ÖYKÜ YARIŞMASI
Giriş Tarihi : 07-03-2024 01:04   Güncelleme : 10-03-2024 00:40

Başka Bir Ben / Murat Aydın - Truva Edebiyat Dergisi 7. Öykü Yarışma İkincisi

Yazan: Murat Aydın -BAŞKA BİR BEN / TRUVA EDEBİYAT DERGİSİ 7. ÖYKÜ YARIŞMA İKİNCİSİ

Başka Bir Ben / Murat Aydın - Truva Edebiyat Dergisi 7. Öykü Yarışma İkincisi

BAŞKA BİR BEN / TRUVA EDEBİYAT DERGİSİ 7. ÖYKÜ YARIŞMA İKİNCİSİ

Aylardır dışarı çıkmıyor, insanlarla iletişim kurmuyor, stokladığım yiyecek ve içeceklerle kendimi resmen hapsettiğim bu evde, münzevi bir hayat yaşıyordum. Açıkçası, bundan da pek şikâyetçi değildim. Yalnızlığı, yalnızlığımı seviyordum. Özellikle, evde yapayalnız saatlerce, günlerce, aylarca hiç dışarı çıkmadan, kendimle kalmayı; düşüncelerimin, hayallerimin, çocukluğumun, mutlu anılarımın tüm evi doldurmasını, her adımda bu anılardan birine çarpıp, sırlı, unutulmuş bir aleme sürüklenmeyi seviyordum...

Amansız bir hastalığa yakalanmış, günlerini sayan bir ihtiyar gibi uzandığım kanepeden ağır hareketlerle doğruldum. Mutfağa giderken radyonun cızırtılı sesi tüm salonda yankılanıyordu; “Yumurtadan çıktığı andan itibaren yıllarca kafeste tutulmuş, avlaması gereken yiyeceği hazır olarak önüne konmuş bir kartal, doğaya salındığında yaşayabilir mi? Doğası gereği uçması gereken bu hayvan artık uçabilir, avlanabilir mi? Alışkanlıklarımız, bize dayatılan hayatlar, reklamı yapılan ürünler, konfor alanları, özgürlüğümüzü elimizden alıyor; bizi, habersiz ve usulca esir ediyor olabilir. Ne izlediğinizi, ne yiyip içtiğinizi, ne okuduğunuzu, nelere maruz kaldığınızı mutlaka sorgulayın. Mutlaka!”

Mutfakta kaynayan suyun buharı yüzüme vururken, radyo reklam arasına girmişti bile. Sonrasını duymamaya başladım. Bir tatlı kaşığı kahveyi ve biraz da sütü kupanın içine özensizce attım. Bunu, alışılagelmiş bir hareketle yaparken, kahve kokusunun burnuma dolması, kahvenin insanlara ulaşana kadar geçen o çetrefilli serüvenini canlandırdı gözümde. Böyle saçma sapan, akla gelmez şeylerin gözümde canlanmasından oldum olası hazzetmiyor ama buna engel de olamıyordum. Bu ipe sapa gelmez hayaller akarken zihnimde, kupaya doldurduğum suyun neredeyse taşmakta olduğunu fark ettim. Sert bir refleksle geri çektim suyu. Çalkalanan su mutfak tezgâhına, ağzı açık kahve şişesine ve kaçınılmaz olarak elime sıçrayınca acının bizi biz yapan, varoluşumuzu hatırlatan en kadim elçi olduğunu bir kez daha kavradım.

Elimde kahvemle camın önüne oturduğumda, evin içindeki gümüşi sessizlik bugün soğuk ve rahatsız edici gelmişti bana. Sonsuz bir sessizlik, benliğimi ele geçirirken, bu sessizliğin tekdüzeliğini, zihnimdeki alışıla gelmişliğini, üst katta yalnız yaşayan ihtiyarın düşürdüğü bir tabağın "şangırt" diye inleyen sesi bozdu. İşte, tam bu sırada bütün sır buharlaşmıştı. Oysa, ne çok yalnız insan vardı etrafta, her yerde. Apartmanlar, alışveriş merkezleri, sokaklar, caddeler, fütursuz kalabalıklar, konserler, evler yalnız insanlarla doluydu ve hiç kimse bir diğerinin yalnızlığını anlamıyordu. Herkes kendi evreninin yalnızlığını yaşıyordu dibine kadar. Ve kimsenin kimseden haberi yoktu.

Beşinci kattaki evimin salonunda, zemine sıfır olan pencerenin kenarında, dışarıyı seyrederken kapımın vurulduğunu duydum. Bu evrende yalnız olmadığıma sevinip sevinmemek arasında çabalarken, camın önünde uçuşup pervaza konan serçeler ve uzaktan süzülen martılar kararsızlığımı daha da perçinlediler. Kapı, tok bir şekilde dövülmeye devam ediyor, ben ise kalkmamakta inat ediyordum.

Şimdi hiç zamanı değildi. Kim olursa olsun kapıyı açmayacaktım. Bakir yalnızlığımı, her kim olursa olsun bu zamansız gelen meçhule teslim etmeyecektim. Vurur gider umuduyla bekledim dakikalarca ama her seferinde kapıya daha da kuvvetli vuruyor, kıracakmış gibi acıyla kapıyı dövüyordu. Küçük adımlarla, sanki benim içeride olduğumu fark edecekmişçesine parmaklarımın ucuna basa basa kapının önüne vardım. Varınca da şahit olduğum tuhaflık sersemletmişti beni. Gördüğüm benim kapım mıydı değil miydi emin olamadım. Daha doğrusu hatırlayamadım. Gördüğüm kapı, dış dünyama açılan bu geçit, kalın tahtalardan özensiz bir şekilde yapılmış gibiydi. Hayal mi görüyorum, zihnim bana oyun mu oynuyor diye iç geçiriyorum. Benden önceki kiracının bıraktığı birkaç hayale, duvarlara sinmiş düşlere, umutlara çarptığım oluyordu. Cansız bedenini çıkarmışlardı buradan ve ondan bana kalan başka bir alemin kırıntıları, hayalleriydi sanki.

Evet, ama bu kapı hayali değildi, evimle, apartmanla, uyumlu da değildi. Bildiğin basitçe biçilmiş, cilalanmamış, boyanmamış tahtalardan yapılmış ahşap bir kapıydı. Tahtaların arası ayrılmış ve asimetrik şekilde çakılmasıyla tüm eve, binaya yabani duran, çocukluğumdan hatırladığım köy evlerinin derme çatma kaplarından biriydi işte. Çivileri bile görünüyor, adeta sırıtıyordu. Betonun içinde filizlenmiş bir çiçek gibi acemi ve eğreti duruyordu. Ama sanki geçmişe açılan bir solucan deliğiydi. Alıp götürecekti beni bu alemden, yalnızlığımdan, umutsuzluğumdan...

İki tahtanın ince açıklığından sızan karanlığa gözümü yanaştırıp dışarı bakmak istedim ama içimi belli belirsiz bir ürkme hissi doldurunca bundan hemen vazgeçtim. Geldiğim yolu itina ile geriye dönerken kapıya vuran elin çıkardığı tok ses kulaklarıma dolmaya devam esiyordu. Beş yaşındaki çocuğun korkudan yorganın altına sığınması gibi ben de önemsemiyor gibi hissederek salondaki pencerenin önündeki manzarama teslim oldum. Yalnızlık tılsımı tamamen bozulmuş dışarıda insanların yürüdüğünü de görmüştüm artık. Hava da iyice kapanmış ve inceden bir yağmur başlamıştı. Bu kasvetli ve soğuk nisan gününde gözüm uzaktaki dalgalı, beyaz köpüklü, gri denize ilişti. Elimdeki kupanın sıcaklığına sığınarak, bir yudum kahveyi boğazımdan aşağıya yuvarladımve kapının yumruklandığını unutmak için kendimi camdan süzülerek deniz kenarındaki palmiyelerin, çocuk parklarının, çay ocaklarının, terkedilmiş balıkçı kulübelerinin, sandalyeleri ters çevrilmiş balık lokantalarının, deniz kıyısına gelişigüzel yığılmış kayaların, rengârenk boyanmış, yağmurla yıkanan beton yolların parlak zemininde buldum.

Sahil, hiç kalabalık değildi. Buna sevinirken civarda benim gibi dolaşan yalnız insanlar da vardı. Kıvırcık saçlı güzel bir kız, son bir sığınak arayan ihtiyar, işten kovulmuş baba, çocuğunu kaybetmiş başında siyah örtüsü olan anne, parasız üniversite öğrencileri, ağlamış olduğu yağmurda bile belli olan terkedilmişler... Hepsi de, yalnız ve içindeki boşluktan firar etmeye çalışan müebbet yemiş, umutsuz mahkûmlardı.

Sahil boyunca yürüdüm. Yağmur ince ince yağarken, üzerimdeki elbiseden geçip tenime değiyor, bedenimde ılık bir his bırakıyordu. Biraz üşümeme karşın inadına ıslanıyor, yüzümü gökyüzüne çevirip nedenini ve kime olduğunu bilmediğim derin bir isyan başlatıyordum. Varolmanın en soğuk anını yaşamaya çalışıyordum. Islak paçalarımın iyice ağırlaştığını hissedince başımı gökyüzünden ayaklarıma doğru çevirdim. Yalın ayaktım ve ayaklarıma yapışmış kum, yaprak, çer çöp tanelerini görebiliyordum. İşte tam o anda dikkatimi dağıtan şeyi fark ettim. Görmüyordum ama üzerime kilitlenmiş güdümlü bir füze gibi bakışlarını hissediyordum. Çıtırtı duymuş ceylan ürkekliğiyle başımı kaldırdığımda, yağmurdan ıslanmaktan pek hoşlanmayan, bir büfenin yırtık sundurmasının altına sığınmış, loş ışık içindeki yüzü asık ve oldukça çirkin görünümlü birinin bana baktığını görebildim. İşin garibi bu simayı tanıyor olduğumu hissediyordum. Yüzünü daha net görmem için sanki birisi beni çekerek bu tanıdık kişiye doğru sürüklüyordu.

Her adımda daha da belirginleşen yüzü beni daha çok cezbediyor, şaşkınlığımı ve korkumu artırıyordu. Artık aramızda sadece bir kaç metre kalmıştı. O sundurmanın altında, ben de hemen önündeki ıslanmış bordo boyalı, parlak sahil yolunda göz göze gelmiştik. Gördüğüm manzara karşısında nutkum tutulmuş, dizlerimin bağı çözülmüştü. Midemin bulandığını hissedince kusmamak için kendimi zorluyordum. Karşımdakinde ise neredeyse hiçbir his belirtisi yoktu ve oldukça sakin görünüyordu. Mini adımlarla bu saçmalıktan kurtulmak için gerisin geri gitmeye çabalıyor, debeleniyordum. Apaçık kendimden kurtulmaya çalışıyordum. Evet, bunu tanıyor ya da tanıdığımı düşünüyordum. Bu gördüğüm, göz göze geldiğim kişi bendim ben. Her şeyiyle, kılık kıyafetiyle, olanca yalnızlığıyla, bakışıyla, tavrındaki ürkekliğiyle, kaşıyla, gözüyle bu benim ta kendimdi. Korkuyla dönüp koşmaya başladım. Karşıdan bir kişi daha koşuyordu bana doğru. Tam karşı karşıya geldiğimizde onun da ben olduğunu gördüm. "Çıldırıyorum Allah’ım!" diye mırıldandım yanımdaki ben koşar adım benden uzaklaşırken. Dönüp arkamdan uzaklaşırken kendime baktığımda, o da kayıtsız şekilde bakıyordu bana.

Derhal eve gitmeliydim, kurtulmalıydım tüm benlerden, kendimden, tüm bu saçmalıktan. Dışarı çıkma fikri çok acı ve büyük bir hezeyana dönüşüyordu. Koşarken balık tutan bir beni, bankta oturup ıslanan yaşlı diğer beni, yağmurda dahi ağladığı belli olan terkedilmiş beni gördükçe ayaklarıma batan, acıtan ve kanatan cisimlere, maddelere aldırmadan daha da hızlı, soluk soluğa koşuyordum. Her yer kendimle doluydu sanki. Herkeste gördüğüm bendim...

Sahilden çıkmış, evimin olduğu sokağa girmiştim bile. Apartman da gözüküyordu artık ama şaşkınlığım, korkum ve hızımda bir irtifa kaybı yaşamadan koşmaya devam ediyordum. Sokağın sonundaki köşeyi dönünce apartman girişine varacaktım. Temmuz sıcağında terlemiş bir tırpancının içtiği soğuk su gibi ferahlık ve serinlik dolmuştu tüm bedenime ama koşmama yine de engel olamıyordum. Tam köşeyi dönerken, karşıdan koşarak gelen başka bir benle göğüs göğüse çarpışınca ikimizde farklı taraflara savrulduk. Soluğum kesilmişti. Göz göze geri geri sürünerek ikimiz de bir birimizden uzaklaşıyorduk. Sırtımın duvara çarptığını farkedince, elimle yoklayarak apartmanın kapısını açıp, gövdemi içine atmaya çalışırken gözlerimiz hala birbirinden kopmamıştı. Merdivenleri bir solukta çıkıp evimin kapısının önüne yığılı verdim...

Elimdeki kupanın soğumuş olduğunun farkına varınca yaşadıklarımın hayal mi gerçek mi olduğunu anlayamamıştım. Bu ayrımı yapmak neredeyse olanaksızdı.

Kapı aynı hızla, ritimle yumruklanıyordu hala. Yavaş adımlarla sanki benim içeride olduğumu fark edecekmişçesine parmaklarımın ucuna basa basa kapının önüne vardım. Bu kapının benim kapım olmadığını acıyla anımsıyordum. Gözümün tekini kapatarak tahtaların arasındaki ince aralığa dayadım diğerini.

Kapının diğer tarafında, kapıyı yumruklayan, açmam için merhamet dolu gözlerle bana bakan, haykıran ama sesi asla duyulmayan, korkmuş, ıslanmış, ürkmüş, dehşet içindeki kendimi görünce, daha yakıcı, yok edici bir yılgıya kapıldım. Elimdeki kupa yere düşerek binlerce parçaya bölünüp etrafa dağıldı.

Kapı hala acı acı dövülüyordu.

***

- "BAŞKA BİR BEN" Sesli Dinlemek İçin Görsele Tıklayın...

 

* TRUVA EDEBİYAT DERGİSİ GELENEKSEL 7. ÖYKÜ YARIŞMASI 2024 SONUÇLARINI JÜRİ GÜNCELLEDİ. AÇIKLAMAYI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN 

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi