Hayaletler / Henrik İbsen

Serhan Poyraz

15-02-2024 15:20

Advert

Ey hayatıma dokunanlar!

Kırgınım hepinize, ayıp ettiniz bana! Önce kırdınız beni; sonra, içimde ne var diye baktınız. Peki görebildiniz mi, zamanın düz çizgide ilerleyişini sekteye uğratan içimdeki kendi hayaletlerinizi?

Hayatımın şu ana kadar geçen zamanı içerisinde gördüklerimle, duyduklarımla ve hissettirdiklerinizle zihnimde vücut bulan hem ölü, hem canlı, hem mevcut, hem kayıp, hem zamanlı, hem zamansız hayaletlersiniz hepiniz…

Ne garip. Acaba ben de tanıdıklarımın içinde bir hayalet miyim? Evet, hem öldüğümde tamamen unutulacağım, hem de en yakın çevremin kültürel ve duygusal hafızasında bu dünyada benden bir iz kalacak, eminim. Beni söylediklerimle, yaptıklarımla hatırlayacaklar. 

Ee, o zaman hayaletim işte! Daha ölmeden yaşayan bir hayalet! Bu ne yaman bir çelişki?

Bir dakika, bir dakika… 

Kafayı sıyırmadım elbette… 

Hepinizi seviyorum ve tek tek teşekkür ediyorum, hayatıma dokunduğunuz ve duygusal, zihinsel gelişimime katkıda bulunduğunuz için…

Ama öte yandan da, hepimiz için gerçek şu ki; kişisel ilişkilerimiz ve kendimiz arasında, senteze olanak tanımayan ve birbirlerini karşılıklı olarak dışlamalarına rağmen birlikte var olabilen tüm bu zıtlıklar var ruhumuzda… 

Zamanın ruhu ile dünyanın ruhunun, içimizde düşünmeden veya çok düşünerek yaptığımız kişisel tercihlerimize göre devinip durduğu paradoksal bir ilişki bu…

İnsanın varoluşunun sırlarından biri gibi olan ve ruhumuzun karanlıklarında adeta hayalet gibi gezinen bu ilişki, aydınlanma çağının yaşandığı on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda hayli tartışılmış…

Aydınlanmanın başladığı on sekizinci yüzyılın ardından, on dokuzuncu yüzyılda Almanya’da idealist felsefe; Fransa’da sosyalist düşünce; İngiltere’de iktisat teorisi gelişip güçlenmişti. Felsefede idealizm, materyalizm, realizm, varoluşçuluk, rasyonalizm, pozitivizm, modernizm gibi akımlar ortaya çıkmıştı.

İdealizmin yükseldiği Almanya’dan başlayalım. İdealizm; “Nesnel gerçeklik, düşünceden ibarettir” der en basit ifadeyle… İdealistler, doğadaki şeyleri ya da nesneleri, her şeyin özünü oluşturan tek bir gücün ya da enerjinin geçici görünümleri olarak görür; varlığın tüm görünüşlerinde tek bir anlamın yattığını düşünür, varoluşu tek bir birlik olarak algılar; aklın sağladıklarının dışında gerçekliğe ulaşmanın olanaksız olduğunu öne sürer, gerçekliği "idea" olarak belirleyip maddeyi bunun bir yansıması sayarlar.

Tanınmış idealistlerden Hegel; “Akli olan şey gerçek, gerçek olan şey aklidir” der. Yani, Hegel'e göre, dünya demek, mantık demekti. İnsanlar mantığın sınırlarını çözdükleri anda beşerin sınırlarını da çözmüş olacaklardı ve Hegel, insanların her şeyi öğrenebileceklerine inanıyordu.

Hegel felsefesinde doğa yasalarına tabi olarak var olan şeylerin, kendilerini doğa yasalarından bağımsız olarak gerçekleştirmeleri ve özgür olmaları mümkün değildir. Bu bakımdan doğa yasalarının egemenliğinde olan her doğal şey kendisi için değil, kendinde var olandır.

Hegel’e en büyük eleştiri, varoluşçu felsefenin önemli isimlerinden Danimarkalı Soren Kierkegaard’dan geldi. Kierkegaard, varoluş problemini ele alırken, varoluşun; soyut düşünceyle, saf akılla kavranamayacağını ileri sürdü. Yani, Kierkegaard’a göre; varoluş, bilgi ve bilme sorunu değil, bizzat varolmanın kendisiydi.

Ona göre; “İnsan olmak” yani “var olmak” bizzat kendi olmak için daimi bir çaba, sürekli bir değişim içindeydi ve  insanın varoluşunu bir kalıba sokmak mümkün değildi. Diğer bir ifadeyle, insanın yaşamı, kendi seçimleriyle şekillenmekteydi.

