Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa

Serhan Poyraz

05-07-2023 14:15

Advert

Hastane önünde incir ağacı 
Anam ağacı…
Doktor bulamadı bana ilacı 
Anam ilacı…
Baştabip geliyor zehirden acı 
Anam vay acı…

Garip kaldım yüreğime dert oldu 
Anam dert oldu…
Ellerin vatanı bana yurt oldu
Anam yurt oldu…

Mezarımı kazın bayıra düze
Anam oy düze…
Yönünü çevirin sıladan yüze
Anam o yüze…
Benden selam söylen sevdiğimize
Sevdiğimize…

Başına koysun karalar bağlasın
Anam bağlasın…
Gurbet elde kaldım diye ağlasın
Anam ağlasın...

Bu türküyü biliyorsunuzdur ve mutlaka dinlemişsinizdir. Ne kadar da içimize;  en derinimize dokunan bir ezgisi ve sözleri var değil mi? Çünkü Türk halk müziği ezgileri yani türkülerimizin hep bir yaşanmışlığı, bir hikayesi var. Anadolu’da bir felaket ya da güzel bir olay yaşandığında, bu olay destanlaşıp dilden dile söylenir ve o yörenin aşıkları tarafından ezgileştirilir; tıpkı Yozgat/Akdağmadeni yöresine ait “hastane önünde incir ağacı” türküsünde olduğu gibi…

Üstelik anlatılanlara göre, “hastane önünde incir ağacı” türküsünün birbirinden farklı iki hüzünlü hikayesi var. 

İkinci Dünya Savaşının henüz sona erdiği yıllarda Nedret adında Yozgat Akdağmadeni’nden bir genç, öğretmen olma hayali ile Kayseri Pazarören Köy Enstitüsü'nde okuyormuş. Nedret’in bir hayali de, okulu bitirir bitirmez sevdiği ile evlenmekmiş; ancak 1947 yılının çok çetin geçen kış aylarında Nedret üşütüp rahatsızlanınca, yarı ahşap yarı toprak olan enstitünün revirine yatırılmış. Revirde yattığı sırada yangın çıkınca Nedret, hasta ve bitkin olduğu için hızla alev alan revirden dışarı kaçamamış. Arkadaşları ve öğretmenleri onu kurtarana kadar maalesef vücudunda çok ciddi yanıklar oluşmuş. Bunun üzerine, okul arkadaşları ve öğretmenleri, aman vermeyen kar ve tipiye rağmen olağanüstü bir gayret ile çalışarak, küreklerle yolları açarak Nedret'i, Kayseri'deki bir hastaneye yetiştirmeyi başarmışlar. Doktorlar vücudunun büyük bölümü ciddi şekilde yanmış olan bu genç adam için çok uğraşsalar da, Nedret birkaç gün içinde maalesef hayatını kaybetmiş.

Bu olay, hastanenin önünde iyi haber bekleyen arkadaşlarını ve öğretmenlerini derin bir üzüntüye boğmuş. Cenazeyi alarak enstitüye doğru yola çıkmışlar ve yolculuk sırasında, hayatını kaybeden Nedret'in sınıf arkadaşları içli bir ağıt yakmışlar. “hastane önünde incir ağacı” ismiyle bilinen işte bu türkü, Yozgat Akdağmadenli Nedret isimli, evlilik hayalleri kuran nişanlı bir öğrencinin, Pazarören Köy Enstitüsü'nde eğitim görürken yaşamını yitirmesi üzerine yakılmış bir ağıttır der, ilk hikaye…

İkinci bir hikayeye göreyse, Yozgat Akdağmadeni’nde iki komşu aile, çocuklarını beşik kertmesi yapmış ilk doğduklarında…Aradan yıllar geçmiş, çocuklar büyümüş ve evlilik çağına gelmiş. Oğlan, söz yüzüğünü takıp İstanbul’da askerlik yapmaya gitmiş. Fakat askerde verem hastalığına yakalanmış. Hava değişimi alıp  Yozgat'a ailesinin yanına gelmiş. O zamanlar bu hastalığın tedavisi yokmuş ve bu hastalığın bulaşıcı olduğu bilinirmiş. Oğlan, evlerinde istirahata çekilmiş. Kız tarafından hiç kimse geçmiş olsuna gelmemiş. Kendileri gelmediği gibi kızlarını da göndermemiş. Oğlan, günden güne mum gibi erimiş de erimiş. Oğlanın anası da , babası da bu durum karşısında çok üzülmüş. Zaten çok da fakirlermiş. Kız tarafına yalvarmış, yakarmışlar, araya hatırlı kişiler koymuşlar "Ne olur oğlumuz sözlüsünü uzaktan da olsa bir kez görsün. Belki morali düzelir de hastalığı da iyileşir" diye günlerce dil dökmüşler. Kız tarafı sadece "Oğlan tedavi olsun, iyileşsin bakalım. Ondan sonra kızımızı oğlunuzla görüştürürüz" demiş. 

Bu arada genç, İstanbul'da askerdeyken rapor aldığı “İstanbul Yakacık Sanatoryumu”nda tedavi olmak için yola çıkmış. Uzun süre bu hastane de yatmış. Ne geleni olmuş, ne de gideni... Hastalığı da gün geçtikçe ağırlaşmış. Hasta oğlanın gözünde gönlünde anası, babası, hele nazlı sözlüsü tüter olmuş. Günlerce, hastanenin balkonuna çıkıp etrafı seyredermiş. Yine bir gün etrafı seyrederken sözlüsü, ana-babası düşmüş aklına… Bir ara gözü hastanenin bahçesindeki incir ağaçlarına ilişmiş. Almış bir kağıt kalem ve o titreyen, kalemi bile zor tutan elleriyle bir şiir yazmış. O günden bir süre sonra hastanede ölmüş. 

Bu haber Yozgat'taki ailesine ulaşmış. Gencin ailesi çocuklarının cenazesini fakirlikten dolayı Yozgat'a getirememiş. Cenazeyi İstanbul'da toprağa vermişler. Hastaneden, eşyaları ile şapkasının içine sakladığı bu dizelerle süslü kağıtları ailesine teslim etmişler. Şiir, zaman içinde türküye dönüşmüş, dilden dile söylenmeye başlanmış. 

İşte bu içli sevdâ türküsü, sevip de kavuşamayan âşıkların türküsü olarak hâlâ yaşlı gözlerle dinlenir. 

Allah kimseye dermansız hastalık vermesin ve sevenleri ayırmasın! 

Hasta olup gözleri kapılarda ziyaretçi beklemek ya da sevdiğimiz birinin iyi haberini alabilmek için hastane önünde beklemek zor gerçekten de. Ama bunları hayatın içinde zaman zaman yaşıyoruz ve ben her iki durumu da yaşadım. Hasta olunca veya sevdiğimiz birisi hasta olunca anlayabiliyoruz, tüm bunların gerçek anlamda ne demek olduğunu. 

Herkes birşeyler söylüyor; yaşadıkları veya çevrelerinde gördükleri olumsuz olaylar hakkında… Kelimeler peşi sıra sıralanıyor, cümleler, sayfalar dolusu yazılar… Ama beyhude bir çaba çoğu zaman. Bir kelimenin ne demek istediğini o kelimeyi okuyunca veya duyunca değil ancak o kelimeyi bizzat yaşayınca gerçek anlamda anlıyorsun.  Ya da başına gelmeden ciddiye almıyorsun okuduklarını, duyduklarını belki de…

Yazmak, ifade etmek, anlamak demişken edebiyat dünyasına bakalım. William Shakespeare, Goethe, Tolstoy, Dostoyevski, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi ismi burada saymakla bitmeyecek tüm büyük yazarların bizzat yaşadıklarından ilham alan kurgularla kaleme aldıkları romanların evrensel olduğunu ve bu romanların onlarca, yüzlerce yıl sonra hala büyük okuyucu kitlesine ulaştıklarını görürüz. 

İşte Peyami Safa da Türk edebiyatının bu tarzda yazan en önemli yazarlarından biri… “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” romanının ilk baskısını 1930 yılında yapan Peyami Safa, o dönem bir anda Türk edebiyat dünyasında bir anda tüm dikkatleri üzerine çekmişti. 

O tarihten sonra da “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” Peyami Safa’nın en beğenilen ve en çok basılan yani en çok ilgi gören romanı oldu. Bu ilginin önemli sebepleri vardı; çünkü Türk edebiyatı bu romanla, roman yazmaya dair bazı yeniliklerle tanışmıştı. 

Örneğin, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” Türk edebiyatında yazılmış ilk otobiyografik romandır. Peyami Safa’nın kendi hayatında izler, romanın anlatıcısı olan ana karakterde fazlasıyla mevcut. Mesela, Peyami Safa dokuz yaşındayken bir kemik hastalığına yakalanmış ve doktorlarca kolunun kesilmesine karar verilmiş ancak o buna izin vermemiş ve onyedi yaşına kadar hastane koridorlarında zor zamanlar geçirmiş. Bu romanın da ana karakteri, yedi yaşından beri kemik hastalığı ile uğraşan onbeş yaşında hasta bir çocuk. Romanın kurgusu bu hasta çocuğun 1915 yılında yaşadıklarını anlattığı bir hatıra defteri şeklinde oluşturulmuş.

Bu romandaki dikkat çekici hususlardan biri de, romanın ana karakteri ve anlatıcısı olan hasta çocuğun isminden romanda hiç bahsedilmez. Bu yönüyle de, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” bilinçli olarak, romancının değil roman kahramanının gözlemlerini esas alan ilk Türk romanıdır. 

Peyami Safa’nın bu romanı, çağdaş bir psikoloji romanı olma özelliğini taşır. Bu romanda Peyami Safa, manevi ıstırabı, hasta beden ve onun ruhunu, ahlak bunalımını, kişi-toplum çatışmasını, vicdan azabını ve yalnızlık duygularını ustalıkla işlerken, okuyanı çocuğun ruh haline odaklıyor. Öyle ki, romanda çocuğun dış görünüşü hakkında hiçbir tasvir yok. Kahramanımızın adını bilmediğimiz gibi fiziksel görünüşünü de bilmiyoruz. 

Roman, çoğunluğu hastanede olmak üzere üç ayrı mekanda geçiyor. Hastanenin yanısıra, çocuğun kenar mahallelerin birinde bulunan evi ve Erenköy’deki köşk romanda geçen diğer mekanlar… Peyami Safa, her üç mekanı da yine çocuğun bakış açısından anlatıyor. Bu anlatımlarda mekanlar, çocuğun ruh haline göre anlam kazanıyor. Yani Peyami Safa, mekanları çocuğun ruh halini okuyana hissettirebilmek amacıyla kullanıyor.

Nazım Hikmet, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” tefrika halinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlandığında, bir değerlendirme yazısı yazarak bu romandan övgüyle şöyle söz etmiştir;

“Ben Peyami’nin bu son romanını üç defa okudum, otuz defa daha okuyabilirim ve okuyacağım. Bu kitabın karşısında ben, yıldızlı göklerin sonsuzluğuna bakan ve o layetenahi (sonsuz) alemde yeni pırıltılar, o zamana kadar hiçbir gözün görmediği acayip, fakat hakiki alemler keşfeden müneccimin hayranlığını duymaktayım. Eğer ıstırabı, azabı ve neşeyi coşkun bir ciddiyetle duyan öz ve halis halk kitleleri okuma yazma bilselerdi, bu romanın, on bin, yüz bin, hatta bir milyon satması işten bile değildir.”

Bu etkileyici değerlendirmeden sonra Peyami Safa, bu romanın 1930 yılındaki ilk baskısını Nazım Hikmet’e ithaf etmiştir. 

Sadece Nazım Hikmet değil, dönemin Türk edebiyatındaki diğer bazı isimler de bu kitap hakkında övgü dolu sözler söylemişlerdir. 

Ahmet Hamdi Tanpınar bu kitabı “Acının ve ıstırabın yegane kitabı” olarak tanımlarken bu romanın, devrin romanlarından en büyük farkının mekan planı olduğunu, cicili bicili balo salonlarının yerine, tüm gerçekçiliği ile bir hastanenin mekan seçilmesinin dikkat çekici ve önemli bir şey olduğunu vurgulamış ve bu romanın isimsiz kahramınını da şöyle tanımlamıştır;

“On beş yaşında küçük bir adam, size etinin ve ruhunun acılarını anlatıyor. Ağır başlı, lisanına ve olgun bir yaşta ancak tabii görülebilecek düşünce tarzına taaccüp etmemelidir. Bu çocuk ruhu, ilk ve esas terbiyeyi zaruret ve hastalık gibi iki keskin ve acı tecrübeden almıştır, ölümün yıllarca küçücük uzviyetinin etrafında insafsız bir ısrarla dolaştığını, nihayet ayıklanmaz bağlarla ona yapıştığını görmüş, hastane koridorlarında nöbet beklemiş, beyaz duvarlarına ilaç ve yara kokusu sinmiş çıplak odalarda, sakat ve alil bir vücudu sürükleyen hazin bir istikbal düşüncesinin üstüne kapanmış, sevgi dolu bir annenin üzüldüğünü görmemek için, acılarını saklamayı, hatta onlardan yabancı bir şey gibi kayıtsız ve ehemmiyetsiz bahsetmeyi öğrenmiştir. Bir kelimeyle o, yaşının çocuğu değil, acının ve talihin adamı yani sadece hastadır.”

O dönemin önemli şairlerinden Cahit Sıtkı Tarancı ise:

“Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ile Peyami Safa, sanatının olgunluk dönemine giriyor. Bugünkü Peyami Safa’yı bize işaret eden ilk kusursuz, yetkin, bütünüyle insancıl ve her satın göğsünden kopmuş bir damar gibi taze ve hayat fışkıran bir kitap” 

diyerek hayranlığını ifade etmiştir. 

Neydi bu romanın başarısının sırrı? 

Bence bu başarıda Peyami Safa’nın iyi bir tahlil romancısı olmasının payı büyük. Peyami Safa, romanlarında kişileri hatta eşyaları bile psikolojik bir dikkatle gözlemliyor. 

İçinde yaşadığı toplumun Tanzimat’tan başlayarak yaşadığı kimlik probleminin farkında ve Türk toplumundaki ahlak çöküntüsünü, hızlı bir şekilde giriş yapılan medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmaları gözlemlemiş Peyami Safa... Kendisi inkilapçı; ancak geçmişle gerekli olan bağların kopmasına da karşı biri... Onun Doğu-Batı sentezine göre, Batı’dan devrimciliği ancak Türk kültürüyle yoğuracaksak almalıyız. 

Peyami Safa “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” romanında zıt kavramları, duygu ve düşünce tezadını, halkın içindeki sınıflar arası çatışmaları, halkın içinden gelen, halkı önemseyen ve halkı anlayan bir yazar olarak irdeliyor ki, romanının başarısındaki en önemli etmenlerden biri de bu bana göre…

Özetleyecek olursak, Peyami Safa “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nu yazdığı yıllarda, İstanbul’daki çevresinde, bir yanda köklerinden kopmuş, ahlakça çürümüş, para ve zevk içinde yaşayan bir zümre; bir yanda da İslami geleneklerle yetişmiş, milli ve manevi değerlere bağlı, yurtsever, dürüst bir zümrenin var olduğunu gözlemliyor ve bu karşıtlığı romanının kurgusuna Doğu-Batı çatışması çerçevesinde ele alıyor ve bunu bir çocuğun ruh halindeki değişimler üzerinden en saf halinde anlatıyor.

Romanın sonlarına doğru William Shakespeare’in “Hamlet”inin ünlü mezarlık sahnesi ile “metinlerarasılık” yapan Peyami Safa, Hamlet, Horatio ve mezarcı arasındaki diyaloglar üzerinden de vermek istediği mesajları daha belirgin ve etkileyici bir hale getiriyor. 

Peyami Safa’nın yaklaşık yüz yıl önce söylemek istedikleri, Shakespeare’in “Hamlet”i dört yüz yıl önce yazarak dikkat çekmeye çalıştığı duygular ve günümüz dünyasında hala aynı olumsuzlukların yaşanmakta olduğu düşünülürse, insanoğlunun mekan ve zaman fark etmeksizin yaşamının içinde hastalanan ruhunu, hala iyileştirme çabasında olduğunu anlamak fazla zor değil. 

Belli ki doktorlar hala bulamadı ilacı… O zaman ne olacak? “Hastane önünde incir ağacı” mı? 

Incir ağacının mitolojide temsil ettiği şeylerden biri bilgeliktir. Hastane önünde olmasın bu bilgelik? Bir olumsuzluğu sadece başımıza gelince değil, her zaman hissedip gerçekte ne demek olduğunu anlayabilirsek belki iyileşmek daha kolay olur. Ne dersiniz?

Haydi o zaman her daim sağlıkla ve muhabbetle…

DİĞER YAZILARI Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad 01-01-1970 03:00 Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy 01-01-1970 03:00 Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy 01-01-1970 03:00 Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın 01-01-1970 03:00 Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter 01-01-1970 03:00 Hayaletler / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Hedda Gabler / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald 01-01-1970 03:00 Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe 01-01-1970 03:00 Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova 01-01-1970 03:00 Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu 01-01-1970 03:00 Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres 01-01-1970 03:00 Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi 01-01-1970 03:00 Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi 01-01-1970 03:00 Hayvan Mezarlığı / Stephen King 01-01-1970 03:00 Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Graziella / Alphonse de Lamartine 01-01-1970 03:00 Othello / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 01-01-1970 03:00 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım 01-01-1970 03:00 Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl 01-01-1970 03:00 Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit 01-01-1970 03:00 Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu 01-01-1970 03:00 Ketum / Ümit Polat 01-01-1970 03:00 Macbeth / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan 01-01-1970 03:00 Oyalı Kase / Ayfer Güney 01-01-1970 03:00 Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan 01-01-1970 03:00 Roma’nın Batısı / John Fante 01-01-1970 03:00 Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles 01-01-1970 03:00 Hamlet / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün 01-01-1970 03:00 Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Kral Oidipus / Sophokles 01-01-1970 03:00 Kürklü Kişi / May Sarton 01-01-1970 03:00 Leyla ile Mecnun / Fuzuli 01-01-1970 03:00 Paul Verlaine / Stefan Zweig 01-01-1970 03:00 Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness 01-01-1970 03:00 Gılgamış Destanı 01-01-1970 03:00 Toza Sor / John Fante 01-01-1970 03:00 Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski 01-01-1970 03:00 Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie 01-01-1970 03:00 Geronimo 01-01-1970 03:00 Romeo ve Juliet / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Sonsuzluğun Sesleri 01-01-1970 03:00 Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes 01-01-1970 03:00 Selvi Boylum Al Yazmalım 01-01-1970 03:00 Elveda Saraybosna 01-01-1970 03:00 Amin Maalouf’un “Semerkant”ı 01-01-1970 03:00 Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Ivo Andriç / Drina Köprüsü 01-01-1970 03:00