Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün

Serhan Poyraz

29-12-2022 22:55

Advert

“Anne sana kim dedi yavrunu doğurmayı?
Sanki karnında fazla yaramazlık mı ettim?
Senden istemiyordum ne tacı, ne sarayı;
Karnında yaşıyordum, kafiydi saadetim.

Bir kere doğurdunsa, sonra niçin büyüttün?
Kundakta, beşikte de bir zahmetim mi vardı?
Koynundan niçin attın yavrunu bütün bütün?
Bilmiyor muydun ki o yalnızlıktan korkardı.”

Cahit Sıtkı Tarancı, çocukluğunu doğduğu Diyarbakır’da geçirip ilkokulu bitirdikten sonra, ailesi tarafından İstanbul’a; Saint-Joseph Lisesi’ne gönderilmişti. Ama o, annesine çok düşkündü ve ondan ilk kez bu kadar uzak kalmanın yanısıra okulun kendisine yabancı ve kasvetli gelen havası, yalnızlaşmasına ve iyice içine kapanmasına yol açmıştı.

“Gölde bir yolcu gibi yalnızlığım içinde
Kavrulup gidiyorum.
Serseri bir rüzgar gibi hep ganimet peşinde
Savrulup gidiyorum.
(…)
Bir kış güneşi gibi ben keyfimin esiri
Görünüp gidiyorum.
Ne belli bir yerim var, ne de sevdiğim biri
Sürünüp gidiyorum.”

Dört yıl Saint-Joseph Lisesi’nde okuduktan sonra 1928 yılında imtihanla Galatasaray Lisesi’nin dokuzuncu sınıfına geçtiğinde, şiire olan ilgisi oldukça üst düzeydeydi. Galatasaray Lisesi’nde okumak, onun hayatındaki önemli bir dönüm noktası olmuştu; çünkü burada, başta şair Ziya Osman Saba olmak üzere çok samimi ömürlük dostlar edinmiş ve adeta edebi kişiliği filizlenmişti.

Ziya Osman Saba’nın yönlendirmesiyle Fransız şair Charles Baudelaire’i okumaya başladıktan sonra da şiire dair tüm düşünceleri değişmişti. Charles Baudelaire izlemesi gereken yolu ona göstermişti. Adeta, ona suyun dibine inmeyi öğretmişti. Cahit Sıtkı, kendi içiyle dışı arasındaki farkı, onun “Kötülük Çiçekleri” kitabını okuduktan sonra anlamıştı.

Durmadı, diğer sembolist şairleri de okudu. Fransız şiiri, içine girdikçe derinleşen bir deniz, baktıkça genişleyen bir gökyüzü, dokundukça yeşillenen bir ağaç, içtikçe de susanan su gibi olmuştu Cahit Sıtkı için…Paul Verlaine’nin “Herşeyden önce müzik”; Mallerme’nin “Şiir kelimelerin dinidir”; Paul Valery’nin “Söylemek yeterli değil, duyurmak lazım; hatta güzel duyurmak lazım” sözleri içinde patlamalar yaratmıştı.

“Ben, bu dünyaya yanlış gelmiş olacağım ben
Ben öyle her insandan, o kadar uzağım ben,
Gene bu gözlerimdir okşanacak şey arar,
Yoksa içimde başka bir dünya hasreti var.

Uyanır gibi birden bu korkulu rüyadan
O içimden sevdiğim, benim olan dünyadan,
Bir ses bana “gel!” dese, ben sesi işitsem;
Kimsecikler duymadan bir kapı açıp gitsem!”

Kendi ruhunda, Türk edebiyatında eşi bulunmayan yeni bir alemin doğmaya hazırlandığını hissediyordu ve kendisi de aslında ilk günden beri bu alemin yolunu arıyor olduğunu yeni anlamıştı ve bu somut dünyadan kurtulmanın hasretiyle yazmak istiyordu.

“Yanyana dururdu bir devle bir cüce
Gördüm bir aynada içimle dışımı
Bu müthiş tezadı duyup düşündükçe,
Nasıl zaptedeyim ben haykırışımı”

Bir kadehin içindeki okyanus gibiydi, çağlamak istiyordu. Karar vermişti, sadece şair olacaktı. Ancak babası Bekir Sıtkı, Cahit Sıtkı’nın şair değil, okuyup vali olmasını istiyordu. Cahit Sıtkı, çok sevdiği babasına karşı geldi ve onunla ilişkilerini koparmayı göze aldı. Bunun sonucunda da, kendisini büyük maddi ve manevi sıkıntıların içine soktu.

“Mecnun’um; şikayet etmem Leyla’dan;
Başıma ne dertler açtığı halde,
Ne mümkün vazgeçsin bu sevdadan?
Bir kere karar kıldık bu hayalde”

Ama şiir, Cahit Sıtkı’nın yaşamının gayesi ve uğruna herşeyi göğüsleyebileceği vazgeçilmez bir sevdaydı. Nitekim, 1931 yılında mezun olduğu Galatasaray Lisesi’nden sonra girdiği Mülkiye Mektebi’nden ayrıldı ve kendisini tamamen şiire adadı.

1932 yılında Cumhuriyet gazetesinin üçüncü sayfasında ve sayfayı boydan boya kaplayan “YENİ BİR ŞAİR” başlığı altında yayımlanan makalesinin sonunda Peyami Safa, şiir ve edebiyat severlere şöyle sesleniyordu; “İstikbalin Abdülhak Hamid’i! Not defterinize adını yazmak isterseniz; Cahit Sıtkı!”

Artık şiir ve edebiyat dünyası onu tanıyordu. 1933 yılında ilk şiir kitabı “Ömrümde Sükut”u çıkardı. Cahit Sıtkı birçok şiirinde insan hayatının faniliğini, geçiciliğini düşünerek “ölüm” fikri etrafında ısrarla durmasıyla dikkat çekiyordu. Büyük ölçüde dini ve tasavvufi esaslardan, duygu ve düşüncelerden kaynaklanan divan şiirimizde ölüm, “ebedi sevgiliye kavuşma” olarak kabul edilmişti. Cahit Sıtkı da divan şiirine ilgiliydi ama onda bir “hayal sükutu” söz konusuydu. Çünkü, hayata bağlılık ve onun nimetlerinden yararlanma arzusu, onun şiirlerinde ağırlık merkezini teşkil etti. Hal böyle olunca da, ölüm onun için kendisini alıştığı hayattan, yaşamaktan ayıran bir “karanlık gece” oluverdi. Bu açıdan bakarsak Cahit Sıtkı, ölümle alay edercesine hayatla birlikte şarkılar söyleyen, oyunlar oynayan Nedim’in ve ölüm karşısında duyduğu karamsarlık ve korku konusunda da Baki’nin etkisinde kalmış izlenimi vermekte.

Gençliğinde hissettiği yalnızlığa sığınışı, çok şeye boş vermiş anlayışa bağlanmak arzusu ile dolu olan Cahit Sıtkı, yaşamayı en değerli varlık kabul eden nihilist bir çizgide kendini, içki meclisinin o esrarlı havasına; bohem hayatın kendisine has dünyasına teslim etti.

“Mademki vakit akşam,
Madem ne evim barkım,
Ne de bir tek aşinam,
Açılsın gizli sofram,
Gelsin kadehte rakım,
Dostum, neşem ve şarkım
Mademki vakit akşam!”

1938 yılında Paris’e gitti ve 1940’da II.Dünya Savaşının başlaması üzerine yurda döndü. 1941-43 yılları arasında askerliğini Ankara ve Balıkesir Burhaniye’de yaptıktan sonra, Ankara’da Anadolu Ajansı, Toprak Mahsülleri Ofisi, MEB Tercüme Bürosu gibi yerlerde çalıştı.

Şiir sanatını, kelimelerle şeklin mükemmel tarzda birleşmesi olarak gören Cahit Sıtkı da, Mallerme gibi “Şiir kelimelerin dinidir” diye düşünüyordu. Çünkü ona göre şiir; bir hüner, bir ustalık ve ihtiras işiydi. Herkes şiir yazamazdı ve şiiri tam anlamıyla iş edinmek ve şiir için yaşamak ve herhangi bir ölçüye ya da tarza bağlı kalmadan içinden geldiği şekilde söylemek gerekiyordu. Ama tabi ki de şiir sanatında kelimelerin bir istikrarı ve dengesi esas olmalıydı. Bu düşüncesini şair Ziya Osman Saba’ya şöyle açıklamıştı;

“Mesela salatada… Yeşil salata, zeytinyağı, sirke, mevsiminde domates filan bu salatanın lezzet unsurlarıdır. Fakat bu salataya şeker eklettin mi ne olur? Canım salata rezil, kepaze olur. Halbuki şeker gayet kıymetli, tatlı bir şeydir. Şiirde de aynı şey geçerlidir. Mesela güzel bir duyuş, bir hayal, bir bilmem ne yerini ve sentezini bulmadı mı, salatadaki şekerin gülünç vaziyetine düşer. Yağı fazla kaçmış pilav da, lezzetini kaybetmiş demektir. Mısrada da fazla kelime aynı neticeyi doğurur; mısranın edasını çirkinleştirir, bozar mısrayı, mısralıktan çıkarır. İşte bütün bu esaslar çerçevesinde; her kelime hissesine düşen sesi, mana, çağrışım ve daha bir sürü vazifeleri yerine getirmek zorundadır. Böyle olmayan kelimelerin ise, mısrada yeri yoktur.”

Şiirin şekil mükemmeliyeti olduğuna inanan Cahit Sıtkı,  “Söylemek yeterli değil, duyurmak lazım, hatta güzel duyurmak lazım” diyen Paul Valery gibi de düşünüyordu ve benzer şekilde kendisi de diyordu ki “Bir edebi eserde söyleniş şekli, söylenilen şeyden üstündür.” Ancak şiirin bir de olmazsa olmazı vardır; yazıldığı devir ve şekli ne olursa olsun, şiir daima “insan” unsurunu ele almalıdır.

Tüm bu düşüncelere sahip Cahit Sıtkı, şiirde propagandayı hiçbir zaman düşünmemiş ve hiçbir şiir grubunun içinde yer almamıştır. Ziya Gökalp halasının oğludur. Bunu bile çok fazla insan bilmezdi. Politika ile hiç ilgilenmedi. İkinci Dünya Savaşının insanlık üzerinde açtığı etkileri ruhunda hissetti ve yine “güzel” olanı hayali etti.

“Memleket isterim,
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun!
(…)
Memleket isterim,
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun!”

Her Türk genci gibi Atatürk’üne oldukça düşkündü ve ülkenin o dönemde içinde bulunduğu siyasi ortamın Ata’sını üzdüğünü düşünüyordu.

“Atatürk’üm eğilmiş vatan haritasına
Görmedim tunç yüzünde böylesine geceler
Atatürk n’eylesin memleketin yarasına
Uçup gitmiş elinden eski makbul çareler
(…)
Git hemşerim git kardeşim toprağına yüz sür
O’dur karşı kıyıdan cümlemizi düşünür
Resimlerinde bile melul mahzun görünür
Atatürküm kabrinde rahat rahat uyumak ister”

Tam da otuzbeş yaşına girdiğinde yazdığı “Otuz Beş Yaş” şiiri, Cahit Sıtkı’nın hemen hemen bütün sanat anlayışını üzerinde toplayan bir şiirdi. İçinde yaşadığı tarihi, sosyal ve siyasi şartlar, ona geçmişe bağlılık, geleceğe ümit ve heyecanla bakma yerine, yaşanılan an’a sımsıkı sarılma duygusunu vermişti. Şiirin konusunun, öznesinin bizzat kendisinin olduğu bir tablo çizmişti. Objesiyse, yani kendisi dışında ele aldığı, ilgi duyduğu nesne ise sevdiği, bağlandığı hayat ve dünyaydı.

“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak yakarmak nafile bugün
Gözünün yaşına bakmadan gider.

Şafaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
(…)
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında…”

Yıllar akıp gidiyordu. Cahit Sıtkı gerek ruhi, gerekse fiziki özellikleriyle çevresindekilerden uzaklaşmış ve kendi dünyasına kapanmıştı ama bir yandan da, yaşadığı bohem hayatından kurtulmak istiyordu.

“Paydos bundan böyle çılgınlıklara!
Sert konuşmaya başladı aynalar
Yetişir koştum aşkın peşi sıra
Bitirdi beni bu içki ve kumar.

Yaş ilerliyor… Artık geçti bizden
Kişi ev bark edinmeli vakitken,
Gün gelince biz değil miyiz ölen?
Cenazemiz yerde kalmasın dostlar!”

Ve Cahit Sıtkı, Ankara’da Çalışma Bakanlığında görevli iken birgün Cavidan Tınaz ile tanıştı ve ona karşı büyük bir aşk duymaya başladı. 1951 yılında evlendiler ve Cahit Sıtkı’nın hayatında yeni bir dönem başlamış oldu.

Ancak Cahit Sıtkı’nın mutluluğu çok uzun sürmedi. 1954 yılı Ocak ayında sağ tarafına felç geldiğinde konuşma yetisini kaybetmişti. Önce İstanbul, sonra memleketi Diyarbakır derken, son olarak da Ankara’ya götürülmüştü. Hafızasına işlerlik kazandırmak için kendisine sürekli şiirleri okunuyordu. Cahit Sıtkı Tarancı, o güne kadar kendisine yapılan tüm tıbbi müdahalelere yanıt vermemiş olsa da, mucizevi bir şekilde kendi şiirlerine tepki vermeye başladı.

“Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur,
Ah aklımdan ölümüm geçer,
Sonra bu kuş, bu bahçe bu nur.

Ve gönül, Tanrısına der ki;
Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!”

Söylenenleri anlamaya başlayıp 15-20 kadar kelimeyi söyleyebilecek hale geldi. Hatta daha da ileri gitti; felçli olan sağ kolunu oynatmaya, bükülü kalan sağ kolunu kıpırdatmaya başlamıştı. Hayata yeniden şiirleri ile tutunmuştu, yavaş yavaş yürümeye bile başlamıştı.

1956 yılında tedavi için gittiği Viyana’da, o çok korktuğu ölümle yüzleşti ve 12 Ekim 1956’da zatülcempten hayata gözlerini yumdu.

“Çıngıraksız, rehbersiz deve kervanı nasıl,
İpekli mallarını kimseye göstermeden,
Sonu gelmez kumlara uzanırsa muttasıl,
Ömrüm öyle esrarlı geçecek ses vermeden.

Ve böylece bu ömür, bu ömür her dakika,
Bir buz parçası gibi kendinden eriyecek.
Semada yıldızlardan, yerde kurtlardan başka,
Yaşayıp öldüğümü kimseler bilmeyecek!”

diye yazmış olsa da “Ömrümde Sükut” şiirinde, o şair-i maderzat yani anadan doğma şairdi. Tüm hayatını şiir için yaşadı, yaşadıklarını ve hissettiklerini içinden geldiğince mısralara sığdırdı ve müzikalitesiyle saf (öz) Türk şiirinin en önemli şairlerinden biri oldu. Elbette ki onu tanıyordum birkaç şiirini de biliyordum ama Önder Göçgün’ün “Cahit Sıtkı Tarancı” kitabıyla onun hayatını, edebi kişiliği ve şairliğini ve eserlerini detaylı bir şekilde öğrendim.İtiraf etmeliyim ki bir başka boyuta taşıdı beni Cahit Sıtkı... Şiirlerini defalarca okumaktan kendimi alamadım. 

Zaman akıyor, her geçen gün yaş alıyoruz. Ve işte 2022 yılı da bitiyor. 

Öyleyse;

“Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Baş kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.”

Gelsin 2023… Sağlıkla, pozitif enerjisiyle, mutlulukla, sevgiyle ve aşkla…

DİĞER YAZILARI Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad 01-01-1970 03:00 Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy 01-01-1970 03:00 Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy 01-01-1970 03:00 Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın 01-01-1970 03:00 Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter 01-01-1970 03:00 Hayaletler / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Hedda Gabler / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald 01-01-1970 03:00 Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe 01-01-1970 03:00 Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova 01-01-1970 03:00 Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen 01-01-1970 03:00 Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu 01-01-1970 03:00 Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres 01-01-1970 03:00 Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi 01-01-1970 03:00 Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi 01-01-1970 03:00 Hayvan Mezarlığı / Stephen King 01-01-1970 03:00 Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar 01-01-1970 03:00 Graziella / Alphonse de Lamartine 01-01-1970 03:00 Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa 01-01-1970 03:00 Othello / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 01-01-1970 03:00 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım 01-01-1970 03:00 Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl 01-01-1970 03:00 Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit 01-01-1970 03:00 Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu 01-01-1970 03:00 Ketum / Ümit Polat 01-01-1970 03:00 Macbeth / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan 01-01-1970 03:00 Oyalı Kase / Ayfer Güney 01-01-1970 03:00 Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan 01-01-1970 03:00 Roma’nın Batısı / John Fante 01-01-1970 03:00 Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles 01-01-1970 03:00 Hamlet / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Kral Oidipus / Sophokles 01-01-1970 03:00 Kürklü Kişi / May Sarton 01-01-1970 03:00 Leyla ile Mecnun / Fuzuli 01-01-1970 03:00 Paul Verlaine / Stefan Zweig 01-01-1970 03:00 Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness 01-01-1970 03:00 Gılgamış Destanı 01-01-1970 03:00 Toza Sor / John Fante 01-01-1970 03:00 Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski 01-01-1970 03:00 Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie 01-01-1970 03:00 Geronimo 01-01-1970 03:00 Romeo ve Juliet / William Shakespeare 01-01-1970 03:00 Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Sonsuzluğun Sesleri 01-01-1970 03:00 Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes 01-01-1970 03:00 Selvi Boylum Al Yazmalım 01-01-1970 03:00 Elveda Saraybosna 01-01-1970 03:00 Amin Maalouf’un “Semerkant”ı 01-01-1970 03:00 Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 01-01-1970 03:00 Ivo Andriç / Drina Köprüsü 01-01-1970 03:00