Kierkegaard insanın yaşadığı zamanı; “Zeitgeist” ve “Weltgeist” olmak üzere iki boyutta ele alır.  Ona göre; zaman, Zeitgeist ve Weltgeist olmak üzere birbirine sarmal iki zemin üzerinden ilerler.

Zeitgeist; “Zamanın ruhu” demektir. Yani, belli bir döneme ait tüm ortak değerler, kavramlar, düşünceler ve duygular bu terimin içinde yer alır. Kierkegaard’a göre; Zeitgeist, zamanla ve kendiliğinden oluşur. Yani; zamanın ruhu, zaman karşısında değişkendir ve sürekli bir oluş içindedir.

Weltgeist ise; “Dünyanın ruhu” demektir. Yani, Zeitgeist’in şekillenmesinde etkili olan ve hiç değişmeyen bir zamansallık olarak tanımlanır. Bildiğimiz saat, gün, hafta, ay gibi formlarda akan zaman…

O zaman, Zeitgeist’e “öznel zaman”, Weltgeist’e de “nesnel zaman” diyebiliriz.

Koyu Hristiyan bir ailenin oğlu ve sonrasında da bir teolog olan Kierkegaard, bu tanımını Hristiyanlık üzerinden somutlaştırarak günahkâr ruh’la (şeytanla) eşleştirdi. Ona göre; dünya ruhu, günahkâr ruh üzerinden çalışarak, insanı, zamanın ruhundan daha üst bir noktada ve daha baskın olarak ele geçirip ve hareketlerini belirliyordu. Yani, Kierkegaard diyordu ki; “İnsan, zamanın ve dünyanın ruhunun bir sentezidir. Kendi yaşam süresi içinde deneyimleyecekleri, zamanın bu iki ruhu üzerinden şekillenecektir.”

Aklıma hemen,  döneminin Avrupasındaki bu “zamansallık” kavramı ile ilgili bu  tartışmalarla oldukça aşina bir Türk düşünürü ve yazarı olan ve edebiyatımızın en önemli isimlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar geldi.

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş bir dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Ne içindeyim zamanın” adlı bu şiirinde hem zaman kavramını, hem de zaman kavramı içinde insanın varlığını da sorgular.

Ve Ahmet Hamdi Tanpınar’dan bir kuşak önce de, onun gibi düşünen Norveçli yazar ve düşünür Henrik Ibsen de, kendisini etkileyen yazar ve düşünürleri açıklayarak; İncil, Andersen’in Masalları, Norveç Halk Masalları, Kierkegaard, Hegel ve Schopenhauer’dan çokça etkilendiğini ifade etti. Ayrıca Shakespeare ve Goethe gibi klasik yazarların bütün eserlerini okudu. Oyunlarından çok net bir şekilde anlaşılmaktaydı ki, bu isimler arasında özellikle Kierkegaard, onun düşünce dünyasında etkili olmuştu.

İbsen 1881 yılında, düşüncelerindeki Kierkegaard etkisinin en yoğun hissedildiği “Hayaletler” isimli oyununu yazdı. Üstelik bu oyunu yazdığı zamanın ruhunda kadın haklarının önemli bir yeri vardı. Kadının erkek karşısındaki durumu sorgulanmaya başlanmıştı. Kierkegaard, kaygı kavramını açıklarken, kadın ile erkeğin ‘farklı’ olmadıklarını; ancak ‘başka’ olduklarını ileri sürmüştü. Kaygının, kadındaki yansımasının erkektekinden daha fazla olduğunu belirterek, bu fazlalığın kadının fiziksel güçsüzlüğünden değil, erkekten daha tutkulu duygulara sahip olmasına bağlamıştı. Kadının erkeğe göre daha zayıf cinsiyet olmadığını, eğer böyle olsaydı kadının erkekten daha az kaygılı olması gerektiğini düşünüyordu.

Henrik İbsen de aynı fikirdeydi…

Şimdi 1881 yılında Norveç’te bir kasabaya gidelim;

Bayan Alving: Aslında biz insanoğulları hepimiz, söylendiği gibi aynı atadan, aynı soydan geliyoruz. Peki, dünyayı kim böyle düzenledi sayın Rahip?

Rahip Manders: Böyle sorularınız için sizinle tartışamam, Bayan Alving… Sizin düşünce tarzınız bana uygun gelmiyor. Siz korkak olduğunuzu söylemeye nasıl cesaret ettiniz, az önce?

Bayan Alving: Peki, düşüncelerimi dinleyin şimdi… Oldukça ürkek ve çekingen biriyim. Çünkü benim içimde, beni asla terk etmeyen, onlardan bir türlü kurtulamadığım hayaletler var.

Rahip Manders: Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Bayan Alving: Hayaletler… Regine ve Osvald’ın içeriden seslerini işitince, hayaletleri görür gibi oldum. Hepimizin birer hayalet olduğuna neredeyse inanmaya başladım, sayın Rahip… Yalnız bu değil, anne babalarımızın ruhları bizim içimizde dolaşıyor. Ve akla gelebilecek bütün eski ölmüş düşünceler, her türden eski ölmüş inançlar ve benzerleri de öyle… İçimize sinmişler, onlardan kurtulamıyoruz. Elime bir gazete alıp okumaya başladığımda, satır aralarında yavaş yavaş görünüp kaybolan hayaletleri görüyorum. Onların bütün ülkede var oldukları görünüyor. Sanki denizlerdeki kum gibi sayısız miktarda… Bu yüzden hepimiz acınacak durumdayız. Zavallılık içinde ışıktan korkuyoruz, hepimiz öyleyiz.

Ve…

Henrik İbsen’in “Hayaletler” oyunu sahnelendikten sonra, Avrupa basınında yer yerinden oynadı.

“İbsen’in ‘Hayaletler’ adlı oyunu kesinlikle onun en kötü oyunudur. Modern tiyatroyu lanetlemeyi amaçlayan bu oyun, hem kendisini hem de diğerlerini kasıtlı olarak zehirlemektedir. Açık bir lağım; bandajlanmamış iğrenç bir yara, toplumun gözü önünde sergilenen pis bir eylem, bütün pencereleri ve kapıları açık bir cüzzamlı evi… Açık bir pislik… Toplumun değerlerini hiçe sayan hayvana dönüşmüş Kotzebeu… İğrenç bir kinizm… İbsen’in pis ve melankolik dünyası… Tamamen tiksindirici ve kokuşmuş… Leş gibi kokan büyük bir terbiyesizlik… Edebi bir leş…” (Daily Telegraph)

“Hastalıklı, ahlak bozucu ve iğrenç bir öykü… Hem tiyatroya hem de sağlıklı düşünen kadın ve erkeğe itibarsızlık ve onursuzluk getiren bir oyun..” (Llyod’s)

“Hayaletler’i izlemeye gidenlerin yüzde doksan yedisi, kendi pisliklerine ve şevklerine uygun olduğu için oyunu izleyen kokuşmuş kafalı insanlardır.”(Sporting and Dramatic News)

Ve bunlar gibi birçok sert eleştiri…

Norveçli oyun yazarı Henrik İbsen, yaşadığı dönemde ülkesindeki yasak konuları cesaretle tartışması yüzünden tüm Avrupa’da çok sert tepkilerle karşılaşmıştı. Çünkü Henrik İbsen, 1881 yılında yazdığı bu oyunla, burjuva aile yaşamının dışarıdan güzel gibi görünen yüzünün aslında hiç de öyle olmadığını ortaya sererken, yalana dayalı hayatları, burjuva bireylerinin iki yüzlü ilişkilerini soya çekim olarak yaşamak zorunda olduklarını vurgulamıştı.

Diğer bir ifade ile, Henrik İbsen bu oyunuyla, insana ait “öz” ile “yaşamsal olan” arasında yeniden bir düzenleme yapılması gerekliliğinin altını çizince, kelimenin tam anlamıyla kıyamet kopmuştu.

Tabii ki, oyun yasaklandı.

Oysa ki, on sekizinci yüzyıl aydınlanma çağıydı. Peki ama bu aydınlanma “sözde bir aydınlanma” mıydı? On dokuzuncu yüzyılın sonunda, gerçekten yani ışıktan korkulur halde mi yaşanıyordu? Evet, hayaletler, ışıktan korkmuşlardı sanırım.

Henrik İbsen’i doğru anlamak önemli… 

Henrik İbsen, yazdığı eleştirel gerçekçi oyunlarda toplum bireylerinin yanılsamalarını, nevrotik ve ruhsal çalkantılarını açığa sermiş, bireyin boşa çıkan yaşam uğraşını, toplumun dış yüzü ile iç yüzü arasındaki karşıtlığın yol açtığı çelişkilerin üstesinden gelemeyişini irdelemiştir.

1881 yılında yazdığı “Hayaletler” adlı oyununda da, 19. yüzyıl burjuva aile yapısındaki aksaklıklar üzerinden toplumu, toplumun birey üzerindeki yönlendirici etkisini, bireyin varoluş sıkıntısını konu alır. Ibsen, bu sıkıntıyı kadın ve erkek karakterler üzerinden ayrı ayrı işlerken, kadın rollerinin mücadeleci yanını, erkeğe göre daha net bir açıyla seyircisine anlatır.

Zamanın ruhu ve dünyanın ruhunun oyunun içinde farklı iki kadın kahraman tarafından farklı iki tercih olarak sunulması varoluş zemini genişleten yanıyla da anlamlıdır.

Henrik İbsen’in düşünceleri, dönem içerisinde gelişmekte olan “feminist” akıma dayanak noktası olmuşsa da, İbsen feminist olmaktan çok gerçekçi hümanist bir yazar ve düşünürdür.

Henrik İbsen, William Shakespeare’in insanın varoluş sıkıntılarına dair ortaya koyduklarını geliştirerek çok daha yukarılara taşıyan insanlık dostu bir filozof yazardır.

Hayranlık duyduğu eserlerini orijinal dilinde okuyabilmek ve kendisine mektup yazabilmek için James Joyce’un, uğruna Norveççe öğrendiği adam, modern tiyatronun Norveçli yaratıcısıdır Henrik İbsen…

Henrik İbsen’in düşüncelerini örnek aldığı, dünyaca ünlü “Frankenstein” kitabının yazarı olan Mary Shelley’in da annesi olan, Mary Wollstonecraft’ın da dediği gibi; “Tüm düşüncelerimizi önemsiz gündelik olaylarla ya da sevgililerimizin ve eşlerimizin yüreğinden geçenlerle sınırlandırmayalım. Tüm görevlerimiz içinde zihnimizi geliştirmek öncelikli olsun; böylece diğer görevlerimiz de buna bağlı olsun ve duygularımız da daha yüce durumlara hazırlansın.

Öyleyse dostlarım, her türlü önemsiz olayın sizi duygusal olarak etkilemesine izin vermeyin: Irmağın kıyısındaki sazlar her küçük esintiden etkilenirler ve her yıl ölürler, meşe ise sağlam durur ve yıllarca her türlü fırtınaya göğüs gerebilir!”

Hepsine katılıyorum…

O zaman, içimdeki sevimli hayaletler, her şey için bir kez daha teşekkürler... 

İyi ki varsınız!

DİĞER YAZILARI Yaban Ördeği / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad 01-01-1970 03:00 Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy 01-01-1970 03:00 Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy 01-01-1970 03:00 Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın 01-01-1970 03:00 Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter 01-01-1970 03:00 Hedda Gabler / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald 01-01-1970 03:00 Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe 01-01-1970 03:00 Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova 01-01-1970 03:00 Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu 01-01-1970 03:00 Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres 01-01-1970 03:00 Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi 01-01-1970 03:00 Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi 01-01-1970 03:00 Hayvan Mezarlığı / Stephen King 01-01-1970 03:00 Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Graziella / Alphonse de Lamartine 01-01-1970 03:00 Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa 01-01-1970 03:00 Othello / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 01-01-1970 03:00 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım 01-01-1970 03:00 Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl 01-01-1970 03:00 Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit 01-01-1970 03:00 Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu 01-01-1970 03:00 Ketum / Ümit Polat 01-01-1970 03:00 Macbeth / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan 01-01-1970 03:00 Oyalı Kase / Ayfer Güney 01-01-1970 03:00 Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan 01-01-1970 03:00 Roma’nın Batısı / John Fante 01-01-1970 03:00 Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles 01-01-1970 03:00 Hamlet / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün 01-01-1970 03:00 Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Kral Oidipus / Sophokles 01-01-1970 03:00 Kürklü Kişi / May Sarton 01-01-1970 03:00 Leyla ile Mecnun / Fuzuli 01-01-1970 03:00 Paul Verlaine / Stefan Zweig 01-01-1970 03:00 Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness 01-01-1970 03:00 Gılgamış Destanı 01-01-1970 03:00 Toza Sor / John Fante 01-01-1970 03:00 Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski 01-01-1970 03:00 Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie 01-01-1970 03:00 Geronimo 01-01-1970 03:00 Romeo ve Juliet / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Sonsuzluğun Sesleri 01-01-1970 03:00 Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes 01-01-1970 03:00 Selvi Boylum Al Yazmalım 01-01-1970 03:00 Elveda Saraybosna 01-01-1970 03:00 Amin Maalouf’un “Semerkant”ı 01-01-1970 03:00 Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Ivo Andriç / Drina Köprüsü 01-01-1970 03:00