Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit

Serhan Poyraz

06-05-2023 12:48

Advert

İsminin hiçbir önemi yok. Tanıdığım biri. Ona sözüm var. İzninizle, adı bende saklı kalsın. Siz ona “Ben, Sen, Biz veya O” deyin. Benim tek söyleyebileceğim; o bir çocuktu… Özel bir çocuktu… Bedeni yol alsa da zamandan, dışarıdan büyük biri gibi görünse de, kalbinin ve ruhunun saflığıyla aslında o, hiç büyümeyen bir çocuktu…

Gecenin bir vakti, dışarı baktı penceresinden; lacivert gökyüzüne…

Yıldızlar yanıp sönüyordu gökyüzünde ama ay yoktu, ruhlardaki o kadim büyüyü uyandıran ve efsunlu fısıltılarla sevginin ve sevgililerin üzerine yağan ay yoktu…

Gecenin o vakti, dışarı baktı penceresinden bu kez de sakin ve mağrur duran sokaklara…

Bütün gün çiğnenmişti sokaklar, birbirlerinin ruhlarını ve kalplerini çiğnemekte usta insanlarca… Şu anda ıssızlığı rahatsız etmek istemezcesine, belki de yalnızlığın karanlığından ürküp kaçar gibi, parmaklarının ucuna basa basa hızlıca yürüyen tek tük bir iki insan… Ne garip! Yalnızlıktan korkup etrafındakileri ve kendilerini yalnızlaştırma konusunda ne kadar yetenekliydi insanlar… Anlamsızlık sinmişti bir kere, sokak lambalarının altında uzayan gölgelere…

Sonra birkaç kez hayal kırıklığı sıktı, dışarı baktığı cama... 

Sıktı… 

Şaşkındı…

Biraz daha sıktı…

Bunalmıştı… 

Daha da fazla sıktı… 

Çünkü kendi hayatında yaşanıp yaşanmamış gibi olanları ya da olup bitmeyenleri kimselere anlatamayacak kadar yalnızdı… 

Oysa herkes gibi onun da hayalleri vardı, kendi gökyüzünün Ay Tanrıça’sının asasını aşkla dokundurduğu bir kelebek gibi, türlü türlü renklere konan… 

Koşulsuz ve geri dönülemez olmanın hafifliği ile kalbini rahatlatarak, ruhundaki o gizemli büyüyü uyandıran tatlı hayaller… 

Saçlarına yıldızlar düşmüş aşıkların üzerine gümüşi damlalarla yağan ay ışığında saklı o meleksi sevgilinin başrolde olduğu eşi benzeri olmayan hayaller…

Hayallerin, rüyaların gerçek olduğu onlarca yer, onlarca zaman ve onlarca yaşanmışlık… Gidilen yerlerde gizli saklı bırakılan güzel anılar… 

Kimsenin bilmemesi gereken bir aşk.. Yasak bir aşk… Yaşanamayacak bir aşk…

Kalbini çalanı uzaktan sevmek zorunda olması, ona gönderemediği zamansız çiçekler, alamadığı hediyeler, yapamadığı türlü sürprizler… Özgürce aşkını haykırmayı isteyip de hep güçlükle bastırmak zorunda olduğu duyguları… Onu göreceği bir sonraki anı özlemle bekleyişi… Sevgilisinin elinden tutup yürürken, onun yüreğinin avucunda attığını hissedeceğini düşündüğü anlar… Ah, o okyanus gözlerin derinliklerinde kaybolduğu anlar… Hayal ile gerçeğin birbirine geçişi…

Yaşayacağı tarifsiz mutluluklar varken, şimdi onu bir anda gökyüzünden alıp yeniden toprağın üzerine koymuşlardı. Neden? Neden? Neydi onun suçu? Kimselere söyleyemediğinden sevdiğini, aşkını; şimdi de kimselere anlatamıyordu, olup da bitmeyenleri. 

Çok sevmişti, bu kez farklı sevmişti. Çocukça bağlanmıştı. Saf küçük bir çocuk gibi. Hayat canlılıktı, enerjiydi ama ne gariptir ki, o büyük insanlar kendilerine türlü güzellikleri hissettirmek için hizmet etmekte olan hayatı sırtlarına alıp kendileri ona hizmet etmeye çalışıyordu. Anlayamıyordu büyükleri… Sevgi olunca konu, herşey çok basitti aslında. Hayat her an kısalıyorken yani tören adımıyla marş marş ölüme yürürken, mutsuzluk ve yaşanamamışlık neden her yerde kol geziyordu? Peki ama bu kadar mutsuzluk yaşarken Azrail’e “bari ölürken mutlu ölsem…”diye teklif etse, acaba bunu kabul eder miydi ecel diye düşünmeden edemedi.

