ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 30-07-2023 16:43   Güncelleme : 05-08-2023 20:02

Kader Planı / Ümmügülsüm Hasyıldırım

Yazan: Ümmügülsüm Hasyıldırım -KADER PLANI

Kader Planı / Ümmügülsüm Hasyıldırım

KADER PLANI

Kahvaltı sofrasına bomba gibi düştü acı haber. Nefesler tutuldu. Lokmalar boğazımıza düğüm oldu. Emin olamadık bir süre. İnanılması çok güç, kabullenmesi zordu. “Nasıl olur?” sorusu misafir oldu gönül hanemize. Nedenler, niçinler havada kanat çırpsa da ilk işimiz “yola revan olmak” oldu... 

Bitmek bilmeyen yol boyunca anılar mekân tuttu sözlerimize. Gülüşleri canlandı gözümüzde. Şakaları, hareketleri, sözleri yankılandı anıların içinde. Kabına sığamayan yüreğimiz, alev topu gibi yakıp kavuruyordu içimizi. Bir bilinmezliğe giderken, gönül hanemiz yangın yeriydi… 

En değerlilerimizin kapısına vardığımızda yangının alevleri sarmıştı gökyüzünü. Yer, gök insan kaynıyor; toplanan kalabalık, mahşer yerini andırıyordu. Fırtınanın şiddeti tarumar etmişti her bedeni. Belirsizlik rüzgârı esiyordu. Ne olduğunu, nasıl olduğunu bilmemenin sancısı kıvrandırıyordu hepimizi. Hayat dolu, neşeli, köyün sevgilisi, sevgi pıtırcığı bir gençti. İntihar etmesi için zerre sebep yokken, yaşananlar neydi? Ya yanındaki arkadaşı? Hiç bir şey yokmuş gibi durması. Ambulansı aramaması. Kimseye haber vermemesi.

Celladını kan mı tutmuştu? Başında kaygısızca dolanması, tutan kanın esaretinden miydi?.. 
Tarla satmaya gitmişti. İşi buydu. Ekmek davası. Ama dedesinin silahını niye almıştı? Hep alır mıydı? Diğer köyden olan, arkadaşım dediği çocuk ne alakaydı? Ya kendisini vuran kurşunla, silahın kurşununun aynı olmaması, ona ne demeli? Sorular, sorular…

Muallaktı her şey… Tevafuk eseri dayısı bulmasa ne vakit haber alınırdı Allah-u âlem? Ovadan gelen babaannenin ve dedenin şimşekler çaktı başında. Evlerindeki kalabalığın “Haberleri yok herhalde” sözleri, tokat gibi indi suratlarına. Neden haberleri yoktu? Neydi olanlar, ne oluyordu, bunca insan niye toplanmışlardı ki? Anlayamadılar...

Yorgun yüreğimle ev sahibi canım teyzeme sarıldığımda zaman durmuştu. Acı haber nasıl da çabuk yayılıyordu. Gözyaşları sel oldu olmasına da yangını söndüremedi. Kelimeler buhar oldu söz hanemde. Dil sükûta durdu. Zaman ve mekân anda tutuklu kaldı...

Camiye, sonra da mezarlığa son görevini ifaya gidenler geriye döndü. Emanet iade edilmiş, boşluğu yara olmuştu gönüllerde. Baba bitkindi, dede perişan. Dedenin haykırışları, babanın kısılmış, uğultulu sesi doldurdu kulakları. Zavallı baba diğer oğlunun omzunda “oğul” olmuş, oğul başında “dağ” olmuştu. Küçücük kalmış, yok olmuştu. Kader planında yol çoktan çizilmişti…

Boğum boğum dertler zincir olmuştu boynunda. Yük, omuzlarına ağırdı şimdi. Bakışları boşluğa müptela olmuştu. Hıçkırıkları bendini yıktı, arşı aştı. Nefesi, hıçkırıktı artık…

Çaresizliğin resmi var mı? Varmış meğer. Acının tarifi imkânsız. Yangın büyük. Her geçen saniye daha da büyüyor. Ufaldıkça ufaldık bu acı karşısında. Tüm sözler, bütün harfler silindi. “Teselli” kelimesi manasını yitirdi…

Yer yarıldı insan çıktı içinden. Hani “Mutluluklar paylaştıkça çoğalır, dertler paylaştıkça azalır.” denir ya, azalmadı. Her gelen talipti o acıya. Fakat paylaştıkça arttı sancı. Aleve dökülen benzin gibiydi. Harlandıkça harlandı…

Zavallı anne iki gözbebeğinin birini uğurlamıştı yerli yurduna. Kalan yavrusunun omzuna yaslanıp sıkı sıkı sarıldı. Saçlarını koklarken, diğer kuzusunun kokusuna talipti. Küçücük, yaralı bir kız çocuğu oldu oğlunun omuzlarında. Baloncuklar oluşmuş gözleriyle baktı etrafına. Taziye için gelenler kalkmıştı birer, ikişer. Boş boş bakan gözlerle birden evin boşaldığını görünce; “İşte gidiyor herkes evine. Dönecekler kendi hayatlarına, ben acımla kalıyorum baş başa. Allah'ım şimdi ben ne yaparım? Yandım, yandım!” nidalarıyla çırpınmaya başlaması, yüreklerimizi söküp aldı yerinden…

Ya abisini toprağa kendi elleriyle koyan kardeşi? Kardeş candı. Canından bir parçaydı. Ana, babasına destek olmak düşmüştü payına. Kendi acısını yaşayamıyordu. Bir babaya, bir anneye koşmaktan kendine dönemiyordu. Yüreğindeki kora buz basmıştı. Sinesinde duman, gönlünde elemden umman, derdi ana, babasıydı. Onların yarasına “merhem” olma çabasıydı.

Gelenin çenesi durmuyordu. Biri; “Yüzü paramparça olmuş, yazık anacığına.” Diğeri; “Çenesinin altından sıkmış, ah be çocuk ne derdin vardı?" Bir diğeri; “Yok, o çocuk öyle bir çocuk değil. Kesin bu işte bir iş var. Hayat dolu bir çocuktu. Niye intihar etsin?” Başka birisi de; “Allah aşkına otopsi bile yapılmamış, yanındaki çocuğu da bırakmışlar. Ee bu devirde mahkemede dayın olacak. Yazık oldu çocuğa…” diye söyleniyordu. Bitmedi yorumlar, tükenmedi bir türlü… Fısıltılar, acının ortasına bomba olup düşüyordu.

Yasinler, Mülk Sureleri okundu. Tespihler çekilip, dualar edildi. “Bu acıyı hiçbirimize yaşatma Ya Rabbi” denildi. Ama o an, o acı tarifsiz yaşanıyordu. “Ölümün hayırlısını ver Allah'ım.” dedi dua eden. Annenin, babanın, dedenin ve babaannenin yüreğine hançer sokuldu. Acının ve ölümün kralını yaşıyorlardı. İmtihanlar her defasında çorap söküğü gibi gelmiş, her seferinde daha da ağır çökmüştü omuzlarına... 
“Sabır kahramanıydı” acılı teyze. Hz. Eyyub Aleyhisselam’ın mirası düşmüştü payına. Ellerini, dizlerine vururken; “Yandım Allah'ım, daha fazla yakma. Bu ateş büyük, bu ateş harlı. Bu acı hepsinden ağır. Beni isyanlara atma.” diye yalvarıyordu Rabb'ine…

Baba ile dedenin hıçkırıkları titretti arş-ı alâyı. Gökyüzü perdelerini indirdi, kuşlar sustu, doğa nefes alamadı. Yangın büyüdükçe büyüdü. Kâinat kızıla boyandı, gün döndü. Gelen, “gitmeye” durdu. Kalanın azabı büyüktü.

Yolcu yolunda gerekti. Her sabahın akşamı, her akşamın da sabahı vardı. Zaman, “gitmek” zamanıydı. Bizim de geride bıraktıklarımız, bize ihtiyacı olanlarımız vardı. Yüreğimiz geride kalsa da dönüş zaruriydi. “Kalın sağlıcakla.” demenin ağırlığı çöktü omuzlarımıza. “Allah'a emanet edip” çıkmak, çok ama çok zordu. Gönlümdeki hüzün, dilimdeki “Allah’ım hiçbir kulunu, evladıyla -hele de bu şekilde- imtihan etme!” nidasıyla suskundu…

Editör: Hamit Gözümoğlu 

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi