Yazmak için önce tecrübe, yaşanmışlık, bol kitap okuma…
Duyarlı, empati kurabilme, hayatı doğru okuyabilme…
İki insan bir araya gelse, başlar sohbet etmeye; kendi düşüncesini, isteklerini sıralamaya başlar, karşısındakine ters gelse veye diğer insanlara fikir olarak uygun gelmese; o insanla çok fazla muhabbete ihtiyaç duymaya bilir veya bir daha görüşmeyebilir.
Yazmak öyle mi?
Yazmak; sorumluluk, özveri ister. Yazdığın her şey kalıcı olacağı için kendinden sonraki kuşakları etkileyecek; ışık tutan, yol gösteren… Kalıcı bir eser olacağı için yazılan her şey çok önem taşır.
Aslında yetişkin olarak her davranışımızdan her konuşmamızdan sorumlu insanlarız. Başkasının hayatını yanlış etkileyecek her sözün ve davranışın vebali bizedir. Düşünüldüğünde, yaşamak çok da gelişigüzel bir şey değildir. Önce sorgulayan bir zihne ihtiyaç vardır.
Davranışımızın veya hareketlerimizin kimi ne kadar etkileyebileceği, onun hayatında hiç ummadığımız travmalar yaratabileceği, gelişigüzel davranışlarınızın sonuçlarının nereye varacağını kestirmek zor olmalı.
Yazmak insana iyi gelen bir eylemdir. Her yazdığında bakış açın genişler, ruhun özgürleşir.
Yazmak için araştırma yapmak ve bol bol okumak gerekir. Birikimlerini yazarak kendi iç yolculuğunda ilerlerken; travmalar, canını acıtan olaylar yaşadıysan zamanla iyileşip sarılabilir. Yazarların eserlerini okuyan kişi; gördüğü örneklemeler karşısında; travması, yaralanmışlıkları varsa, zamanla iyileşir. Yazanın da okuyanın da hayata karşı donanımı artar. Okuduğumuz her roman, öykü de yaşanmışlıklar veya yaşanabilecek şeyler vardır.
“Okumanın psikolojik sağaltımla buluştuğu bir alan var: bibliyoterapi. Psikoterapinin kurucu babalarından Sigmund Freud’un hastalarına roman okumayı tavsiye ettiğini, kütüphanecilerin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkelerine geri dönen Amerikan askerlerine yaşadıkları travmayı iyileştirebilecek kitaplar okuttuğunu biliyoruz.” (Alıntı)
“Araştırmalar; bir insanın başkalarının tecrübelerini okurken, beyinlerinde o tecrübeyi kendisi yaşıyormuş gibi tepkiler oluştuğunu ortaya koymuş. 2013’te Science Dergisi’nde yayımlanan bir araştırma; kurmaca edebiyat okuyanların, kendilerine gösterilen fotoğraflardaki insanların ruh halleriyle ilgili sorulara daha yüksek oranda doğru cevap verdiklerini göstermiş.
Böylece hayat hakkında, yaşayarak öğrenmeye vaktimizin yetmeyeceği bilgiler ediniyoruz. Bu arada kendi açmazlarımızı, bizimle benzer süreçlerden geçmiş insanlara bakarak, tespit etme şansına sahip oluyoruz.” (Alıntı)
“Bilimsel ve pratik ilgileri ile kendi varoluş gerçekliğinden uzaklaşarak dış evrene dağılan insan dikkati, yazma eylemiyle yeniden kendi varoluşuna döner. Bu anlamda sanat ve edebiyat, kişinin kendisi ile varoluşu arasındaki boşluğu paranteze alacak etkinlik alanlarından biri olmaya uygun görünmektedir.” (Alıntı)
“Yazmak aslında bir konuşma biçimidir. Ama konuşmaktan farklı olarak uzun bir dikkat, çaba ve adanmışlık gerektirir.” (Alıntı)
“Bazı insanlar için yazmak , kaçınılması imkansız bir sonuçtur. Kader, bütün rayları onlar yazabilsin diye itinayla döşer, çocukluğun ve çevresel etkenlerin art arda vuran dalgaları onları yazının kıyısına sürükler.” (Alıntı)
“Yazmak aynı zamanda dünyanın en bireysel en biricik eylemidir.” (Alıntı)
Sait Faik Abasıyanık; “Yazmasam deli olacaktım.” demiş...
“Alak Süresi:
Kur’an’ın 96. suresi ve kronolojik olarak indiğine inanılan ilk suresidir. Sure, 19 ayetten oluşur.
Surenin Ikra (Oku) sözcüğüyle başlaması, Müslümanlara göre bu sözcüğün Allah’ın ilk emri olmasının yanında, İslam’ın okumaya verdiği önemi göstermektedir.” (Alıntı)
“Cebrail ilk ne dedi?
Hz. Muhammed; ‘Ben okuma bilmem, söyle ne okuyayım.’ diye karşılık verince Cebrail, Alak Suresi’nin ilk ayetini okudu: ‘Yaratan Rabb’inin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabb’in sonsuz kerem sahibidir.’” (Alıntı)