DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Mine Çağlıyan
Mine Çağlıyan
Giriş Tarihi : 25-04-2023 13:21

Başarı Algısı, Kediler ve Maneviyat Paradoksları

Sonuca varmayı bekleyenler için zaman olduğundan da yavaş akar. Sonuca varmayı bekleyenler için sabırlı olmayı başarmak en büyük zaferdir. Lakin çok azımız bunu başarabiliriz. İçimizdeki sıkıntı gitgide büyür, yüreğimizi sıkıştırır ve bir süre sonra dayanılmaz bir hal alır. Sonunda bu sıkıntılı ruh hali, yerini sinsice büyüyen bir öfkeye bırakır. Çeşitli teoriler üretmeye başlar zihnimiz alıngan egolarımızın kulaklarımıza fısıldamaları yüzünden. Akışa güvenmeyi unuturuz. Ama bu yargılanacak bir durum değildir. Sakin kalabilmek, evrenin işleyişine güvenmek en zoru değil midir insanoğlu için?

Ve halbuki sonuç dediğimiz şey, yalnızca başkalarının olana tepkileridir.

Çözümlenmemiş olaylar, cevaplayamadığımız bir sürü soru yaratır düşünce akışımızı bulandıran. Bilmeye, tanımlamaya olan ihtiyacımızdır bu çaresizlik gibi görünen sıkıntıları yaratan. Örneğin bir ilişkide hangi aşamada ya da hangi konumda olduğumuzu bilmek çok önemlidir. İş hayatımızda yaptığımız işlerin bizi nereye taşıyacağını, daha da önemlisi bize ne kadar kazandıracağını bilmek de çok önemlidir? Peki neden bu kadar önemli bilmek? Ya da başka bir şekilde sorarsak; zaten bilmiyor muyuz? İlişkimizde de işimizde de ne durumda olduğumuzu aslında o kadar iyi biliriz ki. 

Bir sorun varsa, karşımızdakinden ya da bizden kaynaklanması fark etmez, ya bir şeyleri hasıraltı ediyor ve görmezden geliyoruzdur ya da asla değişmeyeceğini bildiğimiz bir şeylerin mucizevi bir şekilde değişmesini bekliyoruzdur. Çözüm içinse tek yaptığımız karşımızdakinin asla anlayamayacağı bir üslup kullanarak, imalarda bulunarak bir sonuç beklemek olur. Peki neden? 

Başarısızlığı kabul etmektense (ki bu algı da son derece yanlıştır çünkü bir ilişkide başarısızlık değil ruhların anlaşamaması vardır, bu iş hayatı için de geçerlidir) inatla orada kalmayı seçeriz. Ya da çözülebilecek küçücük şeyleri büyük travmalar haline getiririz. O zaman cevabı bildiğimizden yola çıkarak şunu da sormamız gerekir? Tüm bu oyun başkaları görsün diye mi? Onların neyi bilip neyi bilmedikleri ya da bizi yargılayıp yargılamamaları bu kadar mı önemli?

Sonuç olarak ister aşk ister iş ister aile ve dostluklarımız için olsun, en derindeki arzumuz başarılı olmaktır, daha da önemlisi hep alkışlanmaktır.

Peki başarıyı ne tanımlıyor? Kurallar ne? Buna göre kim başarılı, kim değil?

Başarı algımız da birçok diğer algımızla birlikte kapitalist düzenin kurallarına göre yaratılmış ve çok başarılı bir şekilde zaman içinde kemikleşerek değişmez olmuş. Buna göre başarıya giden yol şöyle bir şey:

“Güçlü ol, vazgeçme, devam et!”

Buraya kadar güzel. Sonrasına bakalım:

“Rekabetten çekinme, gerekirse önüne geleni ezip geç, kuralları esnetebildiğin kadar esnet, yakalanmadığın sürece kanunların da etrafından dolanabilirsin. Sakın ağlama! Kısacası; Aşkta ve savaşta her şey mübahtır…”

Rahatsız olmaya başladık mı? Devam edelim:

“Tırmandığın yerde kalmak için ne gerekiyorsa yap! Çünkü orada kalamazsan da başarısızsın!”

Kodlara bakın!

Bu algıya göre, ahlaklı ve merhametli olanın hiç şansı yok zaten.

Şimdi bir müzik parçası düşünelim. Türü önemli değil ister caz olsun ister heavy metal… Diyelim ki üç dakikalık bir şarkı. İlk notadan son notaya kadar hem orkestranın hem de söyleyenin bir an bile tansiyonu düşürmeden son derece forte çalıp söylediklerini farz edelim. Bu şarkıyı dinleyebilir miyiz? Anında kaçma isteği uyanır içimizde. Peki bu şarkıyı dinleyebilmek için neye ihtiyacımız var?

Nüanslara…

Yumuşak bir akıştaki ani bir yükseliş kalp atışlarımızı hızlandırır. Akış yine yavaşlayınca sakinleşir, huzur duyarız. Sonra yeniden coşkulu bir an gelir ve biz kalkar dans ederiz. Ne oldu? Hem heyecanlandık hem de sakinleştik, belki biraz hüzünlendik ya da agresifleştik ama sonuçta birçok duyguyu aynı anda yaşadık ve artık bu şarkıyı defalarca dinleyeceğimizi biliyoruz…

Gölgelerin ve geçişlerin olmadığı, tüm renklerin aynı koyulukta kullanıldığı bir resmi düşünün. Bu resme baktığımızda bir şey hissedebilir miyiz? Neye ihtiyacımız var?

Nüanslara…

Yaşam da böyle değil mi? Sanat yaşamdan esinlendiğine göre öyle olmalı. İnsan denen varlık düz bir çizgide, hiç tökezlemeden daimî olarak yukarıya çıkabilir mi? Hiç mi inmeyecek, durmayacak, düşüp kalkmayacak? Hiç mi kendi içine bir yolculuk yapmayacak?

Başarı, mutluluk ve huzur getirmiyorsa, kelime anlamını yitirmiyor mu?

Üstelik bir de daimî bir tatminsizlik, şüphe ve kaybetme korkusu getiriyorsa hayatımıza, başarı gerçekten başarı mıdır?

Bir işi hakkıyla yapma arzusu çok güzeldir ve ruhumuz için yararlı bir arzudur ama eğer bu arzu vahşi bir hırsa dönüşürse, bu hırs benliğimizi ele geçirirse, tüm enerjimizi bitirip tüketirse, bizi varlığımızın özünden ve maneviyatımızdan uzaklaştırırsa… O zaman bu hırsın bize kazandırdığı maddi olanakların bir anlamı kalır mı?

Sanırım şu bir gerçek:

Ne para ne de şan şöhretle ölçülemez başarı…

Sabah uyandığında, yeni bir güne başlamanın heyecanını duyan, kendini oyalayacak bir şeyleri olan ve tüm bunların hepsinden zevk almayı başaran insan başarılıdır. Sorumluluklarını bela okuyarak değil, “Bu da benim dünyaya ve tüm canlı varlıklara hizmetim.” diyerek yerine getiren insan bence çok başarılıdır.

Bir kedi olsaydım…

Güzel bir yemek uğruna belki biraz yalakalık yapardım ama nihayetinde canımın istemediği hiçbir şaklabanlığa bulaşmaz, sevilmek ve onaylanmak uğruna taklalar atmazdım.

Peki bizler, bu kadar gönlüne ve ruh haline göre davranan bu muhteşem özgür canlılara âşık olup onlar her ne yapıyorlarsa bunu koşulsuz şartsız kabulleniyorken, hatta bu özgür ruhları için onları kutluyorken kendimiz neden sevilmek ve onaylanmak uğruna taklalar atıyoruz? Ve neden aynı toleransı en sevdiğimizi söylediğimiz insanlara gösteremiyor ya da belki daha doğrusu göstermiyoruz?

Bir kedi olsaydım…

Beni okşayan bir eli ısırabilir hatta tırmalayabilirdim. Genel kanının aksine, nankör olduğumdan değil. İnsanların el hareketlerini oyun olarak gördüğümden olabilir. Travmalı olduğumdan korkuyor olabilirim ya da o anda sadece yalnız kalmak istiyorumdur. Sizin canınızı acıtmam, “Şu anda bana dokunma!” şeklinde bir uyarı anlamına geliyor olabilir. Sonuçta benim de ruh hallerim var, gezegenlerin ya da ayın hareketlerinden ve havadan en az sizin kadar hatta bazen daha da çok etkileniyorum. Ben bir ev oyuncağı değilim!

Eh biz kedi değiliz, konuşabiliyoruz, öyleyse hoşnutsuzluğumuzu rahatlıkla dile getirebiliriz ama bunun yerine ne yapıyoruz? Biz de ısırmayı seçiyoruz. Şiddete başvurmadığımızı düşünerek hem de. Kelimelerle ısırıyoruz. Peki neden? Neden ısırmadan önce hoşnutsuzluğun tatlılıkla giderilebileceği olasılığı hiç aklımıza gelmiyor? Hep haklı olmak ve sürekli bunu ispat etmeye çalışmak çok yorucu değil mi?

Bir kedi olsaydım…

Yalnız var olmayı iyi bilirdim. Sosyalleşirken bile kendi dünyamdan kopmazdım.

Biz kedi değiliz ve maalesef bir kedi kadar olamıyoruz. Güya sosyal varlıklarız ama kendimizden o kadar kopuğuz ki başkalarını anlamamız imkansızlaşıyor. Dolayısıyla sosyalleşmek artık tuhaf bir oyuna dönüyor, belki görev haline geliyor ve asla tat vermiyor. O anların içinde yakalanan küçük mutluluk anları bile geçmişten bir anının o ana yansımasından başka bir şey olmuyor.

Evet kabul ediyorum, biraz iç karartıcıyım şu anda. Bir süredir böyleyim. Kopuğum dünyadan. Çabam kendimden kopmamak… Birçok arkadaşım da aynı durumda, biliyorum. Son dönemde birkaç arkadaşımdan, beni önce dehşete düşüren ama biraz düşününce normalleştirdiğim şu sözleri duydum;

“Bitse de gitsem artık!”

Nasıl bu hale geldik?

Sevgi yerine korkuyu seçerek, merhamet yerine şiddeti seçerek ve hatta alkışlayarak. Kendi distopik kurgumuzu yaratmakta o kadar başarılıyız ki. Tabii ki bize dayatılan kodlamalar, duyduğumuzun bile farkında olmadığımız sinyaller, akıl oyunları, güç savaşları ve politik kurgular, tarih boyunca olduğu gibi bugün de sistemin vazgeçilmez gerçekleri. Ama artık yıl 2023. 

Etrafımızda dönen tüm dolapları, oyunları, kimin ne işler çevirdiğini artık hepimiz biliyoruz. Hatta bilmediklerimizin bile farkındayız bir şekilde. Dolayısıyla, artık “ben görmedim, duymadım, söylemedim.” diyemeyiz. Diyenleri de kabullenemeyiz.

Ne kadar izole olursak olalım, tüm canlı varlıklarla, evrenle ve birbirimizle olan güçlü bağımızdan kaçamayız. Etkileşim kaçınılmaz ve olanlardan etkilenmemek artık imkânsız. Sevdikçe ve merhamet duydukça varız. İşte o zaman Allah’ın suretindeki gerçek insanız, ışığız…

NELER SÖYLENDİ?
@
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA