DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Sami Çelik
Sami Çelik
Giriş Tarihi : 04-10-2022 03:48

Bazı Şeyleri Sakın Geciktirmeyin!

Günümüzde hayat öyle bir hal aldı ki...

Bizim çocukluk dönemimizde, yani bugünden ortalama 35-40 yıl öncesinde, herşey çok farklıydı.

Annemiz, babamız bizleri yollardı komşuya; “bu akşam müsaitseniz size oturmaya geleceğiz'.” Ya da komşumuzun çocuğu, yaşdaşımız gelirdi bizim kapıya...

“Bu akşam müsaitseniz size oturmaya geleceğiz.”

Telefon yok, bilgisayar yok... Sadece televizyon. O da tek kanal, TRT.

O sohbetleri dinlerdik, biz çocuklar sedirde oturmuş, büyüklerimizde iken kulaklarımız. Bir yandan da odanın ortasında yaşdaşlarımızla, büyüklerimizi rahatsız etmeden, kendi halimizde kurduğumuz oyunları oynardık.

Komşumuz hasta olsa hemen koşar giderdik büyüklerimizle, ne yapabiliriz, birşeye ihtiyaçları var mı diye.

Cenaze olsa, cenaze sahipleri gibi bizler de uykusuz, gözyaşları içerisinde yaşardık tüm acıyı.

Düğün olsa, düğün sahiplerinden daha çok koşturur, onlar gibi mutlu, düğün bizim düğünümüzmüş gibi paralardık büyük küçük hepimiz kendimizi.

Babamın, ya da komşumuzun bir sıkıntısı olduğunda, söylerlerdi birbirlerine bu ev sohbetlerinde. Maddi bir sıkıntı varsa, ev sahibi hemen yatak odasına gider, yatağın altında sakladığı parasının içinden komşusunun ihtiyacı olan miktarı alır getirirdi.

Ne zaman verirsin, dolar, mark, altın, faiz hesaplarına girilmez, “elin genişlediğinde verirsin” denirdi.

Anlattığım bunca şey hikaye gelmesin, özellikle gençlerimize. Evet çok uzun sayılmayacak bir zaman önce bizler böyleydik ve çok şükür ki bu günleri, bu mutlulukları biz son kuşak olarak yakaladık ve yaşadık.

Şimdi mi?...

Anlatmama, yazmama gerek yok şimdiyi. Çünkü malesef iliklerimize kadar yaşıyoruz bu vahşi kapital düzeni ve teknolojinin esiri olduğumuz zamanı.

Kısa süre önce bir dostumu, kardeşimi, canımı, ciğerimi söküp giden, can yoldaşımı kaybettim.

Emre Yayınları'nı ilk kurduğum zamanlarda bir dostum sayesinde tanıştığımız, her fırsatta yayınevinin Cağaloğlu'ndaki ofisine gelen...

Saatlerce dertleştiğimiz, fikir alış verişi yaptığımız, devletler kurup devletler yıktığımız ve yukarıda yazdığım yaşanmışlıkları paylaştığımız Murat Temelli kardeşimi.

Benden bir yaş küçük ama benden daha bir olgun ve benden daha bir bilgili  hayata daha başka gözle bakıp, sorgulayan ve yerinde tespitleriyle bana yol gösteren, akıl veren, bildiği ne var ise saklamadan benimle paylaşan bir dost.

En çok da yanımda bulunduğu dönemlerde, ticaretimde ve iyi niyetli hareketlerimle sıkıntıya girdiğimde...

Bazen iyi niyetim ve kimseyi kırmamak için verdiğim kararlarda bana kızan, eleştiren...

Hatta eleştirilerinde denge gözetmeden çok da sert eleştiriler yapan gerçek dost...

Her zaman karşısına alıp “Sami, hayır de bakayım bana... Hayır, hayır, hayır... Günde 99 defa tesbih çeker gibi tekrar edeceksin bunu. Hayır, hayır, hayır... Sen anca bu şekilde hayır demeyi öğreneceksin” diyerek beni tedrisatından geçiren bir öğretmen.

Yoğun, tempolu ve stresli bir süreçten sonra benim yayınevi merkezini Anadolu yakasına taşımam ile uzak kaldık.

Koptuk.

O Taksim'de bir eğitim kurumunda müdür. Benim ofisim Kavacık'ta. Avrupa yakasına geçmemek, o trafiğe girmemek için bahanelere sığınan bir şekilde bir baktık ki tam 15 yıl geçmiş görüşmeyeli.

Çok uzun bir süre değil mi?

Koskocaman tam15 yıl.

Bana sorarsanız on beş gün. O yoğunluğun, koşuşturrmanın arasında geçen 15 yıl...

Kısa süre önce aradı. Çok özlediğini, neden bu kadar zamandır koptuğumuzu, hayatın şartlarının acımasızlığını ve insani ilişkilerin, gerçek dostlukların hayat mücadelesi içerisinde nasıl heba edildiğini söyledi.

Çocuklarımızın büyüdüğünü, torunlarımız olduğunu ama o dostluğumuzun, menfaat ilişkilerine bağlı olmayan, kişisel çıkarlar gözetilmeyen o pak dostluğumuzun, bunca yıl geçmesine rağmen hala o günler gibi ak pak yüreğimizde olduğunu anlattık birbirimize.

Çocuklarının bile beni benden iyi bildiğini...

“20'li yaşlarda nelere cesaret ettiğini, ne kara göz olduğunu, nasıl büyük mücadeleler verdiğini, nasıl zorluklar yaşadığını...

Asla boyun eğmediğini, pes etmediğini ama hep iyi niyetinden kendini sıkıntıya soktuğunu...

Sana hergün vazife verdiğimi ve günde 99 kere tesbihi eline alıp “hayır, hayır” dedirttiğimi...

Herşeyi ama herşeyi bir bir anlattım çocuklarıma. Emin ol benim çocuklarım seni senden iyi biliyor.”

Hem gururla ve hemde yoğun bir duyguyla dinledim tüm anlattıklarını...

“Çok özledim be Sami” dedi.

“Burnumda tütüyorsun. Ayarla kendini, dünya işi bitmez. Beyazıt' ta ya da Sultanahmet'te kendine göre bir program yap. Ben sana uyarım. Şöyle doyasıya bir kucaklaşalım. Hasret giderelim. İnan çok özledim.”

“Tamam Murat” dedim. “Önümüzdeki hafta biraz işlerim var diğer hafta bir gün belirleyelim. Buluşalım ve doyasıya bir kucaklaşalım. “

Yine iş bahanesi, yine yoğunluk bahanesi, yine zaman bahanesi...

Yine... Yine... Yine.

Önümüzdeki haftayı iş bahanesiyle geçtik ya...

Bu hafta buluşacaktık. 15 yılın verdiği özlemle kucaklaşıp, eski günleri konuşacaktık ya...

Olmaz olasıca yoğunluk bahanemle ertelemiştim ya...

İki gün önce...

Eve geldim. Yalnızdım evde.

Çayımı demledim. Salonda köşeme oturdum. Sehpamı çektim, sigaramı, küllüğümü sehpaya koyup, bir bardak da çay.

Saat akşam 22.00 gibi. Telefonu aldım elime.

Elime aldığım gibi çaldı. Arayan yanımda da editörüm olarak uzun zaman birlikte çalıştığımız, yazar, araştırmacı ve Osmanlıca mütercimi Ömer Hakan Özalp.

Murat ile ortak dostumuz. Hatta benim Murat ile dostluğuma vesile olan, Murat'ı benden çok önce tanıyan ve tanıştıran Ömer Hakan Özalp.

Hatta Murat konuşmamız ve buluşacağımız konusunu Hakan'a söylemiş ve onun da gelmesini istemiş. 

Ki, o saatlerde beni aramaz pek. Dahası önemli bir konu olmayınca pek aramaz Ömer Hakan Özalp.

Tereddüt ettim biran. “Hayırdır inşallah” diyerek telefonu açtım.

“Buyur Hakan abi”

“Selamunaleyküm Sami. Şimdi bir mesaj geldi bana. Bizim Murat az önce vefat etmiş, bilgin olsun. Ben Maraş' tayım. Cenazesi yarın öğlen kalkacakmış.”

Murat?

“Hangi Murat abi?” dedim şaşkınlıkla.

“Bizim Murat. Murat Temelli”

Hakan abi çok sakin ve duygularını pek belli etmeyen bir yapıya sahip birisi ama sesi titriyor ve çok perişan.

“Abi, ne ölmesi ya. Ne diyorsun sen. Biz bu hafta buluşacağız Murat' la” dedim şaşkınlıkla.

Gözlerimden yaş sel gibi...

Sesim tıkandı, nutkum tutuldu, canım kesildi.

Kapattım telefonu, evde de yalnızım. Gören, duyan olmaz diye hıçkıra hıçkıra ağladım dakikalarca.

Evet...

Bizim dostluğumuz böyleydi. Yalansız, hilafsız.

Menfaatsiz, yürektendi.

15 yıl geçse de, görüşmesek de, konuşmasak da bitmezdi.

Biz böyle dosttuk.

Ama yazıklar olsun ki, çağımızın bahanesi, hayat mücadelesi, zamansızlık vs... vs... 

Bizi bile bu dostlukları doyasıya yaşamaktan uzak tuttu.

Dünyanın yükü sırtımızda sanki. “Sami, burnumda tütüyorsun. Doyasıya bir kucaklaşalım” dediğinde Murat, gitseydim, o hafta buluşsaydım da doyasıya kucaklaşsaydık dünya mı batacaktı.

Şimdi hadi işler devam ediyor, hayat devam ediyor.

Ama Murat Temelli yok işte.

Ben şimdi nasıl kendimi affedeceğim. “Burnumda tütüyorsun. Bir yerde bir çay içelim. Doyasıya kucaklayayım seni,” diyen bir can dostumu bir daha nerede bulacağım ben.

İnanın hiç birşey bir dostunuzdan daha kıymetli değil ve dostunuzun bir isteğini ötelemeye hiçbir.

Varsın işiniz batsın...

Varsın dünya yok olsun.

Dost dediğinizde yüreğiniz yerinden kopacak gibi atıyorsa...

Onu dünya malı ve dünya işleri için sakın feda etmeyin.

Günümüzde bizim en büyük sıkıntımız mal, mülk değil emin olun.

Candan, menfaate dayanmayan dostluklar bizim tek sıkıntımız.

Onları kolay bulamıyoruz, hiç olmazsa kolay kaybetmeyelim.

Sonra kafanızı taşlara da vursanız da, gidenin yeri dolmuyor.

NELER SÖYLENDİ?
@
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA