ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 08-09-2023 23:05

Türkan Şoray Kirpiği / Hakan Cucunel

Yazan: Hakan Cucunel -TÜRKAN ŞORAY KİRPİĞİ

Türkan Şoray Kirpiği / Hakan Cucunel

TÜRKAN ŞORAY KİRPİĞİ

Altına aldığı ayağı uyuşmuştu. Bacağını doğrulttu. Burnu dönmüş olan patiğini düzeltti. Ayakları, ayağa kalkacağını anlamış gibi terlikleri aradı. Ters dönmüş terliğin sağdakini bulup diğerini bir süre arandı. Sandıklı divanın altına girmiş diğer tekini de bir alışkanlıkla dışarı çekti, sol ayak da terliğini bulmuş oldu.

Latife’nin haberi bile olmadı terliklerin giyildiğinden. Kalktı. Enver, dün akşam bıyığıyla oynarken et istemişti. Kurban Bayramı'ndan kalan son parça. Etin, ateşe koyulduğu o ilk kokusu içini bulandırırdı. Öğürtüsünü tutamazdı. Yavuz’a hamileydi, yani hamileymiş daha bilmiyordu, karşı komşusu Ümmühan, et pişiriyordu. O zamandan beri mi yoksa öncesi de var mıydı tam emin olamadı.  Ama o gün, o et kokusu, tencerenin kenarında kavrulan et köpüğü kokusu, bir hafta boyunca öğüre öğüre kusmasına sebep olmuştu.

Örnekte olduğu yeleğin boşalan şişini yün yumağına batırdı. Dizleri ağrımış. Yelek güzel olacaktı. Bu motif, bu renge çok güzel düşmüştü. Önce üç numara şişle başlamıştı. Ama motifi sıktı üç numaralar. Yumuşacık olsun istiyordu. Söktü bütün ördüğünü.

Yeniden dörtle başladı. Dört buçukla başlamadığına da üzüldü ama iyi olmuştu. Bu defa ilik yerlerini iki ilmek uzun kesti. Düğmeleri de beğenmemişti. Ördüğü yünden düğme yapmaya karar verdi. Kolayca ilikleniversin. Koltuğa bırakmadan önce açtı, inceledi. "Türkan Şoray Kirpiği." Motifin adı buydu. Koldan kesmeye başlardı iki sıra sonra. Aslı’ya baktı. Aslında sıcaktı hava. Ama o, alışkanlıkla yine kendi ördüğü uçuk pembe yeleğini sırtına aldı.

Aslı, camdan bakıyordu. Yine ve hep camdan bakıyor. Bıkmadan, usanmadan, düşünerek veya düşünmeyerek camdan bakıyor. Ela'nın anlatılmaz güzellikteki yeşili gözleri, camın ön yüzeyindeki kendi işi olan el izlerine baktı önce. Sonra binanın önünde, binayla yarışır gibi boy uzatan kara selviye baktı. Nedense gülümsedi ağaca. Kendisi de bilmedi. Hep ıslak, hep kırmızı ve ince dudakları gerildi. Ağacın altına doğru kaydı gözleri. İki oğlan, pamuk şeker yiyordu. Parmakları pembe şekere bulaştığından, şekerden bir tutam koparıyorlar, ardından da parmaklarını yalıyorlardı. Sonra yeniden ağaca, ondan da camdaki kendi ellerinden kalan izlere bakmaya başladı.

Bir şey yemiyorsa, tuvaleti yoksa camdan bakıyordu. Kimsenin görmediği bir şeyleri görür gibi veya ilk defa gördüğü bir şeyi hayranlıkla izler gibi. “Hele bir bak ceylanım, bak nasıl güzel oldu?” dedi. Aslı baktı. Bir kadın gördü. Kırklarını yaşayan, basenleri genişlemiş, bacakları dolmuş, üzerinde bir yelek, boynu kısılmaya başlamış, yanakları tombullaşmş, göz uçlarında gülmediği zamanlarda bile artık görünmeye başlamış, kırışıkları olan bir kadın. Kadın, ona bakıyordu. Elinde ördüğü kazak ve kazağın üstünde iki şiş ve yerde bir yün yumağı.

Her zamanki gibi güldü. Bu gördüklerinden birine veya tamamen başka bir şeye. İçinde ne olduğu belli olmayan hep aynı gülümseme. Ne için olduğu belli olmayan ama gerçek bir gülümseme. Ama nasıl bir gülümseme? Çok özlediği birini öper gibi gerçek bir gülümseme. Seviniyor mu? İçten içe hoşlanıyor mu onun için yapılan bir şeyden? Neye kızıyor? Neyi çok istiyor? Bu soruların yanıtı yok. Hiç olmadı ve hiç de olmayacak. Latife, kanepedeki kırlentin üzerine bıraktı Türkan Şoray Kirpiği motifli yeleği.

Mutfağa yürüdü. Pişmeye başlayan et, o en kötü kokusunu veriyordu. Öğürdü. Mutfak camını açtı. Bu cam, ışıklığa bakıyordu. Hava dönmezdi. Mutfak hep karanlıktı. Lambanın düğmesini, elinin tersiyle itti. Sarı ışık isteksizce yayıldı. Mermer tezgâhın mor damarları belirdi. Tüpün üzerindeki tığ işi örtünün renkleri dirildi. Tencerenin kapağını kaldırdı.  Mutfak çekmecelerinin en üstte olanını açtı. Eli, büyük servis kaşığını buldu, diğerlerinin arasından çekip çıkardı. Öğürtüsünü tutmaya çalışarak, pişen etin köpüğünü kâseye aldı. Lavaboya döktü. Musluğu akıtıp, çamur gibi duran çirkin et köpüğünü giderdi. Ocağın altını söndürürcesine kıstı. Buzdolabının kapısını itti. Gevşemişti. Sık sık kapatmak gerekiyordu. Lambayı söndürdü. 
Odanın kapısından baktı.

Aslı, camdan bakıyor. Latife, kızının yanına gitti. O da camdan baktı. Yolda çocuklar tek kale maç yapıyorlardı şimdi. Vesile’nin kara oğlu, kendi kardeşine ana avrat düz gitti. Kaçan topun peşinden seyirtti. Bir kız bisikletiyle aşağı doğru iniyordu. Arife’nin kızı Nilüfer beşe geçti bu yaz. Bakkaldan, bir kâse ile aldığı yoğurdu eve götürüyordu. “Bu sene güzelleşti, serpildi” diye düşündü. Aslı’ya baktı. Kızı, bunlardan hiçbirine bakmıyordu. Onlara bakıyordu ama gördüğü sokaktakiler değildi. O, daha uzaklara belki olmayan bir şeylere bakıyordu. İsterdi ki onlardan birine baksın. Bir şeye heves etsin, bir şey istesin. Top istesin, bisiklet istesin. Yanında annesi veya babası olmadan sokağa çıkmadı hiç. Hiçbir çocukla oyun oynamadı.

Nasıl salardı ki Latife ceylan gözlü kızını sokağa? Kendi çocukluğunu biraz olsun anımsayan her insan, gerçek zalimlerin, masum görünmelerine rağmen; çocuklar olduğunu bilirdi. Onlar en küçük bir ikileme düşmeden eziyet eder, acı çektirir ve ağlatırlardı. Hemen bir lakap takarlar, alay edecek bir şey bulurlardı. En acıtacak yerini bulurlardı insanın. Bunları, böyle ifade edemese bile seziyordu Latife.

İnce yüzü, alınmış gibi düzgün kaşları, çok iri gözleri ve minicik çenesiyle ne kadar güzel bir kızdı. İç geçirdi. Yeleğinin cebinde her zaman duran ve yalnızca Aslı’nın dudaklarından sürekli akan tükürüklerini silmek için kullandığı mendille, kızının ağzını ve çenesini incitmeden sildi. Gözlerine baktı. Nasıl genç, parıltılıydı bu gözler. Aslı, asla göz teması kurmazdı. Bakışları birinin gözleriyle karşılaşınca hemen çevirirdi. Yüzünde hep aynı duruş, bakışında hep aynı anlam. Sarıya yakın saçlarını, kulağının arkasına iliştirdi. Aslı, bu yapılanlarla ilgilenmedi.

On beşine girecek bu ayın on birinde. Boyu iyice uzadı. Kaynanasına benziyordu boyu. Saçları sarı. İki ay önce de adet oldu. Latife baktı. Ya da bakmadı, geçmişini, yaptıklarını ve yapmadıklarını alt üst etti. Kızına bakıyordu ama geleceği düşünüyordu. “Ne yapacak bu kız, ben iyice yaşlanınca” dedi. Büyüğünü tuvalete yapmayı öğrenmişti ama çişini altına yapıyordu. Hep böyleydi.

Tuvalet taşını fırçalamak için tuvalete girdi. Aslı’nın tuvaletini yaptırmıştı az önce. Toz vim döktü. Çömeldi. İyice ovaladı. Çeşmeye bağlı kısa hortumla tuvalet taşını duruladı. Doğrulurken ıhladı. Güçlükle doğruldu. Tuvalet terliklerini duvara dayadı süzülsünler diye. Ellerini sabunladı. Havluyu düzgünce astı. “Yaşlandım” diye iç geçirdi. Tombul bacaklı bir mahalle teyzesi olmuştu. Saçlarını bağladığı tülbentini çözdü. Saçlarını toplayarak yeniden bağladı.

Biraz gerilere kaydı aklı. Köyde bir çuval arpayı Enver’le elleştiği gibi at arabasına kaldırırdı. Şimdi doğrulamıyordu. “Yaşlılık. Kim önüne geçmiş ki ben geçeyim” dedi. Yaşlılık, artık daha yakındı. Her geçen gün, git gide daha yakın olacaktı. Ama hiç de sakinleşmedi içindeki yaşlılık kederi. Yine de iyiydi canım. Biraz kilo almıştı gerçi. Misafir odasına yöneldi. Mermer sehpanın üzerindeki dantel ve kesme cam küllük kaymıştı. İkisini de düzeltti. Mutfağa tekrar girdi. Etin haşlanırken yaydığı kötü koku.

Tencerenin kapağını araladı. Taşacak gibi değildi. Tepsideki bulguru ıslattı. Mutfak tezgâhının altından turşu bidonunu çıkardı. Biraz lahana, biraz salatalık ayırdı. Birkaç da havuç koydu tabağın kenarına.

Enver, eti biraz diri sever. Eriyip gitmeyecek. Dişe değecek biraz. Arka odanın balkonuna geçmeden Aslı’ya baktı. Hiç oturmaz. Bütün gün… Uyumadığı her an ayaktadır. Hep sallanır. Tek bir sözcük bile konuşamadı bu zamana kadar. Sallanır ve anlaşılmayan sesler çıkarır. “Ben elden ayaktan düşsem ne yapar?” sorusu öldürüyordu Latife’yi. Bir kere değil, aklına her gelişinde öldürüyordu. Latife, her gün bir kaç defa, yanıtını kimsenin veremeyeceği bu soruyla ölüyordu. Aslı’yı doğurduğu günü düşündü. Nasıl güzel bir bebekti. Şimdi de çok güzel bir genç kız olmuştu. Kızında bir sorun olduğunu kabul etmek istemedi başlarda. Enver, daha iki yaşındayken anladı zekâsının normal olmadığını. İnanmadı Latife. Kars’ta hoca bırakmadı. Ne muskalar, ne kâğıtlar yazdırdı. En son Erzurum’da bir hoca söylediler. Enver, en baştan karşıydı böyle şeylere.

Yalvardı, yakardı. “Kulun kölen olayım bu son” demiş zar zor ikna edebilmişti. Kalkıp Erzurum’a gittiler. Bu hoca, bir Alevi dedesiymiş. Daha önce gittikleri hocalara benzemiyordu. Kendi kendine dudaklarını kıpırdatmıyordu. Göbeğine inen sakalları yoktu. Her yerde görebileceğin adamlardandı. Latife, gidip oturmuştu karşısına. Bıyıkları sanki hiç kesilmemiş gibi uzun ve gürdü dedenin. Zannettiğinden gençti. Evin içinde, odada bilmediği bir bitkinin ilk defa duyduğu kokusu vardı.

Derince bir soluk verdi. Arka odanın balkonuna geçti. İzmir’in yaz güneşi gözlerini aldı ilkin. Balkon demirine elini koydu hemen çekti. Demirler ateş gibi sıcaktı. Güneş, yazın batana kadar bu tarafta eğleşir. Sofra bezinin üzerinde serili tarhanalar, kuvvetli güneş ışığında iyice kurumuştu. Çömeldi. Kuruyanları, leğende ufalamaya başladı. Bu sene çok güzel olmuştu tarhanası. Biraz ayırayım da, anama göndereyim, dedi. Alt katın bahçesinde Sadife, taze soğan topluyordu. Seslendi, biraz lafladılar. O arada tarhana ufalamaya devam etti. Sadife ayaküstü bir kek tarifi verdi. Uflaya puflaya doğruldu. “Dur kız kör olmayasıca, kızı unuttum içerde” dedi. Sadife, “ Kız sepeti salla da soğan al biraz” dedi. Ekledi “Yelek nasıl gidiyor?” “Söktüm kız, dörtle yeniden başladım. Ama güzel olacak sanki” dedi.

Dizleri uyuşmuş, topukları sızlamıştı. Biraz aksayarak Aslı’nın durduğu odaya gitti. Kapıdan baktı. Bir şey yapmazdı gerçi Aslı. Hep aynı yerde durur, acıkınca sesler çıkarır ya da gelir Latife’nin elinden tutar, mutfağa götürürdü. Karnı doyunca yine camın önüne geçer, dışarı bakar, sallanırdı. Yine aynısını yapıyordu. Artık etek giydiriyordu Latife Aslı’ya. İşediği zaman pantolonunu çıkarmak, yeniden giydirmek çok zor oluyordu. Bazen direniyordu pantolonunun çıkarılmasına. Kızıyordu. Oralarını ıslak bezle silerken gülüyordu. Gıdıklanıyordu. Orasının ne işe yaradığını bilmeden, başına ne dertler açabileceği hakkında en küçük bir fikri olmadan, yalnızca gıdıklanıyor ve gülüyordu.

Terliklerini ayağından çıkarmış yine. Beton sıcak ama yine de basmasın. Gitti. “Aslı, kızım niye çıkardın terliklerini ay ceylan gözlüm?” dedi. Aslı, annesine döndü. Anlaşılmaz sesler çıkardı. Latife, terliklerini ayağına taktı. Yeleğinin cebinden mendilini çıkarıp çenesine kadar akan tükürüklerini yeniden sildi. Aslı yine güldü. İlk işi terliklerini yeniden çıkarmak oldu. Odadan çıkarken ördüğü kazağı eline aldı. Bu renge çok güzel düştü bu motif, dedi. Döndü, kızının üzerine tuttu. Aslı, üzerine tutulan kazakla değil örgü şişleriyle ilgilendi. Parmağıyla şişin sivri ucuna hafifçe dokunuyor sanki hoşuna gitmiş gibi gülüyordu. Latife bir kez daha beğendi kazağı. “Çok yakışacak ceylanım” dedi. Şişi kazakla yumağa batırıp televizyonun üzerine koydu. Mutfağa geçti, ete baktı. Neredeyse pişecekti. Beş dakkası vardı. Az daha tarhana ufalayayım, diye düşündü. Balkona çıktı. Sepeti salladı. Sadife bolca taze soğan biraz da roka koydu sepete. Yukarı çekti. Kuruyan tarhanaların başına çöktü.

“O neyin kokusuydu ki acaba?" diye düşündü. Alevi dedesi, “Buyur benim bacım, ne istiyorsun?" diye sordu. Latife de anlattı; "Bir defasında tarlaya giderken destursuz su döktüğünü, ama hamile olduğunu bilmediğini, işte o gün karnındaki bebeğine cin musallat olduğunu anlattı. Bu cin yüzünden kızının aklı uçup gitmişti. Kızımın aklını getir, ne istiyorsan onu vereyim." dedi. Zengin olduklarını, malın davarın sayısını bilmediğini söyledi. Dede; “Kızı göreyim bir yol” dedi. Latife, içinde az mı çok mu bilmediği umuduna tutunarak, odadan çıktı, babasının kucağındaki Aslı’yı alıp odaya getirdi. Dede, iki yaşını henüz geçmiş Aslı’yı kucağına aldı. Yüzüne uzun  uzun baktı, yanaklarını baş parmağıyla okşadı sonra iki gözünü de kendi evladını öper gibi öptü. Saçlarını şefkatle okşadı. Yüzüne uzun uzun baktı yine. Derin bir iç geçirdi; 
“Bacım, cin, peri yalan işler, dedi. Seni böyle diyerek kandırırlar. Kocan, senin akraban düşüyor mu?” diye sordu. Latife, kızının durumuyla kocasının akraba olması arasında bir bağlantı kuramadı, "Öz teyzemin oğlu." dedi. Dede, “Bacım, bu işe çare yok, hacılık, hocalık bir dert değil seninki. Hiç yollara düşme. Kızına musallat olan bir cin yok. Hiç kendini yorma. Bu balanı böylece kabul et. Allah güç kuvvet versin” demişti.

Latife, işte o gün; Aslı’nın düzeleceğine dair bütün umutlarının bittiği o gün, gerçekten yaşlanmıştı. Erzurum’da otobüs beklerken terminalin büyük camlarında ilk defa o gün; yürüyüşünü fark etmiş ve tıpkı annesinin yürüyüşüne benzetmişti. Aslında içten içe hep biliyordu Enver’in haklı olduğunu. Biliyordu Aslı, hep böyle kalacaktı. Hiçbir zaman normal bir çocuk olmayacaktı. Önünde uzun ve çok zor bir hayat olacaktı. Kızının geleceğinden hep kaygı duyacaktı.

Nasıl çıktılar, nasıl geri döndüler hiç hatırlamıyordu. “Kızılbaştan hoca mı olur?” diye öfkelendi, kızdı, ağladı ama bir daha da ne hacı ne hoca, kimseye gitmediler. Kızılbaşa inanmıştı. Enver zaten hiç birine inanmıyordu.

Yeniden doğruldu. Tarhana, bir gün daha kalsındı. Mutfak ışıklığının önündeki sandalyeye oturdu. Ben ölünce ne olacak Aslı’m, ceylan gözlüm” dedi.  İçli içli ağladı. Başını duvara dayadı, gözlerini tavana dikti. Gözlerinden taşan yaşlar sanki kesilmiş bir parmaktan sızan kan gibi sıcak, rahat ve zorlanmadan akıyordu.

Oğlu Yavuz, işteydi. Babasından önce gelirdi bugün. Bir yıl kadar oluyor. Aslı, Yavuz’un elinden bir şeyi almıştı. Hiç yaptığı bir şey değildi aslında. Yavuz da “versene lan” dedi. Aslı’ya bugüne kadar hiç kimse gülden ağır söz söylemiş değildi. Latife de “Yavuz, kurban olduğum ablana nasıl konuştun öyle” dedi. Yavuz da “Ablam değil bu geri zekâlı” deyiverdi.

Latife’nin etinden et kesildi sanki, Latife’nin ciğeri söküldü sanki. Ceylan gözlü Aslı’ya “geri zekâlı” dendiği olmamıştı. Bu söz, bu evde hiç kullanılmamıştı. Aslı hakkında konuşulurken ne onun yanında ne de o yokken böyle sözler söylenmezdi. Bu yasaktı. Kendini kaybetti Latife, çalı süpürgenin gâvur başı ile oğlunu evire çevire yorulana kadar dövdü. Hem ağladı hem dövdü. Yavuz’un yalvarmalarını ancak yorulduğunda duyabildi. O zamandan beri aralarında bir soğukluk kalmıştı sanki oğluyla.

Latife, öyle üzüldü ki, o an aklına her gelişinde ağlıyordu. Yine ağlıyordu. Güzel kızına, Yavuz’u dövdüğüne, dile gelmeyen bir sürü olmuş şeye. Olabilecek olan ama aklından geçirdiğinde Latife’yi delirtecek gibi olan bir yığın olasılığa ağlıyordu. Işıklığın penceresine uzanıp itti. Sesi çıkmasın dışarı diye. "Ben ölsem kim bakar ceylan gözlüme?" Her gün belki on defa aynı açmazla ciğerleri yanıyordu.

Serpilmişti. Güzel bir kız olmuştu. Aklından korkunç, tiksindirici sahneler geçti yine. Daha çok ağladı. Haykırmak, bağırmak, delirmek geçti aklından. “Kendini korumayı da bilmez Ceylan gözlüm." diyor başını sallayarak ağlıyordu. Yazmasının ucuyla gözyaşlarını siliyor, ağlıyor ama içi soğumuyordu.

Başını Aslı’nın durduğu odaya çevirdi. Tam karşıdaki duvara dönmüş bir şey yapıyordu Aslı. Sallanıyordu. Önemsemedi. Ama bakıyordu. Aslı'nın eteğinin yavaşça ıslandığını fark etti. Yine altına işiyordu. Kızmadı. Asla kızmazdı. Yüzünü ekşitmezdi. Yakınmazdı. “Ah benim ceylanım” dedi içini çekerek. Daha çok ağladı. Daha derin ağladı. Alt dudağını ısırarak ağladı. Aslı’nın ayaklarının altı göl olmuştu. Döndü kapıya baktı. Bakışlarında o zamana kadar görmediği bir anlam vardı. Sanki annesinin görü görmediğine bakıyordu. 

Latife, Aslı’nın elindeki şişi o zaman gördü. Yün yumağı, eşiğe doğru yuvarlanmıştı.  Hiçbir anlam veremiyordu. Aklı, Aslı’nın hiçbir konuda kendisini koruyamayacağı ayrıntısına takılmıştı. Islanan ayaklarının az gerisinde yarısı bitmiş kazağı duruyordu. Aslı, tekrar dönüp mutfağa baktı. Annesini gördü.

Sallanmıyordu şimdi. Güldü. Belki de hayatında ilk defa bir şey düşünmüş, anlamış ya da bilinçli olarak bir şeye karar vermiş gibi bir ifade vardı yüzünde. Annesi ağlıyordu. Aslı gülümsedi. Döndü. Elindeki şişi duvardaki prizin deliğine ittiğini gördü Latife. Başka bir şey görmedi.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi