ANI
Giriş Tarihi : 12-03-2024 17:03   Güncelleme : 12-03-2024 20:59

Arpa Kılçığı / Alparslan Aygül

Yazan: Alparslan Aygül -ARPA KILÇIĞI 

Arpa Kılçığı / Alparslan Aygül

ARPA KILÇIĞI

1981 yılı, Nevşehir Ticaret Lisesi, birinci sınıfı bitirdiğim senenin yaz tatiliydi. Adı üstünde “Yaz tatili.”

Biz köy çocukları; yaz tatili gelince zevkle, heyecanla köyümüze giderdik. Üç ayın nasıl geçtiğini hiç bilmezdik. Şimdilerde tatil deyince akla hemen deniz ve sahiller gelmekte. Oysa bizler yaz tatilini köyde çalışarak geçiriyorduk. Bundan da hiç gocunmuyorduk.

Rahmetli babam köyümüz Gümüşkent'te, Araplı Pınarındaki bahçemize arpa ekmişti. Bahçemiz iki dönüme yakın, sulak ve köye üç km uzaklıktaydı. Anam buraya neler ekerdi neler bir bilseniz. Ekilen tohumların yeşermesiyle bahçeyi gören, döner bir daha bakardı. Kuru fasulye, domates, biber, patates, soğan. En çok da ayşekadın fasulyesi ekilirdi. Çünkü babam bunları Nevşehir pazarında satar ve evin ihtiyaçlarını alırdı.

Babam bahçeyi “deh, çüş” diyerek eşekle sürer, ben de eşeğin ipinden çekerdim ki hayvan çizgiden (cızıdan) çıkmasın. Sonrasında bel kürekle karık, keli yapardık.  Toprağa bazen iki kere ekim yapardık. Arpa, haziran sonlarına doğru olgunlaşınca yolar, peşine de ayşekadın fasulyesi ekerdik. Yeşil renkli fasulyenin içinde az da olsa beyaz renklisi olur, pişirince yumuşacık olurdu. Aklıma gelmişken yazmadan edemedim. Ayşekadın fasulyesini pişirdikten sonra içine yumurta kırıpta yufka ekmekle hiç dürüm yaptınız mı? Tabi yanında da parmak üzümüyle birlikte. Parmak üzümünü bulamasak da yanında taze baş soğan ve ayranla da pek güzel olur. Her ne kadar şehirde yaşasak bile hala bu kültürü eşim sayesinde devam ettiriyoruz.

Ancak şehirde satılan çalı fasulyesi bizim Araplı Pınarı’nın yeşil fasulyesinin tadına hiç benzemiyor. Şimdiye kadar çalıştığım hiçbir ilde de bu lezzeti bulamadık.

Bahçemizin hemen yanında; aynı zamanda köyümüzü de ikiye ayıran bir dere vardır. İsmi de Değirmen (daamen) Deresi. Kimine göre de Cinli Dere. Çünkü bu mevkide başka komşularımızın da nevalesi vardı. Köyün gençleri canları çekince gece salatalık ve mısır hırsızlığına gelirlermiş. Bunu önlemek için birisi derede cin gördüğünü söyleyince tüm köye yayılmış tabi. Ondan sonra gece gelmeler ve hırsızlıklar kesilmiş.

Daamen Deresi’nden şırıl şırıl berrak sular akardı. Bu su Hacıbektaş yoluna yakın "göz" dediğimiz yerden çıkardı. Sızan yer altı sularıyla birleşerek derelerden Kızılırmak’a doğru giderdi. Giderken de bahçeleri nevaleleri sulardı.

Göz dediğimiz yerde eskiden su değirmenleri varmış. Ben bu değirmenleri hiç görmedim. Köylülerimiz buğdayını burada öğütürmüş. Rahmetli babam eşeğe seklemi (çuvalı) yükleyip çok kere buğday öğütmeye gitmiş buraya.

Bu derenin suyunda yaz aylarında kadınlar bazen buğday, bazen yün yıkarlardı. Biz çocuklar da combak dediğimiz ufak göletler yapar içinde cıbıl cıbıl oynardık.

Baharın gelmesiyle birlikte babam ve annem her sabah erkenden kalkarlardı. Gerçi kış günleri de erken kalkarlardı ya. Babam sabah namazına camiye gider, annem ineği sığıra sürer, hayadı süpürür, çayı demler, bazen çorba pişirir, çöreği çeker ve bize de; "kalkın" diye seslenirdi. Ancak, biz genç olduğumuz için kalkmak zor gelirdi. Babamın anneme; “Yav avrat, uşahlar daha gahmadı mı? Galdır gayrı şunları arpa yolmaya gidecaah” derdi. Anam da; “Hadin gayrı oolum, gızım gahın gayrı” demesiyle üşenerek kalkardık.

Kahvaltımızı yaptıktan sonra babam eşek arabasını hazırlar, anam da lazım olan ne varsa heybeye koyardı. Vay anam vay, babaların düşünmedikleri her bir şeyi onlar düşünürdü.

Tabii bu arada saat 9, 10 olurdu. Anamla babam eşek arabasına binip tıngır tıngır giderken, ben de elimde orakla peşlerinden yayan gidiyordum. Tabii, genç ve ergen olduğum için eşek arabasına binmek istemiyordum. Güya bir görenden utanıyordum. Eşek arabası traktör yolundan gittiği için mesafeyi biraz uzatıyordu. Ben de patika yola, dere mahalleye saparak dereyi takip edip kestirmeden gitmeye karar verdim.

Daha doğrusu dereye aşağı kavak, iğde, ceviz ağaçları arasında Ferdi’den, Orhan’dan, Neşet’ten türküler, arabesk şarkılar söyleyerek  gidiyordum. Tabii, ben bu kadar güzel şarkı ve türkü söylerken bülbüller, kumrular, serçe kuşları, saksağan (zahça) ve ağaç kakan (demir delen) kuşları durur mu? Onlar da bana eşlik ediyordu. O bülbüllerin sevdalı ötüşüne, kumruların “guu guuk guk” diyerek ahenkli ötüşüne, demir delen kuşunun “tık tık  tık tık” diyerek ağaç delerken çıkardığı ritim sesine bayılırdım. Deredeki kurbağaların;  "vırraak, vırraak" ötüşüyle hep birlikte koca bir orkestra oluyorduk sanki. Dereden burnuma gelen narpuz, yarpuz kokusu, iğde çiçeğinin insanı bayıltacak derecedeki enfes kokusu, beni coşturuyordu.

İşte bu güzellikler içinde elimdeki orağı bir oraya bir buraya sallayarak bahçemize yaklaşmıştım. Güya yolumdaki otları, dikenleri temizliyordum. Babam ve annem bahçeye benden önce gelmişlerdi. Bahçemize yakın bir yere komşumuz arpa ekmiş ve ben de yoluma engel olanların başaklarını orakla koparıyordum. Her koparışımda başak bir ok gibi fırlıyordu.  İşte bu esnada kopan bir başağın kılçığı gelip gözüme saplandı. Elimle gözümü ovaladım, uğraştım ancak batan kılçığı çıkaramıyordum. Oynadıkça kılçık canımı acıtıyor ve ağlamaya başladım.  Babam; “Ne oldu lan bu halin ney?” deyince ben de; “Gözüme arpa kılçığı battı, onu çıkarmaya çalışıyom” demem üzerine babam; “Lan oolum senin elin ayağın hiç dooru durmaz mı? Noorecaan şimdi?” dedi.

Tabii, durumun ciddiyetini anlayıp gözüme baktılar ancak onlarda kılçığı çıkaramadılar. Ben sızlanmaya devam ediyordum ve babam söylenerek; “Lan oolum ne zaman akıllanacan sen, ne zaman adam olacan?” diyordu. Anam da; “Ulan herif arpa yolmayı bırahın şimdi. Oolanı şeere götür, göz dohduru bi bahsın” deyince babam da sinirlendi ve “Yav avrat dohdur bedava mı bahacak bu çocuğa? Hem benim atım yoh, arabam yoh neyinen giderik şeere?” diyerek söyleniyordu. Tabii, benim gözüm de kıpkırmızı olmuş yaşlar akıyordu.

Babam; “Lan oolum al şu parayı git köye. Çıh susaya (şose - ana yol- Hacıbektaş/Gülşehir yolu) hangi araba gelirse durdur git şeere muayeneni ol gel” demesiyle  köye doğru yola çıktım. Üç kilometre yürüdükten sonra eve gelip üzerimi değiştim. Ardından üç kilometre de susaya kadar yürüdüm. Hacıbektaş’tan Gülşehir’e doğru giden arabalara el ediyordum. Bir kamyonet durdu ve “Nereye gidiyon aslanım?” diye sorunca ben de, “Nevşeere gidiyom” dedim. Allahtan oda Nevşehir’e gidiyormuş. Sonrasında beni alarak Nevşeere kadar götürdü ve Gazi Stadı’nın oralarda indirdi. Kamyoncuya kaç lira verdim hatırlamıyorum.

Karadeniz pastanesinin karşısında özel muayenehanesi olan doktorlar vardı. Tabelalara bakarak göz doktorunu buldum ve merdivenlerden çıkarak yarı açık kapıyı çalarak içeriye girdim. İçeride masada beyaz önlüklü bir bayan oturuyordu. Bayan; “Buyurun ne vardı?” demesiyle ben de başladım derdimi anlatmaya. “Doktor Hanım gözüme kılçık battı onun için gelmiştim” dedim. Derdimi anlattıktan sonra bayan; “Ben doktor değilim sekreteriyim. Doktor beye telefon açayım birazdan gelir sizi muayene eder” deyince öyle utandım ki. İlk defa özel doktorda muayeneye gelmiştim. Biraz acemilik biraz da köylü çocukluğunun verdiği eziklik nedeniyle beyaz önlük giyen bayanı doktor sanmışım.

Derken doktor bey çabuk geldi ve muayenesinin ardından gözümdeki kılçığı tereyağından kıl çeker gibi çıkardı ve birkaç tane de ilaç yazdı. Muayene param, ilaç ve geri dönüş yol param ucu ucuna yetmişti. Ayrıca cebimdeki bozuk paralara baktım iki somun, iki de Nevşeer simidi alacak param kalmıştı. Meteris’deki fırından somun ve simit alıp birazını da yolda yiyerek Gülşehir dolmuşlarına bindim. Gülşehir’de indim ve aynı şekilde Hacıbektaş istikametine giden arabalardan birini durdurarak Gümüşkent yol ayrımında inip yürüyerek nihayet eve gelebildim. Bir yaramazlığın sonu nelere mal olmuştu vay be. Şimdi o günleri hasretle yad ediyorum.

Editör: Ümmügülsüm Hasyıldırım 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi