Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar

Serhan Poyraz

10-08-2023 17:24

Advert

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.

Akmaktaydı zaman; mekansız bir şekilde, derinden derine o mahur beste her yerde çalmaya devam ederken…

***

İşte böyle zamanların birinde, meşrutiyeti kabul eden ve 1876 yılında tahta oturan Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı-Rus Savaşı’nı gerekçe göstererek Meclis-i Mebusan’ı kapatmış ve oldukça sıkı bir yönetim göstermeye başlamıştı. Ülkede jurnalcilik ve sürgünler artmıştı. “Etki, tepkiyi doğurur” derler ya, tüm bu gelişmelerden hoşnut olmayanlar, çeşitli örgütler kurmaya başlamışlardı. Bunlardan en bilineni “İttihat ve Terakki” idi. Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumak, ikinci kez “Meşrutiyet”i ilan ettirmek, bütün Osmanlılar’ı bir arada tutmak ve ıslahat fikrini ülke geneline yaymak gibi amaçlarla oluşturulan bu örgüt, ilk başta taraftar bulsa da, bir süre sonra cemiyet içinde anlaşmazlıklar yaşanmış ve çözülmeler başlamıştı. Ancak fikir ayrılıklarıyla parçalanmış olsalar da, İttihatçılar II. Meşrutiyetin ilanından sonra iktidara hakim olmuşlardı.

Ahmet Hamdi Tanpınar, akan zamanın içinde o yıllara doğru kürek çektiği nehir roman serisinin ilk kitabı olan “Mahur Beste”de; II.Abdülhamid’i devirmek isteyenlerle, Abdülhamid’den kurtulduktan sonra ne olacağını sorgulayanları anlatırken hükümet darbelerini, parti mücadelelerini, I.Dünya Savaşı’nı ve yenilgiyi gören bir kuşağın İstanbul yaşamını sergilemişti.

Tanzimat’la birlikte yaşanan değişimlerin “İlmiyye Sınıfı” içerisindeki etkilerini işleyen “Mahur Beste”den sonra, serinin ikinci kitabı olan “Sahnenin Dışındakiler”de 31 Mart vakası sonrasındaki Trablusgarp ve Balkan Savaşları Dönemi’ndeki gelişmelere yer veriyor ve bizi bu kez de 1920 yılına götürüyor.

O yıllarda, ülkenin sahnesi Anadolu idi. Kurtuluş Savaşımızın alevi, tüm Anadolu’yu sarmıştı. Cemal, Anadolu’da olmasına rağmen, geçirdiği ağır rahatsızlıktan dolayı o küçük Ege kasabasından cepheye gidememişti. İyileşebilmesi için fazla yorulmadan sakin günler geçirmesi gerekiyordu. O küçük, şirin Ege kasabasında her gün gördüğü kişilerle dönüp dolaşıp tekrar tekrar konuşulan aynı konular, onun içindeki büyük kalabalıkların, fikrin ve hareketin özlem ateşini alevlendiriyordu. İstanbul’dan ayrılalı altı yıl olmuştu ve Cemal, Tıbbiye okumak için o yıllarda sahnenin dışı olan İstanbul’a tekrar geri dönmeye karar verdi.

İstanbul’da yaşadıkları yıllarda oturdukları Elagöz Mehmet Efendi mahallesindeki evlerinin kirası, öğrenimi sırasında onun için cep harçlığı olacaktı. Cemal, “Elagöz Mehmet Efendi Cami”sinin etrafındaki eski mahallesine gittiğinde, yıllar önceki çocukluk anıları hayalinde canlanır ancak Cemal’in eski mahallesinde gördükleri, anılarından tamamen farklıdır.

Mesela Elagöz Mehmet Efendi Camisi yıkılmış ve bulunduğu alan yol olmuştur. Sonra, mahallede dolaşan bir Fransız kıtası askerleri gözüne ilişir. Dayanamaz ve bir tramvaya atlar ama bu kez tramvayda da “La Madelon, Madelon” çaldığını duyunca tüm bunların İstanbul’unda ne aradığını düşünmeden edemez.

Evet, asıl sahne Anadolu’da bir kahramanlık destanı sergilenirken, sahnenin dışında kalan İstanbul’da köklü değişimler ve bunun yarattığı kaotik sancılar yaşanmaktadır. Altı yılda İstanbul’un çok değişmiştir ve hiç bir şey eskisi gibi değildir.

İki bölümden oluşan “Sahnenin Dışındakiler” romanının “Mahalle ve Ev” adlı ilk bölümünde Cemal, İstanbul’daki geçmişini ve altı yıl önceki çocukluğunu anlatır bize. Cemal’in geçmişindeki güzel günlere özlemi satırlara etkileyici bir şekilde siner. Onun geçmişiyle ilgili en önemli problemi Sabiha’ya olan aşkını ona söyleyememiş olmasıdır.

“Hadiseler” adlı ikinci kısımda da Cemal, babasının tayini çıktıktan sonra ayrıldığı İstanbul’a geri dönmüştür ancak Sabiha da dahil olmak üzere hiç birşey bıraktığı gibi değildir. Somut zaman ile soyut zaman arasında kaybolduğumuzda çalan o mahur beste, Cemal’in anlatımının da arka planında bir fon müziği gibidir anlayacağınız.

Nitekim, Cemal köşkte kaldığı bir gecede, Behçet Bey’in, eşi Atiye Hanım’ı ilk kez gördüğü bu odada, sanki ibadet edercesine onun resminin karşısında, “sevdiği, aşkıyla beraber söylemekten hoşlandığı, onun ölümünden sonra tenhada kendi kendine mırıldanarak söylemeyi alışkanlık haline getirdiği bu aşk bestesini”, yani Mahur Beste’yi, tamburuyla çalıp, söylediğini görür.

Nehir roman olduğu için, Mahur Beste kitabının Behçet Bey’i de bu kitabın hikayesinin içinde var. Zaten Behçet Bey’in eşi Atiye Hanım da bu romanının kahramanı Cemal’in teyzesinin kızı.

İlk kitaptan hatırlarsınız; Mahur beste, Atiye Hanım’ın küçük eniştesi çarkçı yüzbaşı Talat Bey’in karısının kendisini terk edip, ondan ayrılması yüzünden yazdığı bir eserdi. Şimdi, Behçet Bey de karısının ardından bu besteyi onu düşünerek çalmaktadır. Ama bir dakika, Talat Bey bu besteyi, kırgın olduğu için sanata, musikiye kaçarak yazmıştı.Behçet Bey ise vefat etmiş eşinin ardından onun yokluğu yüzünden şimdi bu besteyi çalmaktaydı. Behçet Bey kırgın değil mağluptu. Hem de ne mağlup! Atiye Hanım’ın gençlik yıllarında ilgi duyduğu Refik Bey’i kıskanmış ve onu saraya jurnallemişti. Daha da ileri gidip Atiye Hanım’ın “Mahur Beste”yi mırıldandığını duyduğu bir akşam yastıkla karısının kafasına bastırarak onu neredeyse öldüreceği anlar bile yaşamıştı.

Behçet Bey’i “Mahur Beste”den çok iyi biliyorsunuz. Onun geçmişe dair hatırladıkları genelde Atiye Hanım ile ilgili ve çok sevmesine rağmen bu sevgisini söyleyemediği ve yaşayamadığı anlar için pişmanlık duyuyor ve yapayalnız bir şekilde geçmişini tekrar tekrar yaşıyor.

Uzun bir aradan sonra Tıbbiye öğrenimi için İstanbul’a gelen “Sahnenin Dışındakiler”in kahramanı Cemal’in geçmişe yönelik tavrında ise Behçet Bey’in bu pişmanlığı yok.

Hazır “Mahur Beste” demişken, hemen belirtmeliyim ki, bu bestenin bestekarı Talat Bey’in aynasını Cemal’e verir Behçet Bey. Çünkü Cemal, kaldığı pansiyondaki eşyaları beğenmemiş ve kendisinde emanet olarak duran eşyalarının bir kısmını almak için Behçet Bey’in köşküne gelmişti.

Ayna, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kullandığı temel imgelerden biri olarak hep dikkat çeker kitaplarında. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kahramanlarının kaderi; her şeyi sonsuza kadar çoğaltarak büyük bir sırra açılacakmış gibi duran gölgeli aynalara bakışlarının takılıp kalmasıdır.

Belki de bu yüzden;

“Bizden iyi tanır aynalar bizi…
O vefalı kalbe benzer ki onlar,
Bir küçük vesile maziye yollar.” der Ahmet Hamdi Tanpınar “Aynalar” şiirinde…

Öyle ki, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın roman kahramanlarının baktıkları aynalardan da, şimdiyi; yani yaşanılan anı göstereni yok gibidir. O aynalar, ileride sakladıkları yerden çıkarmak ve yeniden “sonsuzluğa salıvermek” için önlerine geleni yutarak ilerideki mazi için malzeme hazırlarlar. 

Mesela Behçet Bey, ayna meraklısıydı ve her gün en aşağı otuz aynada kendini seyrederdi. Neden dersiniz? Ahh bu pişmanlıklar, yaşanamamışlıklar…

Her neyse… Talat Bey’in aynasını Behçet Bey’den alıp pansiyondaki odasına koyan Cemal de gelin görün ki, Mahur Beste’nin kaderinden kurtulamayanlar kervanına katılır. Hatta Cemal, içinden çıkamadığı her karmaşanın ve talihsizliğin bu ayna yüzünden başına geldiğini bile düşünür ama yine de aynadan ayrılamaz.

Hem geçmişinden pişmanlık duyan, yaşadığı geçmişin suçluluk duygusuyla yaşayan Behçet Bey, hem Behçet Bey’in verdiği aynayla kendisine ait olmayan bir geçmişi üzerine almak zorunda kalan Cemal, hem de geçmişinden kurtulmak için bütün çekmecelerinin içini ateşe atan Nasır Paşa geçmişlerini hiç olmadığı bir hale sokmayı diğer bir ifade ile, beğendiklerini alıp beğenmediklerini yeniden yazmayı düşünmüyorlar.

Ama bir diğer ana karakter İhsan için durum biraz daha farklı… İhsan’a göre, eskiyi boş vermek, herşeyiyle ondan kurtulmak istemek, aslında insanımızın kendisini anlayamamasından kaynaklanmaktadır. İnsanımızı bir yerden eskiye bağlamak lazımdır, diyen İhsan, musiki sayesinde bir gün kendimizi anlayacağımızı da düşünür. Yeni ve eski arasında yaşadığımız ikiliğin sebebi, “yeniye başından itibaren bizim olmadığı için şüphe ile, eskiye eski olduğu için işe yaramaz gözüyle” bakmamızdır. İhsan’a göre bu ikiliği acilen ortadan kaldırmamız gerekmektedir.

Kendi görüşlerini, İhsan’ın ağzından dinlemeye alışık olduğumuz Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre Tanzimat’tan sonraki senelerde kaybettiğimiz şey, bu devam ve bütünlük fikridir.

Ve Sabiha… 

Sabiha, küçüklüğünden beri hep yeniyi ve farklıyı arayan tavırlarıyla dikkat çeker. Hocalarına sorduğu sorulara aldığı yanıtlar onun yeniyi kurcalayan zihnini tatmin etmediği için okuldaki eğitiminden memnun olmayan, etrafındaki herkesin aynı kelimelerle konuştuğunu ve yeni bir şey söylemediğini düşünen, çarşafa girdikten üç gün sonra, mahallede çarşafsız kaydırak oynayan Sabiha, büyüdüğünde de, kadınların toplum içindeki yerine dair farklı görüşleri dile getirir. Sonunda da Sabiha, tiyatro sahnesine çıkan ilk Türk kadını olur.

Sabiha’nın hoşlanmadığı ve insanları evlendirme merakını abartı bulduğu Sakine Hanım, hayatının yarısı Avrupa’da geçen, her yerde dostları olan, zengin, hür ve istediğini yapan bir kadın olarak, yeni bir kadın tipinin temsilcisidir.

Muhlis Bey, Kudret Bey, Tevfik Bey, Ekrem Bey, Süleyman Bey, Muhtar ve diğer pek çok karakterle o kadar güzel anlatıyor ki Ahmet Hamdi Tanpınar o yılları…

Gerçekten de Sabiha’nın dediği gibi “İnsanlar çıkmaz sokak, sönmüş lamba gibi... Bana öyle geliyor ki, bu insanlar olacakları şeyi olamamışlar. Bir duvar önünde asıl yollarını değiştirmemişler, yahut da oldukları yerde kalmışlar.”

Hal böyle olunca,  kaçınılmaz olarak yine bir gün

“Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar müjganla ben ağlaşırız.
Gitti dostlar şölen bitti,
Ne eski heyecan ne hız,
Yalnız,
Kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar müjganla ben ağlaşırız.”

Yani anlayacağınız Tanzimat Döneminde de, Kurtuluş Savaşının başladığı o yıllarda herhangi bir anda coşkun bir nehir gibi akan zamanın içine atlayıp kürek çekmeye çalışsak da yarın, o beste hala mahur, müjganın akıbeti ise hala belirsiz…

O halde nerede “Huzur”?  

Huzur’un nerede olduğunun şifreleri, huzursuzluğun romanı, İstanbul’un romanı ve muhteşem bir aşk romanı olan nehir roman serisinin üçüncü ve son kitabı, Türk edebiyatının en önemli romanlarından “Huzur” da..

O halde, bekle beni İstanbul… 

Üsküdar’a giderken alsa da bir yağmur,
Olsa da kâtibimin setresi uzun, eteği çamur.

Uzanıp Kanlıca’nın orta yerinde bir taşa,
Gözümün yaşını yüzdürsem Hisar’a doğru
İstanbul İstanbul olalı hiç görmese böyle keder,

Aheste çeksem kürekleri, mehtap uyanmasa
Bir âlem-i hayale dalan ab uyanmasa
Olmasa başka yerin lütfu ne yazdan, ne de kıştan
Ven ben bir tatlı huzur almaya gelsem Kalamış'tan,
Ahh Kalamış'tan…

Bekle beni İstanbul… Geliyorum…

DİĞER YAZILARI Yaban Ördeği / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad 01-01-1970 03:00 Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy 01-01-1970 03:00 Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy 01-01-1970 03:00 Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın 01-01-1970 03:00 Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter 01-01-1970 03:00 Hayaletler / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Hedda Gabler / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald 01-01-1970 03:00 Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe 01-01-1970 03:00 Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova 01-01-1970 03:00 Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu 01-01-1970 03:00 Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres 01-01-1970 03:00 Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi 01-01-1970 03:00 Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi 01-01-1970 03:00 Hayvan Mezarlığı / Stephen King 01-01-1970 03:00 Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Graziella / Alphonse de Lamartine 01-01-1970 03:00 Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa 01-01-1970 03:00 Othello / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 01-01-1970 03:00 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım 01-01-1970 03:00 Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl 01-01-1970 03:00 Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit 01-01-1970 03:00 Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu 01-01-1970 03:00 Ketum / Ümit Polat 01-01-1970 03:00 Macbeth / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan 01-01-1970 03:00 Oyalı Kase / Ayfer Güney 01-01-1970 03:00 Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan 01-01-1970 03:00 Roma’nın Batısı / John Fante 01-01-1970 03:00 Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles 01-01-1970 03:00 Hamlet / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün 01-01-1970 03:00 Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Kral Oidipus / Sophokles 01-01-1970 03:00 Kürklü Kişi / May Sarton 01-01-1970 03:00 Leyla ile Mecnun / Fuzuli 01-01-1970 03:00 Paul Verlaine / Stefan Zweig 01-01-1970 03:00 Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness 01-01-1970 03:00 Gılgamış Destanı 01-01-1970 03:00 Toza Sor / John Fante 01-01-1970 03:00 Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski 01-01-1970 03:00 Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie 01-01-1970 03:00 Geronimo 01-01-1970 03:00 Romeo ve Juliet / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Sonsuzluğun Sesleri 01-01-1970 03:00 Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes 01-01-1970 03:00 Selvi Boylum Al Yazmalım 01-01-1970 03:00 Elveda Saraybosna 01-01-1970 03:00 Amin Maalouf’un “Semerkant”ı 01-01-1970 03:00 Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Ivo Andriç / Drina Köprüsü 01-01-1970 03:00