Graziella / Alphonse de Lamartine

Serhan Poyraz

19-07-2023 15:05

Advert

“Tanrı ve insan, tabiat ve sanat burada insan gözünün yeryüzünde görebileceği en harika görünüşünü beraberce oturtmuş ve yaratmışlar.”

diye yazdı not defterine Çamlıca tepesinden İstanbul’a bakarken 1833 yılında…

“Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için
Demirleyemez miyiz? ”

dediği “Göl” şiirinde zaman adlı denizde demirlemek istediği o anı, Boğaz’ın kıyılarına bakarken yaşıyordu belki de, Alphonse de Lamartine…

Belki de kumru ve beyaz güvercin sürülerini, bahçeler ve damlar üstünden mavi hava içinde uçuşarak ve  ufku kapatan denizin mavi fonunda rüzgar altında sallanan beyaz çiçeklere benzetmişti. Kimbilir? Romantik bir şairdi ne de olsa…

Gerçekten de Alphonse de Lamartine, Fransız şiirinde “Romantizm”in en önemli şairlerinden biriydi ve bu seviyeye hayatın ona sunduğu oluşları deneyimleyip zamanla duygularının ve gerçekte kim olduğunun farkına vararak ulaşmıştı. 

Alphonse de Lamartine, 1790 yılında Katolik ve aristokrat bir ailenin çocuğu olarak Fransa’da doğdu. Gençliğinde orduya girmek veya diplomatik bir görev almak istiyordu ama kral yanlısı olan ailesi, ülke Napolyon tarafından yönetildiği sürece devlet hizmetine girmesine izin vermeyince, aristokrat hayatının içinde gençlik yılları geçti. Kontrolü oldukça zor bir ergendi; gönderildiği okullardan kaçıyordu, kaçmadığı Cizvit Kolejinde ise okulda görevli bir hizmetçiden genç yaşında gayrimeşru çocuk sahibi oldu. 

Aynı zamanda da oldukça huzursuz bir ergendi. Manevi dünyası da karışıktı doğal olarak... Hristiyanlık dininde karşılaştığı tezatlıklar, dininden soğumasına ve uzaklaşmasına sebep oldu. Transandantalizm felsefesi daha çok aklına yatıyordu. Transandantalistler var olan toplumsal kurumların bireyin kendi içindeki iyiliği fark etmesi ve ona dönmesine mâni olduğuna inanmışlardı, bu yüzden bireyin kendini keşfine önem veriyorlardı. Bu akım dünyanın ve Tanrı'nın birliğine olan temel bir inanca dayanıyordu. Her bireyin ruhunun dünyayla aynı olduğu, dünyanın birebir bir mikrokozmozu olduğu düşünülüyordu. 

Alphonse de Lamartine ergenlik yıllarında, herşeyden çabuk sıkılan biriydi ve oldukça sert ve katı kuralları olan Cizvit Kolejinden de haliyle sıkılmıştı. Sezgileri bu okulun ona göre olmadığını söylüyordu. Bir süre sonra dahiyane bir çıkış yolu buldu; ne olduğu yeterince tanımlanmamış hastalıkların onun için yararlı olabileceğini keşfetmişti. Zaten onu 17 yaşında Cizvitlerden kurtaran da, tedavi edici bir yere gitmesine izin verdiren de  bu tarz bir hastalık oldu.

İyileşti ama bir türlü uslanmıyordu. Kadınlar ve kumar batağına saplandığı bohem hayatının içine düştü. Kendisinden yaşça oldukça büyük kadınlarla da birlikte olmaya başladı. Ailesi istenmeyen bir evlilik yapmaması için onu ergenlik yıllarının sonunda doğru İtalya’ya gönderdi. 

21 yaşında çıktığı bu İtalya seyahati sırasında Napoli’de Antoniella adındaki bir işçi kızla yaşadığı aşk onu çok etkiledi, 1815'te ölen bu sevgilisinden de gayrimeşru bir çocuğu oldu. Antoniella onun birçok şiirine ilham kaynağı oldu.

Alphonse de Lamartine’nin İtalya  seyahati sırasında, 1814'te Napolyon, Elbe Adası'na sürgüne gidip Bourbon Hanedanı Fransa tahta oturunca, Alphonse de Lamartine çok istediği askerlik hayaline kavuşma fırsatını kaçırmadı ve ülkesine dönüp Kral XIII. Louis'nin muhafız birliğine girdi;  ama kısa süre sonra Napolyon’un Elbe'den kaçıp Paris'e dönüşü yüzünden bu kez de İsviçre’ye kaçmak zorunda kaldı. Napolyon'un Waterloo Muharebesi'nde yenilmesi ve Bourbonlar'ın Fransız tahtını yeniden geçirmesinden sonra ülkesine bir kez daha dönen Lamartine, bu kez askerlik mesleğini bıraktı; kendisini edebiyatla uğraşmaya verdi.

Alphonse de Lamartine 26 yaşındayken sağlık sorunları nedeniyle tedavi için gittiği bir kaplıcada Julie Charles adında evli bir kadınla tanıştı. Bourget Gölü kıyısındaki gezintileri sırasında aşık olduğu Julie, ona ünlü “Göl” şiiri için ilham verdi. Ancak Julie 1817 yılında öldü.

1820 yılında Napoli’deki Fransız elçiliğinde elçilik katibi olarak atanan Lamartine, o günlerde Maria-Ann Birch adındaki bir İngiliz hanımla evlendi. Maria-Ann’a, çapkınlık yapmayacağına dair söz vermişti ve o tarihten sonra Alphonse de Lamartine’nin tüm maceraları politik oldu. Bu evlilikten 1822’de kızları Julia dünyaya geldi.

Alphonse de Lamartine 1830 yılında Fransa tahtına Louis-Philippe’nin geçmesinden sonra, politikaya atılmak için diplomatik görevlerinden istifa etmiş fakat seçimleri kaybedince eşi ve kızıyla, gençliğinden beri içini kemiren dini şüphelerine cevap bulmak, kızının hastalığına iyi gelir düşüncesi ve yazacaklarına ilham alabilmek için hep hayalini kurduğu doğu seyahetine çıktı. Şüphesiz yaşadığı yüzyılda Gustav Flaubert, Gerard de Nerval, Lord Byron ve Theophile Gauiter gibi Avrupalı şair ve yazarların yaptıkları doğu seyahatleri bu hayalinin en önemli nedenlerinden biriydi.

Onun çıktığı bu seyahat, tamamı Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bulunan Lübnan, Filistin, Suriye ve İstanbul’u kapsıyordu. Hasta olan kızı Julia bu seyahat sırasında hayatını kaybedip Beyrut’ta toprağa verilince uzun süre bu şehirden ayrılamadı. 

Ancak bu arada da, belki de kaybetme korkusuyla zafere herhangi bir enerji harcıyormuş gibi görünmeden ve hiçbir kampanya yürütmeden Fransa’daki seçimlerde yine aday olmuştu. 1833 yılında bu kez milletvekili seçildiği haberinin gelmesi üzerine seyahatini sonlandırarak Anadolu ve Almanya üzerinden yapacağı dönüş yolculuğuna başladı. İstanbul’a geldiğinde Sultan Abdülmecit tarafından çok iyi karşılandı ve İstanbul’da bulunduğu süre içinde, kendisine refakat etmek üzere Namık Paşa ve Halil Rıfat Paşa görevlendirildi. Sultan Abdülmecit ile dostluğunu uzun yıllar devam ettiren ve 1850 yılında ikinci kez Istanbul’a gelen Alphonse de Lamartine doğu seyahatine ilişkin anılarını 1935 yılında kitaplaştırdı. 

1833'te parlamentoya giren Lamartine, başlangıçta liberal bir mutlakiyetçi iken, yıllar geçtikçe daha demokratik görüşlere sahip oldu. 1842 yılından itibaren de “burjuva kral” Louis-Philippe’e muhalefeti gittikçe arttı ve monarşiyi sonlandıran “akşam ziyafetleri” adlı siyasi kampanyada aktif rol aldı. 1848 yılının Şubat Devrimi’nin de önemli bir figürü oldu. Devrim sonrası oluşturulan geçici hükûmette birkaç aylığına Dışişleri Bakanlığına getirildi. Onun da içinde yer aldığı bu geçici hükümet, soyluluk unvanlarını kaldırdı, politik suçlardan idam cezasını kaldırdı; Fransa kolonilerinde köleliği kaldırdı.

III. Napolyon bir darbeyle 1852 yılında imparatorluğunu ilan edince, Alphonse de Lamartine siyasetten tamamen ayrıldı. 

Türk dostu Lamartine, siyasi kariyeri sırasında birikimlerini kaybetmiş ve büyük maddi sıkıntı içine girmiş olduğundan ülkesinden ayrılıp Türkiye'ye yerleşmek istiyordu. Sultan Abdülmecit'e bir mektup yazarak, çiftlik kurmak üzere İzmir veya Marmara yakınlarında kendisine bir arazi verilmesini talep etti. Sultan Abdülmecit, Burgaz Ovası olarak anılan bölgede 38 bin dönümlük toprağın, mülkiyeti sadrazam Mustafa Reşid Paşa üzerine geçirilmek şartıyla Alphonse de Lamartine'e kiralanması ve kira bedelinin hazine tarafından ödenmesine karar verdi. Lamartine, Osmanlı yönetimi ile 25 yıllık kira sözleşmesi imzaladı ama çiftliğin işletilmesi için gerekli sermayeyi karşılayamadı ve projeden vazgeçmek zorunda kaldı. 

1851 yılından sonra hayatını yoksulluk içinde geçiren Lamartine, 1863'te eşini uzun ve acı veren bir hastalık yüzünden kaybetti. Kendisi de eşinin yokluğuna fazla dayanamadı. Ilk olarak 1867 yılında geçirdiği ani rahatsızlıktan sonra kısmen bilincini kaybetti. 1869 yılında da Paris'te yaşamını yitirdi.

On sekizinci yüzyılda Fransız yazar, şair ve siyasetçi kimlikleri ile Alphonse de Lamertine, işte bunları yaşayarak bu dünyadan geçti. Yazdığı kitaplar ve şiirler, bu dünyada bıraktığı düşünsel izler olarak hala okunmakta. 

Ülke olarak biz onu daha çok Türk dostu olması, 1854 yılında yazdığı ve 1859 yılında Paris’te yayımlanan “Osmanlı Tarihi” kitabıyla tanıyoruz. 

Bu kitabında, Hazreti Muhammed ile ilgili yazmış olduğu “Amacın büyüklüğü, imkanların küçüklüğü ve şaşırtıcı sonuçlar insan dehasının üç diğer kriteriyse, modern tarihteki herhangi bir büyük adamı, Muhammed ile karşılaştırmaya kim cüret edebilir. O bir filozoftu, o bir hatipti, o bir müjdeciydi, o bir yasa koyucuydu ve o akli dogmaları yeniden canlandırandı, o Muhammed’di.” gibi cümlelere aktardığı düşünceleriyle hem ülkemizde hem de İslam dünyasında sempati kazananan bir yazar oldu. 

Nedenini bilmiyorum ama Alphonse de Lamartine’nin diğer kitapları, özellikle de romanları ülkemizde çok okunan kitaplar arasında yer almadı. Oysaki romanlarında, hayatı boyunca yaşadığı olaylardan ve onların tetiklediği duygularla dolu karakterlerle örülü bir kurgu var. Ve herşeyden önemlisi, Alphonse de Lamartine romantizm akımının en önemli şair yazarlarından biri... “Raphael” ve “Graziella” da Alphonse de Lamartine’nin en önemli iki romanı... 

“Graziella” romanında gizemli bir hastalık, anlatıcı ana karaktere içinin sıkıldığı bir ortamdan sevdiği insanların yanına yolculuk etme fırsatı verir ve diğer romanı “Raphael”de de yine bir hastalık, kahramanları göl kıyısındaki kasabada bir araya getirir. Lamartine’nin hayat hikayesinden, Cizvit Koleji’nden kaçışı hikayesinden tanıdık geldi değil mi? 

Alphonse de Lamartine, “Graziella” nın hikayesindeki karakterin yaşını daha az sorumlu bir yaşa; yani 18'e indirir ve elbetteki kendi geçmişindeki cinsel maceralarına atıfta bulunmaktan kaçınır. 

Ve karakterin kendisine eşlik eden akrabalarını Livorno'da bırakıp tek başına Roma ve Napoli'ye gitme kararını , babasının hiç de istemediği bir özgürlük molası olarak sunar.

Hikayenin ana karakteri, yolda kendisinden çok daha yaşlı bir adamla seyahat eden kendi yaşındaki bir çocukla yakın arkadaş olur. Hatta o kadar yakın arkadaş olur ki, arabada arkadaşının omuzunda uyur. Ancak Roma'ya vardıklarında, yeni arkadaşının herhangi bir skandaldan kaçınmak için erkek kılığına girmiş yaşlı adamın metresi olduğunu anlar. Alphonse de Lamartine bu masumiyet ve erotizm kombinasyonundan kendi gerçek hayatında da yoğun bir şekilde etkilenmiş gibi görünüyor sanki…

Durun, bitmedi. Alphonse de Lamartine'in en ünlü bu iki romanında, genç bir adam ve bir kadın birbirlerine karşı bizim genellikle romantik aşk olarak düşündüğümüz şeyi hissediyorlar ama asla tam anlamda sevgili olmuyorlar, öpüşmüyorlar ve birbirlerine pek dokunmuyorlar. Romanın içinde bunun nedenleri yazmıyor elbette... O dönemi düşündüğümüzde ve Lamartine’i tanıyınca anlıyoruz ki, bunun görünürdeki nedenleri sosyal ve ahlaki... 

“Graziella”da, genç Fransız aristokrat ile Napoliten balıkçının kızı arasındaki sınıf farkı, özellikle Fransız aristokrat karakter için evliliği düşünülemez kılıyor. Görev aldığı hükümette köleliğin kaldırılmasını sağlayan Lamartine için anlamlı bir kurgu değil mi? 

Ve yine kendi hayatında olduğu gibi “Graziella”da da, gençliğinin uçarılığında savrulan gezgin bir ruhun, aşkın gölgesi ile karşılaşmasını, sevmenin en çok sevilmenin verdiği o muhteşem huzuru, memnuniyetle bir adaya hapsolmasını naif bir şekilde anlatıyor Lamartine… Duygulanıyorsunuz ve bir tatlı tebessüm size eşlik ediyor okurken ancak küçük bir iç sızısı ile beraber... 

“Graziella”yı okurken bu iki genci birbirlerinin kollarında olmasını istememek mümkün değil. Eğitimli aristokratın davranışında bir oyun ve performans unsuru olsa da, okuma yazma bilmese de “ruhunu hisseden” balıkçının kızı için bu duygunun ne kadar içten ve saf olduğunu fark etmemek de imkansız... 

Alphonse de Lamartine'in sevgi ve idealizm ile, yoğun duygular yaşamaya ama yara almadan kurtulmaya kararlı genç bir adamın narsisizmi arasındaki çatışmayı hissettirme şeklini takdir etmemek zor.

Alphonse de Lamartine “Ve işte ben aşkı böyle tanıdım; çocuk gözlerinde bir gözyaşıyla…” diyerek tarif ediyor aşkı; ama bin pişmanlıkla… 

Pişmanlıkla çünkü aşk sınıf farkı tanımıyor, aşk fedakarlık demek, aşk kendinden vazgeçmek demek yani üzerine giydirilen tüm statü ve rollerden arınmanı gerektiyor. 

İdealizm, narsisizm yerine romantizm ve çocuk saflığında sevmek gerekiyor.  Aksi takdirde Alphonse de Lamartine gibi, ister dağda ister denizde olsun, her insana eşit davranan tabiatın önünde diz çökerek “Graziella”, “Raphael” gibi romanlar ya da “Göl” şiirini yazıyorsun.

Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için
Demirleyemez miyiz?
Ey göl, henüz aradan bir sene geçti ancak,
Seyrine doymadığı o canım su yanında
Bir gün onu üstünde gördüğün şu taşa bak,
Oturdum tek başıma!
Altında bu kayanın yine böyle inlerdin;
Yine böyle çarpardı dalgaların bu yara,
Ve böyle serpilirdi rüzgarlarla köpüklerin
O güzel ayaklara.
Ey göl, hatırında mı? Bir gece sükut derin,
Çıt yoktu su üstünde, gök altında, uzakta,
Suları usul usul yaran kürekçilerin
Gürültüsünden başka.
Birden şu yer yüzünün bilmediği bir nefes
Büyülenmiş sahilin yankısıyla inledi
Sular kulak kesildi, o hayran olduğum ses
Şu sözleri söyledi;
‘‘Zaman, dur artık geçme, bahtiyar saatler, 
Siz akmaz olunuz artık!
En güzel günümüzün tadalım o süreksiz
Hazlarını azıcık!
Ne kadar talihsizler size yalvarır her gün,
Hep onlar için akın;
Günleriyle birlikte dertlerini götürün,
Mesutları bırakın.
Nafile isteyişim geçen saniyeleri;
Akıp gidiyor zaman.
Geceye‘‘Daha yavaş!’’deyişim boş; tan yeri
Ağaracak birazdan.
Sevişmek! Hep sevişmek! akıp giden saatin
Kadrini bilmeliyiz!
İnsan için liman yok, sahil yok zaman için,
O geçer, biz göçeriz! …’’
Kıskanç zaman, kabil mi sevginin kucak kucak
Bize zevki sunduğu sarhoş edici anlar,
Kabil mi uzaklara uçup gitsin çabucak
Matem günleri kadar?
Nasıl olur kalmasın bir iz avucumuzda?
Nasıl yok olur her şey büsbütün silinerek?
Demek vefasız zaman o demleri bir daha
Geri getirmeyecek?
Loş uçurumlar: mazi, boşluklar, sonrasızlık,
Acaba neylersiniz yuttuğunuz günleri?
Alıp götürdüğünüz derin hazları artık
Vermez misiniz geri?
Ey göl! 
Dilsiz kayalar! Mağaralar! Kuytu orman!
Siz ki zaman esirger, tazeler havasını,
Ne olur, ey tabiat o günlerin saklasan
Bari hatırasını!
Sakin demlerde olsun, deli rüzgarda olsun,
Güzel göl, etrafını süsleyen oyalarda,
O kapkara çamlarda, sularına upuzun
Dökülen kayalarda!
İster meltemlerinde, bir ürperişle esen
Seslerde, ister uzak ister yakında olsun,
Yahut gümüş pullarla sular üstünde yüzen
Ay ışığın olsun!
Kuduran fırtınalar, sazlar bize dert yanan,
Meltemini dolduran kokular, hep beraber,
Ne varsa işitilen, görülen ve koklanan,
Desin ki: ‘‘Seviştiler! ’’

Yetmiyor, “Eski Ev” şiirini yazıyorsun.

“İlk günden hatırlarım etrafını saçağın,
Bir asma kuşatırdı körpe filizleriyle.
Kokularla cezbedip küçük, çapkın kuşları,
Buğulu taneleri uzardı pencereye.

O baldan salkımları bize yaklaştırırdı
Uzatarak annemiz bembeyaz ellerini,
Biz,onun çocukları geri verirdik tekrar
Kuşlara üzümleri, emilmiş dallarını.

Seneler aktı gitti, artık ne kuş, ne anne
Biçare yaşlı asma sarardı ve çürüdü.
Kapıyı, duvarları vahşi otlar bürüdü,
Ve ben, ben ağlıyorum, o günlerin peşinde.”

Ve bunlar gibi daha birçok şiir… 

Çünkü hayatında artık o “Mahur Beste” çalmakta…

DİĞER YAZILARI Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad 01-01-1970 03:00 Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy 01-01-1970 03:00 Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy 01-01-1970 03:00 Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın 01-01-1970 03:00 Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter 01-01-1970 03:00 Hayaletler / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Hedda Gabler / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald 01-01-1970 03:00 Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe 01-01-1970 03:00 Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova 01-01-1970 03:00 Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu 01-01-1970 03:00 Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres 01-01-1970 03:00 Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi 01-01-1970 03:00 Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi 01-01-1970 03:00 Hayvan Mezarlığı / Stephen King 01-01-1970 03:00 Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa 01-01-1970 03:00 Othello / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 01-01-1970 03:00 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım 01-01-1970 03:00 Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl 01-01-1970 03:00 Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit 01-01-1970 03:00 Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu 01-01-1970 03:00 Ketum / Ümit Polat 01-01-1970 03:00 Macbeth / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan 01-01-1970 03:00 Oyalı Kase / Ayfer Güney 01-01-1970 03:00 Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan 01-01-1970 03:00 Roma’nın Batısı / John Fante 01-01-1970 03:00 Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles 01-01-1970 03:00 Hamlet / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün 01-01-1970 03:00 Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Kral Oidipus / Sophokles 01-01-1970 03:00 Kürklü Kişi / May Sarton 01-01-1970 03:00 Leyla ile Mecnun / Fuzuli 01-01-1970 03:00 Paul Verlaine / Stefan Zweig 01-01-1970 03:00 Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness 01-01-1970 03:00 Gılgamış Destanı 01-01-1970 03:00 Toza Sor / John Fante 01-01-1970 03:00 Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski 01-01-1970 03:00 Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie 01-01-1970 03:00 Geronimo 01-01-1970 03:00 Romeo ve Juliet / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Sonsuzluğun Sesleri 01-01-1970 03:00 Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes 01-01-1970 03:00 Selvi Boylum Al Yazmalım 01-01-1970 03:00 Elveda Saraybosna 01-01-1970 03:00 Amin Maalouf’un “Semerkant”ı 01-01-1970 03:00 Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Ivo Andriç / Drina Köprüsü 01-01-1970 03:00