Tüm gün ağlayarak sokaklarda dolaşmıştı “İzim kalır mı bilmem yürüdüğüm bu yolda. Kalsa da belki silinir gider. Yalnızca bir ağıt gibi çakılır, ardımca gelenlere gözlerimi yaktığım bu yerler.” diye düşünerek, hafızasında dönüp duran şiirlere, şarkılara, türkülere sığına sığına…

Kendisini anlatan bir ağıt dinleyebilseydi keşke; yerini bilmediği, tanımadığı ve hatta dilini bile bilmediği yaşlı bir Anadolu kadının yanık sesinden… Başlamadan biterek yarım kalmış bir aşk için yakılmış bir ağıt… İçinde yırtılmış gökkuşakları, kanatları kırık kelebeklerin ve yerlere saçılmış paramparça hayallerin olduğu.. 

Yorgundu... 

Yanmakta olan muma takıldı gözü. Erimiş, sıvılaşmış ve hala yanmaya devam ediyordu can havliyle. Güçsüzce reddetti o an yorulmuş olduğunu; ama yine de yatağa bıraktı kendini ve sızdı gecenin karanlığına usulca, bir daha hiç uyanmamak üzere…

Bir haftasonu sabahı ne yapacağımı bilememeye uyandım yine. Bir süredir böyle. Nasıl görmeden, dokunmadan, bulaşmadan anlamsızlıklara, günümü geçireceğimi tam da kestiremeden yataktan doğrulurken, kütüphanemin rafında duran bir kitaba ilişti gözüm.. Evet belki de en iyisi kitap okumaktı. 

Sizi bilmiyorum ama ruhum ne zaman sıkıntıya düşse, ben içimdeki acıyı dindirmek yerine çoğaltmayı seçenlerdenim. Acı çekerken de, kimseye belli etmem. Kendi sıkıntımı, yüreğimdeki darlığı bir şekilde dışa vurmak için bazen acıklı filmler izlerim, bazen acıklı kitaplar okurum, bazen de şarkı sözlerine sığınırım ki, gözyaşlarım içime hapsolmasın, aksın gitsin. Ağlamaktan hiç korkmam. Ağlamak iyidir, ruhun acıdan temizlenmesidir. 

İşte o sabah bir oturuşta bir saatin içinde okuduğum kitap Ahmet Ümit’in “Ninatta’nın Bileziği” kitabıydı. Okuyunca daha da hüzünlendim, bitmedi kitap… Aşkın geri dönülemez, koşulsuz olanına yani ölümsüzüne büyük saygı duyduğumdan olsa gerek, ben kitap da kaldım, kitap ben de…

Ah ya Ninatta!!! Nasıl da koşulsuz ve umutsuzca sevdin yıllarca, kahramanın Nuvanza’yı. Her türlü güzel duygunun basitleştirilerek hızlıca tüketildiği günümüz dünyasında, gerçek sevgi için ağlayanlara bir arkadaş; okudukça kalpleri delik deşik olanları teselli eden bir sırdaş; kaybolmuş ruhların dolaştığı çıkmaz sokaklarda onlara eşlik eden bir yoldaş oldun, sayfalar boyu.   

Ne iyi geldi mektubun, koşulsuz sevginin varlığına inanan bana; benim gibi düşünenlere ve seni okuyup tanıyanlara, Ninatta! 

Evet bu kitap bir mektuptu, üç bin üç yüz yıl önceden gelen…Tabletlere yazılmış lirik bir şiir gibi.

Belki de bir ağıt! Evet evet, binlerce yıl önce bir Anadolu kadının yaşanamamış bir aşk uğruna yaktığı bir ağıt!! 

Okurken ben duydum Ninatta’nın içimi titreten yanık sesini; Anadolu’nun kalbinde, yeryüzünün ilk büyük imparatorluğu Hititler’in ülkesinden yükselirken…  

Açgözlü kralların toprak hırsının yazdığı kanlı tarihin içindeki dünyanın ilk büyük savaşı ve barışı olan Kadeş savaşı ve barışı zamanlarında umarsız bir sevda…

Tanrıların lanetlediği insanlar…

Aşkını günah gibi yaşayan genç bir kadın… Binlerce yıllık özlemini dindirmek için, yarım kalan şarkısını tamamlamak için, okununca belki üzerindeki lanet kalkacak diye acısını bizi bekleyerek çoğaltan ve 

“umudunu kesme,
Bir ağaç kurumamışsa,
Bu mevsim değilse öteki mevsim çiçek açar.
Bu mevsim değilse, öteki mevsim meyve verir.
Yeter ki ağaç kurumasın.”

diye haykıran genç bir kadın... 

Ninatta….

Umudunu kaybetmeden, dizlerinde takatı kalmayana kadar sevdalısını bekleyen…Tanrıların lanetinin bozulacağını, ve Nuvanza’nın onun için yaptırıp ayrı kentlere sakladığı oniki bilezik halkasının bir gün birleşerek onları kavuşturabilecekleri ümidini yüreğinde hiç soldurmayan bir kadındı o.

Belki de kadının yazgısının binlerce yıldır değişmediğinin kanıtıydı Ninatta. Unutarak yaşamayı öğrendikçe, önü toprakla kapanan bir nehir gibi kendi içine akan ve 

” ve ülkenin bütün kadınları, benim gibiydi.
Benim gibi her gün öldüler.
Öldüler ama umutlarını yitirmediler.
Hepsi savaştan gelecek bir haber bekliyordu, hepsi savaşı kimin kazanacağını değil, kocasının, oğlunun, kardeşinin savaştan dönüp dönmeyeceğini merak ediyordu.
Ve çok geçmeden geldi haberler… ”

diyerek savaşlarda ölen eşleri, oğulları, kardeşlerinin ve onun gibilerin yaşayamadıkları aşklar için ağıt yakan çileli bir Anadolu kadını…

Ve uğradığı lanetin bedelini savaşla ödeyen bir adam.  

Cesur, gözüpek, kahraman Nuvenza…

Acımasız bir dünyada, aşkın derme çatma kalesine sığınmış iki insan… 

Ninatta ve Nuvenza!!

Antik kent gezmeyi çok severim ve gezerken de hep düşünürüm, oralarda acaba nasıl aşklar yaşandı, kimler nerelerde nasıl sevgiyi kucakladı ve savaşlardan sonra yitip gidenler için nasıl ağıtlar diye. Hep içimi titretir, binlerce yıl önce de aşkın, sevginin benzer duygularla yaşanıyor olması… Evet, dünya değişiyor, insanlar değişiyor, kültürler değişiyor ama sevginin en gerçek hali hiç değişmiyor. 

İşte bunun güzel örneklerinden biri, Hititler döneminden oniki tablet mektupla günümüze ulaşan bir kurgu romana dönüşüp, destansı bir dille ve hiyerogliflerle desteklenen Ahmet Ümit’in kitabı “Ninatta’nın Bileziği”… 

Yüzyıllardır insanoğlunun yaşadığı hem fiziksel hem de ruhsal savaşlara, boş yere yitip gidenlere, yaşanamamışlıklara ve sevgi, barış umuduna dair bir çığlık gibi…

***

Yazıyı sesli dinlemek için tıklayın...

 

 

DİĞER YAZILARI Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad 01-01-1970 03:00 Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy 01-01-1970 03:00 Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy 01-01-1970 03:00 Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın 01-01-1970 03:00 Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter 01-01-1970 03:00 Hayaletler / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Hedda Gabler / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald 01-01-1970 03:00 Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe 01-01-1970 03:00 Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova 01-01-1970 03:00 Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu 01-01-1970 03:00 Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres 01-01-1970 03:00 Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi 01-01-1970 03:00 Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi 01-01-1970 03:00 Hayvan Mezarlığı / Stephen King 01-01-1970 03:00 Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Graziella / Alphonse de Lamartine 01-01-1970 03:00 Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa 01-01-1970 03:00 Othello / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 01-01-1970 03:00 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım 01-01-1970 03:00 Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl 01-01-1970 03:00 Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu 01-01-1970 03:00 Ketum / Ümit Polat 01-01-1970 03:00 Macbeth / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan 01-01-1970 03:00 Oyalı Kase / Ayfer Güney 01-01-1970 03:00 Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan 01-01-1970 03:00 Roma’nın Batısı / John Fante 01-01-1970 03:00 Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles 01-01-1970 03:00 Hamlet / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün 01-01-1970 03:00 Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Kral Oidipus / Sophokles 01-01-1970 03:00 Kürklü Kişi / May Sarton 01-01-1970 03:00 Leyla ile Mecnun / Fuzuli 01-01-1970 03:00 Paul Verlaine / Stefan Zweig 01-01-1970 03:00 Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness 01-01-1970 03:00 Gılgamış Destanı 01-01-1970 03:00 Toza Sor / John Fante 01-01-1970 03:00 Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski 01-01-1970 03:00 Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie 01-01-1970 03:00 Geronimo 01-01-1970 03:00 Romeo ve Juliet / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Sonsuzluğun Sesleri 01-01-1970 03:00 Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes 01-01-1970 03:00 Selvi Boylum Al Yazmalım 01-01-1970 03:00 Elveda Saraybosna 01-01-1970 03:00 Amin Maalouf’un “Semerkant”ı 01-01-1970 03:00 Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Ivo Andriç / Drina Köprüsü 01-01-1970 03:00