DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Mine Çağlıyan
Mine Çağlıyan
Giriş Tarihi : 14-08-2022 04:55

Çalakalem Yazılar 5 /Gaia’nın intikamı…

Damlalar üzerinden süzülerek akıp gitmiyordu. Yağmur başlayalı yalnızca iki üç dakika olmuştu ama üstünde biriken su göz kapaklarını zorlamaya başlamıştı bile, bu ağırlığın altında ezilen gözlerini açmakta zorlanıyordu. Bir süre geçtiğinde artık adım atamaz hale geldi. Sanki ayaklarının üzerinde tonlarca ağırlığında taşlar vardı. Sonunda dayanamadı, olduğu yerde dizlerinin üstüne çöküp kaldı. Bu nasıl olabiliyordu ki? Su akan bir madde değil miydi?

Yanından ona bir kez bile dönüp bakmadan geçen insanların siluetlerini, yarı aralık gözleriyle görebildiği kadarıyla hayretle izliyordu. Su onların üzerinden gayet de güzel akıyordu. Peki o zaman onun üstüne yağan başka bir şey miydi? Ağlamak, bağırmak istedi ama tüm bunlara gücü kalmamıştı.

Bir süre sonra altındaki beton zemin bile suyun ağırlığı karşısında zorlanmaya başlamıştı sanki. Beyni zorlanıyor, dışarıya doğru patlayacakmış gibi bir baskı hissediyordu başının tam tepe noktasında. Peki bundan sonra kendisini ne bekliyordu, akıbeti ne olacaktı? Bunu tahmin etmeye çalışmak bile istemiyordu ama zihni çoktan başlamıştı olasılıkları sıralamaya. Böyle yavaş yavaş yer yarılacak ve o da kimse fark etmeden yerin altına kayarak yutulacak mıydı, yok mu olacaktı? Yaşadığı an gerçek miydi? Yoksa hayal mi görüyordu?

Son gücünü harcayarak sağ elinin baş parmağını diğer elinin üstüne canını acıtacak kadar bastırdı durumun gerçekliğini test etmek için. Canı çok acıdı, demek ki gerçekten oluyordu bunlar fakat yine de her şey gerçeküstü gibi gelmeye devam ediyor ve gitgide daha tuhaf bir hal alıyordu. Parmağını bastırdığı yerde bir boşluk oluşmuştu ve düzelmiyordu. İçe göçen bu boşluğa su dolmaya başlamıştı bile. Peki eğer hayal görmüyorsa elinin kemikleri neredeydi o zaman?

Bu düşüncesine bir cevap gibi, tam o anda, artık dizlerinin üstünde bile duramayan bedeni bir külçe gibi yerçekimine aykırı bir yavaşlıkta yüzükoyun yere yığıldı. Sanki birisi bedenindeki tüm kemikleri teker teker ve nazikçe çekip almış gibi bir his vardı içinde. Hala yarı aralık durumdaki göz kapaklarının arasından seçebildiği tek şey altındaki betona ve savunmasız kalmış bedenine daha da hızlanarak düşmeye devam eden yağmur damlaları ve etrafından dolanarak geçen ama yine de onun varlığının farkında bile olmayan yabancı ayaklardı.

Bir süre sonra gözleri tamamen kapandı. Altındaki betonun yer yer çatlayarak bedenine batmasını ve bunun canını acıtmasını umursayacak hatta bunu fark edecek hali de kalmamıştı. Dibe doğru çekildiğini algılıyordu belli belirsiz ama bunun için endişelenecek ya da korkacak durumda da değildi. Yağmur hala yağıyor ama hala üzerinden akmıyordu. Birikiyor, birikiyordu, tonlarca tonlarca ağırlık… Buna daha ne kadar dayanabilirdi? Yüzeyi delip geçiyormuş gibi hissettiren ağırlık organlarına nasıl bir hasar veriyordu? Son yakın mıydı?

Peki neden onun başına geliyordu bu, o caddede yürüyen belki yüzlercesinin içinden?

Yerin altına kaymaya devam ederken düşünce gücünün üzerindeki ağırlık yavaş yavaş azalmaya başladığında aklından geçenlerdi bunlar. Ama zihni açılırken bedeniyle olan bağı kopuyor, azalıyordu aynı hızla yavaş yavaş… Acı hissetmemeye başladı az sonra. O andaki ilk düşünce balonunda tuhaf bir soru beliriverdi;

“Neden, nasıl, nereye gidiyorum, ölecek miyim?” gibi korku, kaygı ve kendini koruma mekanizmalarını harekete geçirecek sorular yerine aklında beliriveren bu soru, biz izleyenler için kaygı verici ya da hayret uyandırıcı olsa da onun için sanki en önemli soruydu:

“Kim beni yanına çekiyor?“

Onun haklı, sorusunun doğru soru olduğunu kabul edersek, o zaman yağmur birisinin, bir gücün kontrolünde olmalıydı. Su üzerinde birikip onu yere düşürürken ve sonra toprağın altına kaymasına neden olurken de etrafındaki herkesten onu saklayabilecek, kimsenin onu görmemesini sağlayabilecek bir güç olmalıydı bu…

Peki biz kadını izlerken niye etrafındaki her şeyi bulanık gördük ya da daha doğrusu hiçbir şey görmedik? Galiba odağımız yalnızca ondaydı çünkü ana kahramanımız o sanıyorduk. Belki de öyledir ama tam şu anda içimizde tüm bu olayın görünenden daha fazlası olduğu şüphesi uyandı…

Şimdi biraz geriye saralım zamanı, her şey başlamadan öncesine dönelim. Adını koymadığımız, gizemli olayların döndüğü bu şehrin en büyük meydanına bir göz atalım. Bu dakikalarda her şey normalmiş gibi gözüküyor. Dünyanın ya da burası her neresiyse bizim bakış akımıza göre sıradan ve biri diğerinden pek de farklı olmayan metropollerinden biri olan bu şehrin bu büyük meydanının, bir zamanlar gözü okşayan tarihi dokusu çarpık bir şekilde yeni olanın içinde sıkışmış. Sanki azıcık bir rüzgarla toza dönüşüp az sonra ortadan tamamen kaybolacakmış gibi duruyor. Meydan bu dokuyu da kaybederse geriye yalnızca gri soğuk bir beton kalacak. Ama beton, orada sıkışmış bir şekilde kalan bu azıcık dokuyu umursamıyor artık çünkü bir süre önce nedensizce katledilmiş asırlık ağaçların yokluğu ile iktidarı ele geçirmiş ve iyice agresif canlı bir varlığa dönüşmüş neredeyse.

Yine de rengarenk kıyafetleri ile metropollere yakışır farklı ırklardan oluşan insan kalabalığı bu griyi şimdilik biraz olsun yumuşatıyor. Hayatın hala var olduğunu hissettiriyor biz izleyenlere. Şimdi bu insanlara biraz daha yaklaşalım, meydanda ne işleri varmış bir bakalım. Kimi yalnızca oradan geçiyor, hızlı olmak zorunda çünkü bir yere yetişmeli. Ama havanın güzelliği, güneşin bunaltmayan sıcaklığı sayesinde büyük çoğunluk gezinti modunda. Şimdi hava bu kadar güzelse bu insanların bu tek bir ağacı ve gölgesi olmayan meydanda ne işi var diyeceksiniz. Haklısınız, deniz kenarında ya da bir ormanda olmak varken insan neden betonu seçer? Acaba yeşilden rahatsız mı oluyorlar? Acaba nefes almalarını sağlayanın bu olduğundan bihaberler mi? Ama şimdi bunun bir önemi yok, hikayemize dönelim ve bu insanlara biraz daha yaklaşalım çünkü hava değişiyor gibi…

Meydandan hızla geçenlerin yüzlerinde ciddi ifadeler var, çok önemli işlerine yetişirken bu dünyada önemli bir yerleri olduğunu kanıtlamak ister gibiler, kime belli değil tabii ki çünkü kimsenin kimseyi gördüğü yok… Gezinti modundakiler gruplar halinde yürürken yüksek sesle konuşuyorlar, kahkahalar atıyorlar, birilerini rahatsız ediyorlarsa da umurlarında değil ama sanırım gelip geçenler bu seslerin de farkında değil, yani kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Tuhaf ama şu anda bir algı yerleşiyor zihnimize; yan yana yürüyen ve birbiriyle arkadaş gibi görünenler bile birbirlerini görmüyorlarmış gibi bir algı… Biz bu algıya vardığımız anda, güneş, tam gün ortasında birdenbire anlamsızca bulutların arasına çekiliyor. Kimse farkında değil, herkes hala memnun hayatından çünkü yağmur gelişini hiç belli etmiyor. O sıkıntılı, bunaltıcı ve nemli basınç kendini göstermiyor. Her şey o kadar ani oluyorki… Güneş çekildikten tam bir dakika sonra sert bir rüzgar çıkıyor ve yağmur sürpriz yapmak istercesine aniden yağmaya başlıyor insanların üzerine üzerine. Bir yerlere yetişmek için hızlı adımlarla yürüyenler daha da hızlanıyor, diğerleri de onlara uyuyorlar ya da hepsi bunu yapmaya çalışıyorlar çünkü aslında olan şu; hiçbiri hızlanamıyor ve daha da tuhafı bunu yapamadıklarının en azından ilk anlarda farkına varamıyorlar.

Yağmur damlaları canlı bir varlık gibi bedenlerine tutunuyor, farkına vardıklarında artık çok geç, yerçekimi kaybolmuş gibi ağırlaşıyor adımları. Yukarıdan bakan gözler olsa, tam şu anda meydanda tuhaf bir koreografi yapıldığını görecek, ağır çekim hareketlere anlam vermeye çalışacak ama sanırım bunu bir tek biz görebiliyoruz. Olanın bitenin farkında olduğumuz için de meydandakiler için endişelenmeye başlıyoruz çünkü hepsi son çırpınışlarına başlamış, büyük çoğunluk dizlerinin üstüne düşmüş bile… Beton çatlıyor altlarında ve sonra kemikleri bedenlerinden tek tek çekilmiş gibi yere yapışıyorlar. Çatlaklar büyüyor ve sonunda yerin altına kaymaya başlıyorlar. Çığlıklar duymalı kulaklarımız ama yağmur sesinden başka bir ses yok. Gözlerimizi istemsizce kapıyoruz yalnızca bir an için… Açtığımızda gördüğümüz şok edici bir görüntü: İnsansız kalan meydan canlı bir varlık gibi hareketlenmeye ve kendini iyileştirmeye başlamış. Kapanmaya başlayan büyük yarıklardan filizler çıkıyor, sihirli fasulye tohumunun hızla büyümesi gibi büyüyor filizler, ağaçlara dönüşüyorlar. Algımız, beton iktidarının son bulduğu, sanki yok oluşunun ve alt edilişinin çığlıkları yankılanıyor kulaklarımızda ama bu bir illüzyon çünkü beton hiçbir zaman canlı değildi, bir madde olması ve bir madde olarak evrende bir enerjisi olması dışında. Canlı olanlar yerin altına kayanlardı…

Peki biz ne yaşadık az önce? Fantastik bir hikaye mi izledik? Yerin altına kayanlar bu hikayenin kurgu kahramanları mıydı, yoksa biz öyle olmalarını mı arzu ettik? O meydandakilerden birinin bizlerden biri olabileceği gerçeği çok mu ağır geldi? Ya sıradaki ben olursam? Ya sen olursan? Boğularak ya da yanarak ya da betonun altında sıkışarak son nefesimizi verirsek… Ya başkalarına olanlar bize de olursa?

Başkalarına olabilen her şeyin bize de olabileceğinin, yalnızca geçmişe, dünya tarihi dediğimiz o etkileyici hikayeye bir göz atsak mümkün olduğunu kabul ediyorsak eğer, o zaman izlediğimiz o ilk sahneye dönme vaktimiz gelmiş demektir. Yerin altına kayan ilk insan olduğunu sandığımız kadının zihninde beliriveren soruyu hatırladınız mı?

“Kim beni yanına çekiyor?“

Doğru bir soru… Kadın etrafında olup biteni göremese de tüm o insanlar içinde doğru soruyu soran tek kişiydi. Biz olayları başa sararken ve ne olup bittiğini çözmeye çalışırken o cevabı da bulmuştu, şimdi bizim de zihnimizde belirmeye başlayan cevabı… Önce intikam kelimesi geçmişti aklından, son nefesini verirken de tek bir isim dökülmüştü ağzından:

“Gaia…”

Gaia, toprak ana, en güçlü Tanrıça…

NELER SÖYLENDİ?
@
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA