenginlik katması geliyor. Varlık deyince de yüceltmesi, koruması gerekiyor. Bugün tabelalar halen ağırlıklı olarak İnsan Kaynaklarını gösterdiğine göre insanı suyu çıkana kadar kullanmak, posasını çıkartmak, üzerinden büyük değer üretmek, servet edinmek gayet meşru aslında.

Tabii 1990’larla başlayan ve bugünkü yoğun dijitalleşmeyi doğuran bir teknolojik ve inovatif şirket dalgası da yok değil. Bu şirketlerin ana merkezlerinde ve diğer ülkelerdeki uzantılarında dilin değişmeye başladığını söylemek mümkün. Dünün Personel Müdürlüğü, bugünün İnsan Kaynakları Direktörlüğü dönüşe dönüşe karşımıza “Yetenek Yönetimi” (Talent Management) olarak çıkıyor. Hemen aceleci bir sonuca varmayın sakın! Uzun süredir zulada beklettiğiniz “Cennet’e Hoşgeldiniz!” pankartınızı henüz açmayın! Kapitalizmin “kapital”i var ya; hani o Das Kapital kitabında ete kemiğe bürünen sermaye ve müteşebbis ruh; işte o ruh her durumda personel de olsa, kaynak da olsa, yetenek de olsa onun etinden sütünden yararlanmayı çok iyi bilir.

Günümüzde bazı holdinglerde, kurumsal şirketlerde, özellikle de banka ve diğer finansal kuruluşlarda nezih ofisler, insani altyapılar söz konusu. İstersen sabah 6:30’da gel, arabanı -3’e park et, sporunu yap, duşunu al, plazanın lokantalar katında keyifle kahvaltını et, 8:30’da ilk toplantınla güne güzel bir başlangıç yap! Ama unutma ki hafta sonu ve akşamları da dahil olmak üzere sen senin değilsin, sen holdingin, bankanın, kurumsal şirketinsin. Çalıştığın organizasyonda ne zorluklarla yavaş yavaş yukarıya doğru çıktığını, adeta tırnaklarınla kazıyarak bugünlere ulaştığını düşünebilirsin. Belki de ödenen bu bedelden dolayı kendine daha fazla alan, yetki ve özgürlük tanımak isteyebilirsin. Ama beyaz yakalı da olsan, orta üst yöneticiliğe de çıksan sen artık çalıştığın o marka için, seni orada tutan o şirket için, o şirketin veya kurumun yönetim kurulu için varsın. Evet denklem bu kadar net ve gerçekler de bir o kadar sert.

Şimdi bu bağlamda tekrar başa dönelim; nedir insan? Sermaye mi, yoksa kaynak mı? Varlık mı? Yoksa bir savaşta günah keçisi yapılarak hedefe oturtulabilecek kadar kırılgan mı? Örneğin Nazi Almanyası engellilere, yabancılara, Çingenelere, Yahudilere ne gözle bakıyordu? Haydi Almanlar çıldırmıştı diyelim. Peki ama ya Avusturyalılar, İsveçliler, Danimarkalılar, Hollandalılar? Önemli bir grup Nazi çılgınlığına çanak tutmadı mı, alkışlamadı mı, kendi çıkarlarını artırmak için kirli bir işbirliği yapmadı mı? Esas zor soru; üzerinden tam da 70-80 yıl geçmişken bugünkü Avrupa’da yükselen yabancı düşmanlığı, İslam düşmanlığı, faşizme ne demeli? Bugün Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Avusturya, Belçika, Norveç, Danimarka, İsviçre ve ABD gibi birçok ülkede faşist ve ırkçı partilerin yükselişi yalan mı? 2022 seçimlerinde Le Pen % 42,4 oy oranına ulaşmadı mı?

Aklıma iki görüntü geldi: Biri; haber yapmak amacıyla Avrupa’ya gitmeye çalışan sığınmacıları izleyen gazeteci kadının elinde bebeğiyle koşmaya çalışan Suriye’li adama çelme takıp düşürmesi anı. İkincisi ise o itinalı kıyafetiyle denizde boğulan, o masum Aylan Bebeği kucağına alan Türk Jandarması’nın vicdanlı yüzü. Çok merak ediyorum doğrusu; acaba Aylan Bebeğin bindiği botu Yunanlılar mı şişledi batırdı, yoksa faşist Salvini’nin İtalyası mı? Yine merakıma gem vuramıyorum ve aklıma başka sorular da geliyor? Acaba Aylan Bebek yaşasaydı ve büyüyüp iş piyasalarına girseydi; bir cevher mi olacaktı, yoksa kaynak mı? Yoksa güvende yaşamayı hak eden, seyahat özgürlüğü olan bir dünya vatandaşı mı?

Türkiye, Suriye iç savaşında vicdanının sesini dinledi ve 4 milyonun üzerinde Suriyeliyi kabul etti, ekmeğini, okulunu, hastanesini paylaştı. Ama içeride tam olarak ne de kesinlikle dışarıda bir takdir elde edebildi. Çünkü konformist elitler için insan sadece bir maliyettir, zuldür, angaryadır, sevimsizdir. Bu zihniyetin siyasi yansıması zaten ilk seçimde “Bütün Suriyeli sığınmacıları ülkesine geri yollayacağız, zalim Esad’a teslim edeceğiz” şeklinde değil mi? Peki insanı değerli bir varlık olarak el üstünde tutan akım niçin güçlü bir şekilde alkışlanmaz, Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmez? Ağır sorular…

Son söz olarak diyelim ki hemen her açıdan dünyanın sıklet merkezi zaten Batı’dan Doğu’ya kaydı, kayıyor. Batı’nın son dönemde ortaya çıkan kavgacılığı, tutarsızlığı, kuyruk acısı, gelgitleri, çirkinliği, pusuculuğu ve yabancı düşmanlığı tamamen bundan aslında. Ama dünyada her zaman umut vardır ve kazanacaktır. İnsan dediğimiz o yenilikçi ve üretken varlık artık bundan sonra yetenek olarak kabul edilmektedir. Ve gençler bilmelidir ki; o yetenek dediğimiz kavramın içerisine takım çalışması, problem çözmek, yeni teknolojilerden yararlanarak hayata değer katmak, güçlü iletişim, sentez yapabilmek, veriden beslenerek gerçekleri ifşa etmek gibi önemli beceriler girmektedir.

NELER SÖYLENDİ?
@
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA