ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 18-12-2022 21:10   Güncelleme : 20-12-2022 06:21

Son Yaprak Düşene Dek

Yazan: Şeyma Aktepe -SON YAPRAK DÜŞENE DEK

Son Yaprak Düşene Dek

SON YAPRAK DÜŞENE DEK

Rüzgârın belli belirsiz fısıltısı çarpıyor kulağıma, az ilerdeki saçları aklaşmaya yüz tutmuş yaşlı adamın titrek elleriyle keman çalması, kemanın o hoş sesi içimi titretiyor. 

Salıncağın paslanmış zincirlerinden çıkan ses, ileri geri salınmamla artıyor. Hâlâ yaşadığımı kanıtlarcasına nefesim havaya karışıp, gözden kayboluyor. 

Londra’nın doğusundaki küçük bir sahil kasabasının üzerine çöken yoğun pusu selamlayan insanlar yeni yeni evlerinden çıkıyor. Keman çalan adam uzaklaşmış, yerine bir grup hızlı adımlarla yürüyor. Günün bu saatinde benim de gelmeyi tercih ettiğim park epey bir kalabalık olur, fakat ben buraya sadece kendimi dinlemek için gelmiştim ki şu an oluşan gürültü büyük bir sorun teşkil ediyordu. 

Üzerine sığmak için epey çaba sarf ettiğim salıncak artık beni taşıyamayacağını bağırırcasına gıcırdıyordu. Gözlerimi dikip durduğum, önüme serilmiş, gökyüzünü içine taşırmış deniz içimdeki karartıyı götürmemek için ısrar ediyor gibiydi. Sağ tarafımdan bana doğru gelen minik adımlar ile birlikte dikkatimi denizden uzaklaştırdım. 

Yaklaşık sekiz dokuz yaşlarında bir erkek çocuğu, kollarını arkasına atmış – belli ki bir şey saklıyor- ayağının ucuyla toprağı eşeliyordu. Göz teması kurmaktan utanıyor gibiydi. Bu manzara denizin silmeyi başaramadığı kasveti anında silmişti. Minik bir gülümseme dudaklarımda peydah oldu. Nihayet söze girdiğinde büyük kahverengi gözlerini üzerime dikti.
‘’Çok mutsuz görünüyorsun.’’ dedi kısık bir sesle. ‘’Öğretmenim hep mutsuz insanları mutlu edecek şeyler yap der.’’ diye devam etti. Ardından arkasına sakladığı kolunu öne çıkardı. Hepsi farklı boyutlarda ve hatta birkaçı kökleriyle birlikte eline sıkışmış kırmızı gül demetini bana uzatıyordu.
‘’Bunlar ne için?’’ dedim şaşkınlıkla. Çocuk demeti kucağıma bırakıp yanımdaki salıncağa oturdu. ‘’Bunları aldığım bahçenin sahibi bana çok kızacak ama seni öyle görünce dayanamadım. Sahi neden böyle mutsuz duruyorsun?’’ dedi bacaklarını sallayarak. Bir gül demetine bir ona baktım kararsızca. 

Yaptığı çok düşünceli bir hareket olsa da yanlıştı.
‘’Adın nedir?’’ dedim merakla. 
‘’Bir adım yok.’’ dedi gözlerini kısarak. Şaşkınlıkla kalakalmıştım.
‘’Ne demek bir adın yok, herkesin adı vardır.’’
‘’Benim yok. Ailem ben doğduktan sonra ölmüş. Yetimhanede büyüdüm, bana bir isim buldular ama ben kabul etmedim. İsmimi ailem koymayacaksa neden bir ismim olsun? Bana istediğin gibi seslenebilirsin.’’

Küçücük bedenden çıkan sözler ile irkildim. Sanki sıska bedeninde kocaman bir insanın ruhu ile geziyordu. Onunla şu noktada karşılaşmış olmak farklı hissettirdi.
‘’Peki isimsiz çocuk. Yaptığın gerçekten çok düşünceli bir davranış fakat izinsiz başkalarına ait olan şeyleri alamayız.’’ dedim gülleri kastederek. ‘’Hem onlar bu şekilde nasıl yaşasın?’’
Yüzü düştü, biraz yere bakıp düşündü sonra ise bana döndü.
‘’Haklısın fakat onlar sana gelmek için büyüyüp güzelleşmedi mi?’’
‘’Bence sahibinin vazosuna konmak için büyüyüp güzelleşmiştir.’’ diye cevapladım.’’ Bana aldığın yeri gösterirsen birlikte gidip özür dileyebiliriz. Hem bu tuhaf bir tesadüf ama benim de adım Rose.’’

Elinden tutup onun da yönlendirmesiyle yola çıktık. İki sokak altta küçük bahçeli bir evdi. Çocuk kapıya gelince çekingen bir tavırla duraksadı.

‘’İçeri girelim.’’ dedim, cesaret verircesine gülümsedim. Bahçenin ortasında henüz otuz yaşlarının başında gibi görünen bir adam duruyordu. Her renkten çiçek evin etrafını sarmış renk cümbüşü ile bahçeyi güzelleştirmişti.
‘’Affedersiniz.’’ diye seslendim. İrkildi, ardından bana doğru döndü.

Yuvarlak suratında dikkat çeken tek şey kaşındaki derin yaraydı. Kıyafetleri eski püskü, elinde paslı bir makas ile sakince selam verdi.
‘’Buyrun.’’ dedi makası yanındaki masaya bırakırken. 
Elimdeki gül demetini ona uzattım. Önce güllere sonra ise bana baktı.
‘’Bunları bir çocuk bana getirdi lakin sizin bahçenizden izinsiz almış. Biz de geri vermek ve özür dilemek için gelmiştik.’’
Arkama doğru kısa bir bakış attı.
‘’Ben çocuk göremiyorum.’’ dedi merakla. Şaşkınlıkla olduğum yerde arkama döndüm, çocuk kaçmıştı ya da belli ki bir yerlerde saklanıyordu.

‘’Buraya beraber gelmiştik.’’dedim şaşkınlıkla.
‘’Çocuk işte.’’dedi gülerek, ardından yanındaki masayı işaret etti.’’ Oturun lütfen, ben de gülleri temizleyeyim, kökleri hala duruyor.’’
Utanarak demeti uzattım, küçük kare masanın etrafındaki iki sandalyeden birine oturdum. Ev öyle güzel bir yere konumlandırılmıştı ki deniz bahçe ile birleşik gibiydi. Çiçekler – çoğunlukla güller- ise bu manzarayı çerçevelemişti. Ömrünün kalan günlerini burada geçir deseler hiç tereddüt etmeden kabul ederdim.

Adam, karşımdaki sandalyeyi çekerek oturdu ve dikkatle beni izlemeye başladı. 
‘’Yersiz ziyaretim için üzgünüm.’’ dedim cılız bir sesle. ‘’Hayır, öyle düşünmeyin.’’ dedi hararetle başını sallayarak. ‘’Misafirlere her zaman kapım açıktır.’’ dedi.

Yüzüne bakarken gözlerim hep kaşındaki yara izine ilişiyordu. Üzerinden baya bir zaman geçmiş olmalıydı. ‘’Beni bağışlayın fakat kaşınıza ne oldu?’’
Öne doğru hareketlenip dirseklerini masaya yasladı.
‘’Ben on yaşındayken..’’ dedi ardından derin bir nefes aldı. "Benim yaşadığım mahallede bir kız vardı. Saçları kızıldı sizin gibi, baya üstünden zaman geçmiş hatırlamıyorum nasıl göründüğünü.’’ dedi gözlerini kaçırarak. ‘’Onunla tanışmak istiyordum, bir gün yanına gittim. Kendi kendine makası eline almış oyun oynuyor. Yaklaşayım dedim ve sanırım biraz korkuttum. Dönmesi ile makas az kalsın gözümü oyuyordu. Zor yırttım diyebilirim. Bu iz de ondan bir hatıra.’’

Ensemden soğuk bir rüzgar geçtiğini hissettim.
‘’Sonrasında kıza noldu?’’
‘’Çok geçmeden taşındılar ama o olaydan sonra iyi arkadaş olmuştuk.’’
‘’Ve sanırım o arkadaşını tekrar buldun?’’ dedim gülümseyerek. O, benim çocukluk arkadaşım Petra’ydı. Bugün hayatım tesadüfler silsilesiyle doluydu, artık şaşırmıyordum.
‘’Evet buldum Rose. Çok uzun zaman oldu görüşmeyeli. Nasılsın?’’ dedi keyifle.

Petra ile anlattığı olay ile tanışmıştık ve ona yaşattığım bu durum benim en büyük utanç kaynaklarımdan biriydi. Yüzünde asla geçmeyen bir iz ile yaşamaya mahkumdu.
‘’İz benim suçum, daha derini bende açılmış gibi hissediyorum.’’ dedim başımı eğerek.
‘’İzler gelip geçicidir, ben artık fark etmiyorum. Benim için o yok oldu, sorun etme.’’
Ortam bir süre sessizleşince ilk sorduğu soruyu cevaplamadığımı fark ettim.
‘’Hayatım bir girdabın içinde şu sıralar. Sen yokken geçen zaman bana pek iyi davranmadı. Seni gördüğüm iyi oldu aslında. Eski bir dost şuan ihtiyacım olan tek şey olabilir.’’
‘’Yirmi yıl oldu Rose. Ne oldu da bu kadar koptuk birbirimizden?’’
‘’Bana saklamam için bir gül vermiştin.’’ dedim.
‘’Onu sakladın mı?’’ 
‘’Onca yıla dayanamadı, kurudu ama güzelliği hala ilk günkü gibi. Biz de tıpkı o gül gibiyiz, zamana karşı koyamadan solduk.’’
‘’Haklısın.’’ dedi başını sallayarak.
‘’Öleceğimi hissediyorum desem Petra, bana inanır mısın?’’
‘’Yoksa seni kopardılar mı?’’
‘’Koparılmadım ama çok yakında ben de solacağım.’’ dedim üzüntüyle. ‘’Bugün gittiğim doktor çok az ömrüm kaldığını söyledi ve ardından bana gülleri getiren çocuk seni de getirdi. Aynı anda hem hayatımın en kötü günü hem en güzel günü nasıl olabilir?’’

Bir süre gözleri masanın üzerine serilmiş masa örtüsünün üzerinde gezindi, göz pınarlarına doluşmuş yaşları geri ittirdi. 
‘’Bahçeme girip hep çiçeklerimi kopardılar ama bu koparılacağına üzüldüğüm ilk gül olacak.’’ dedi titrek sesiyle.
‘’Üzülme.’’ dedim gülerek. ‘’Son kalan günlerimi nasıl geçireceğimi sormayacak mısın?’’
‘’Nasıl?’’ dedi, başını hala kaldırmamıştı.
‘’Çocukken yaşadığım evde geçirmek istiyorum. Tüm mutlu günlerimi oraya bırakıp gitmiştim, belki geri gidersem onları geri alabilirim.’’ dedim, gözleri ışıldadı. ‘’Belki sende gelirsin benimle.’’ dedim tebessüm ederek.
‘’Çok isterim Rose.’’ dedi, mutlulukla. Bana kapıya kadar eşlik etti, umutsuzlukla parçalanan bedenimin umutla dolmasını sağladı. İki gün sonra da buluşmak için sözleştik. 

Küçüklüğümün olduğu yere gitmek dağılan anılarımı toplamak anlamına geliyordu. Her bir köşesinde bir hikaye olan evim, bahçesindeki babamın yaptığı kuş yuvası ve hatta evin önündeki patika yolu bile çok özlemiştim. Neyse ki o anıların içinden Petra’ya ulaşabilmiştim.

Rüzgârın cilveli fısıltısı kulağımdan hiç gitmedi bu iki gün, takvim yaprakları da düşmek bilmedi. Sonbahar benim de son baharım olacaktı. 
Eski evimin önünde Petra ile yan yana duruyorduk. İkimizden de ses soluk yoktu, iki gün önceki neşesi gitmiş yerine beti benzi atmış yorgun bir adam gelmişti. 
‘’Bu ağaç.’’ dedi. Evimin hemen yanındaki koca çınar ağacını kastediyordu. 

Yaklaşık otuz yıllık ağaç yapraklarını dökmeye başlamıştı ki şu an onun yapraklarından oluşan bir halının üzerinde duruyor gibiydik.
‘’Bu ağacın altında seni yaralamıştım ve burada tanıştık.’’ dedim ona yan gözle bakarak.
‘’Bak Rose.’’ dedi. ‘’Yapraklarını dökmeye başlamış. Bu ağacı insanlara benzetiyorum. Biz de yaprak dökmüyor muyuz?’’ 
‘’Döküyoruz, zamanı gelince ise üzerimizde yaprak bile kalmayacak.’’
‘’Öyleyse yeniden tomurcuk açmak gerek Rose.’’ dedi umutla.
‘’Ne yazık ki tomurcuk açacak vaktim kalmadı. Bu ağacın üzerinde yaprak kalmadığında ben de burada olmayacağım.’’dedim.
‘’O halde son yaprağa dek umutla beklerim.’’ dedi inatla.

Günler geçti, küçükken sakladığımız anıları kovaladık birlikte. Zaman geçti, canlı yüzümüz soldu, kan topladı. Yatağımın kenarına çömelmiş, son dakikalarımı sayıyoruz beraber. Bir gözü ahşap panjurlu penceremden görülen koca çınar ağacında, bir bana bakıyor bir ona. Saatin tik tak seslerini duyuyorum uzaklardan. 
‘’İyi bir arkadaşsın Petra.’’ diyorum. ‘’Bu bir ay hayatımın en güzel günleriydi. Sana bunu yaşattığım için..’’ Son yaprak yavaşça kopuyor dalından, süzülüyor yere doğru. ‘’Özür dilerim.’’ diyorum son olarak. 

Gözlerimi kapatırken bu sefer saatin sesini değil koca çınarın atmayan kalbini duyuyorum.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi