Kime sorsanız “Hayatım roman.” ya da “Ah! Bir bilseniz bende ne hikâyeler var.” der.
Bu söylemleri öyle çok duyarız ki…
Her ne kadar bunun gibi cümleler zamanla sıradanlaşsa da derinlemesine baktığımızda haklılık payı olduğunu görürüz.
Biz, aynı zamanda bizi yaratanın edebi eseri sayılırız.
Sayfa sayısı, içeriği, kapak tasarımı veya renkleri farklı olsa da hepimiz birer canlı kitabız.
Yani baştaki söylemlerde olduğu gibi herkesin hayatı romanlarla ve öykülerle doludur. Bütün bu zenginlik ve çeşitlilik içinden çok az bir kısmı edebi eser olarak üretilip kayda geçiriliyor. Nice yaşanmışlıklar var ki, herhangi bir yazar ya da sanatçının eli değmeden yok olup gitmiştir. Hele ki ‘ateş toprakları’ denen bu Anadolu coğrafyasında.
Şimdilik meramımızı bir bütünsellik içinde anlaşılır şekilde sunabilmek için edebiyatın öykü dalını kullanalım. Bu anlatımımız sanat ve edebiyatın bütün dalları için geçerlidir.
Öykü yazmak hayata şahitlik etmektir. Zamanı ve mekânı olmayan bir ajansa her daim haber hazırlamaktır aynı zamanda. Bu öylesine güçlü bir durumdur ki; yazara sınırsız kayıt tutma ve üretme olanağı tanır.
Ne demek istediğimizi daha açıkça izah etmeye çalışayım.
Anadolu coğrafyasının, gün yüzüne çıkmayı bekleyen fazlasıyla öykü ürettiğini ve üretmeye devam ettiğini düşünmüşümdür. Bu konuda öylesine zengin ve cömerttir ki bu topraklar; adeta her adımda, her nefeste bir öykü bulmak mümkündür.
Trakya’dan başlayarak şöyle bir yolculuğa çıktığımızı düşünelim. Daha ilk adımlarda ciltlerce öykü toparlayabiliriz. Asya’nın bu kısrak başında, sadece yaşanmışlıklardan esinlenerek yazmaya kalksak bile kütüphane raflarına sığmayacak kadar çok eser ortaya çıkar. Bu da muazzam bir kültür birikimi demektir.
Benzer bir çalışma halk türküleri ile ilgili yapılmıştır. Bu sayede eşsiz eserler kaybolmaktan kurtulup TRT arşivinde yerini almıştır. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında yapılmış bu derlemeler sayesinde, halk türkülerimiz sonsuza kadar kayıt altına alınmıştır. Yeri gelmişken, katkısı olanlara saygılarımızı ve minnetlerimizi sunarız.
Bizim de hayalimiz, fazla geç kalmadan böyle bir çalışmanın öykü alanında yapılmasıdır.
Şimdi size, böyle bir çalışmaya deneyimleri ile destek verebilecek, bugün yaşı elli ve üzeri olan garip bir kuşaktan bahsedelim. Buna da tarihin güzel bir cilvesi diyebiliriz.
Bugün elli yaş ve üzeri olanların oluşturduğu bu kuşak, uygarlık tarihinin garip bir evresine denk gelmiştir. Kırsalda kağnıyı da görmüştür, yapay zeka ile organize edilen tarımı da. Televizyonun siyah beyaz yayınını da görmüştür, şimdilerdeki dijital yayınları da… Bunun gibi yaşamın her alanında dünyanın çağ atlama dönemine denk gelmiş olmanın avantajını bu alanda kullanmak isabetli olacaktır.
Edebiyat disiplini içinde yazılıp toplumsal hafızamızın kütüphanesini zenginleştirecek bazı örneklemeler sunalım. Elbette bu örneklemeler fazlasıyla çoğaltılabilir.
Anadolu’nun bazı toplumsal acıları külleniyor sanıyoruz ya, işte o esnada bir nine çıkıyor ve büyüklerinin savaş zamanı çektiği acıları, onlardan duyduğu şekli ile anlatıveriyor.
Veya doğum kontrolü ile ilgili bir konu konuşuluyor, orta yaş üstü bir teyze “Ah yavrum! Siz bilmezsiniz, o zamanlar böyle ilaçlar yoktu.” diye söze başlayıp, arkadaşının çocuk düşürme esnasında öldüğünü söyleyiveriyor.
Televizyonda savaş filmi gören bir dede, “Bunlar da savaşı oyun sanıyorlar.” deyip, Kore’de ya da Kıbrıs’ta başından geçenleri kendi lisanı ile sıralayıveriyor.
Bunun gibi yüzlerce, binlerce öykü konusunu hemen sıralayabiliriz.
Sadece insan hikâyeleri mi?
Elbette değil…
Tarlada, karasaban koşumunda yorgunluktan çatlayan öküz, buzağılarken ölen inek, sahibinin koyunları için canını ortaya koyan çoban köpeği…
Sadece evcil hayvanlar mı? Elbette değil…
Bilir misiniz baykuş ne kadar yer tutar Anadolu kültüründe? Ölüm ile hayat arasında sanki bir köprüdür.
Dilek ağacının dallarında kaç umut öyküsü asılıdır. Ya çeşme başları?
Nice aşklara şahit olmuş başka bir yer var mıdır?
Tren istasyonlarının dili olsa da konuşsa. Biz de yazmaya başlasak. Sadece ayrılık ve kavuşma öyküleri için mürekkep yeter mi?
Ya madencilerin yer altındaki öyküleri… Balıkçıların taka hikâyeleri…
İlk defa şehir gören gençlerin askerlik anıları…
Bir zamanlar çok sükseli olup, şimdi kaybolan mesleklerin erbapları henüz konuşabiliyorken, oradan çıkacak öyküleri kaydetmek gerekmez mi?
Ve daha sayabileceğimiz yüzlerce konu.
Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından sonra çok aktifleşen siyasal yaşantımızdan insan manzaralarını ve yaşanmış ağır travmaların içindeki öyküleri yazıp sonraki kuşaklara aktarmak gerçek bir sorumluluk değil midir?
Üstelik daha coğrafyamızın kadim tarihine bile değinemedik. Gün yüzüne çıkmamış efsaneler, masallar, anonim eserler…
Sanırım sonu gelmeyecek kadar çok konumuz ve yaşanmışlıklarımız var.
Sonuç olarak, gazeteci, haberini yazarak bir kayıt düşüyorsa; yazar, şahit olduğu ya da duyduğu yaşanmışlıkları edebiyat disiplini içinde yazıp entelektüel hafızaya kaydetmelidir.
Madem bu topraklarda doğduk, gereğini yapmak görevimizdir.
Editör: Dr. Özlem DEMİR